iklimler
 
nbc home  




Basitliğin ihtişamı: İklimler

Nihal Bengisu Karaca , Zaman, 27 Ekim 2006

 

İklimler, bir kadın ve erkeğin sıkıntılı birliktelikleri ile açılıyor. Fakat sonra anlıyoruz ki sıradan ama bir o kadar da komplike bir durum söz konusu.

 

İklimler bir Nuri Bilge Ceylan yapımıdır. Bu şu demek: Kimi sekanslarda gerçek zamana paralel akan sinemasal zaman, bu zamanların içinde odaklanılan özel bazı 'an'lar, büyük anlatılar peşinde koşmama, final fetişizmine, görkemli başlangıç ve görkemli sonlara önem vermeme ve fakat her şey tamamlandığında ortaya görkemli bir bütünlüğün çıkması. Bu 'görkem'in de, bizi sanata mecbur bırakan hayata kafa tutmayan, aksine varlık sebebini ondan alıyor olmaktan mütevellit bir minnet duygusunun üzerinden yükseldiğini düşünmek çok abartılı bir yaklaşım olmaz sanırım.

Ceylan'ın filmlerinde şunu hissederim; hiç de içine dönük olmayan karakterler nasıl o kadar kapalı kalabilirler; bu kadar kapalı oldukları halde nasıl o kadar çok şey anlatabilirler? Sınıfsal durumları ne olursa olsun, hatta entelektüel kapasiteleri; alabildiğine yüzeysel, çapraşık, ikircikli olmalarına rağmen, meseleleri basit cümlelerle ifade etmekten hatta mümkünse susmaktan yana oldukları halde; nasıl olur da en derinlerde bir yeri kaşıyabilir, incitebilirler? Buna 'başarı' deniliyor...

İklimler, bir kadın ve erkeğin sıkıntılı birliktelikleri ile açılıyor ve başlarda kadının nevrotik, adamın son derece normal olduğunu düşünüyoruz. Fakat sonra anlıyoruz ki, 'bir adam bir kadını aldatır ve olaylar gelişir' kadar sıradan ama bir o kadar da komplike bir durum söz konusu. Bu komplikasyonu yaratan da bizzat yönetmenin yaklaşımı. Çünkü o mevzuya bir 'suç' olarak yaklaşıp, akademisyen İsa ile sanat yönetmeni Bahar arasında oluşan kopuşun 'nedenine' odaklanmıyor. Yönetmen Uzak'ta da olduğu gibi, bizzat 'kopuş'un kendisiyle ilgili.
İsa'yı ilginç yapan, kendisini hayatın 'akış'ına bırakmış bir adam olmasına rağmen 'kopuş'un önüne geçememesi; sorumsuz, mutî, iddiasız ve sakin bir adam gibi görünmesine rağmen egosuyla dehşetengiz çatışmalar içine girmesi. Derinleşebildiği, karşılık verebildiği ender anların bu çatışma anlarından ibaret olması da, basit ve yüzeysel varlığını aynı zamanda karmaşık kılmakta. Hiçbir zaman biraz daha fazlasını vermesi gerektiğini bilmiyor; bu nedenle biraz daha fazlasını aldığında, onu tanıyamıyor bile. Bahar ile ani ayrılma kararı bir iklim değişikliği ihtiyacına tekabül ediyorsa, sonunda yine Bahar'ın peşinden Ağrı'ya gidişi de o bildik iklimi yeniden soluma arzusu. Buradan yola çıkarak, ruhlarımız da iklimler gibi değişkendir diyebiliriz belki; fakat bana kalırsa asıl sorun iklimlerin İsa'nın ruhuna değmeyişi. 'Değişmek, feragat ve nedamet'ten bahsederken bunların hiçbirinin adamın içine işlemediğini görüyorsunuz. Nitekim yönetmen İsa'nın Bahar'a 'geri dön' çağrısı yaptığı sekansları hep dış müdahalelerle bölüp silikleştiriyor; kapı açılıyor, kapanıyor, başkalarının konuşmaları vs. Bu anların duygu bütünlüğünün estetik bir tercihle yönetmence sürekli bölünüyor olması, İsa'nın sarf ettiği sözlerin içinde yaşamaması ile ilintilendirilebilir. Öyle olsa, o an içinde olduğu iklimin hakkını verebiliyor olsa, Bahar'ın kaldığı otele yaptığı ziyaretin 'döndüm' anlamına geldiğini idrak edebilirdi. İklimler sözü gelip geçiciliği ile değişkenliği imliyor olsa da, döngüsellikleri ve düzenlilikleri ile de 'kalıcılığı' sembolize ediyorlar. Bahar kendi ikliminin kadını olarak bu döngüselliği bir damla gözyaşı ile tamamlıyor her defasında. İsa ise her defasında yeni bir idrak yoksunluğu ile katılıyor bu döngüye. Tüm benliği ve sahiciliği ile... Ceylan, yabancılaşmayı, sınıf-sermaye-emek-üretim gibi siyasi ve hatta toplumsal dizgeden arındıran, onu bir 'hâl' olarak ele alan, katlama yerinden kesilmemiş, teyellendiği yerden dikilmemiş ruhlarımızın meselesi olarak betimleyebilen bir yönetmen.

Bu noktada şöyle bir sorun var lakin; sinemayı sanattan arındıran ve onu hayatta bulamadıklarımızın toplamı olarak görme eğiliminde olan sıradan izleyicinin Ceylan'ın filmlerindeki 'sahiciliği' 'yapay' bulması... Sıradan izleyici -ki onlara büyük köşeler yazan iri yarı medya mensupları da dahil- hayatta bulamadıklarını 'devler, aşklar, robotlar, spor arabalar, ustaca tasarlanmış cinayetler, ajanlar, kuyudan çıkan uzun saçlı kızlar' olarak idealize ettiği sürece, elbette, 'gözbebeği' vazifesi gören perdeden; her bakışta kendi huzursuzluklarını ve bayağılıklarını anlatan, ama vaaz ve nasihat verip omuzlarındaki yükü de hafifletmeyen bir sinemadan huylanacak. Oysa hayatta bulamadığımız ve sanatın içinde aradığımız, karmaşanın içinde gizlenen anlamlı bir bağlamdan başkası değil. Tıpkı hayatın kendisi gibi, iyi sanat filmleri de, pırıltısız ve vasat gündelik yaşam görüngüleri altında sinsi ve oyuncu bir mucizenin olduğunu sezdirirler. İnsanın ne kadar anlamsız bir yaratık olduğunu anlatmaya soyunmuş bile olsalar. Birbirinden kopuk ve bağımsız gibi görünen kareler bir aklın yönetiminde, asla tesadüfi olmayan bir dizgeye otururlar; metnin kendisi bir 'anlam' olarak tezahür etmiş bulunur. 'Hiçlik'ten 'Varlık' çıkar; metin imzayı atanın iradesinden bağımsızlaşır; güzel de olur. 'İklimler' gibi.

Bu arada, filmin 'güzel' olması, arada bir 'iklim farkı' olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 'Tecavüz sahnesi' ile ilgili olumsuz görüşlerimi kendime sakladığımı ve NBC filmlerini sevmekle beraber sırf bu sahne yüzünden 'haklı ve saygın bir kaygıyla' filme gitmeyen pek çok kişi tanıdığımı da belirtmek, hassas okuru da uyarmış olmak isterim.