|
|
Sanat bir kıvılcımı,
bir salınımı başlatmaktır. Tıpkı domates fidesini toprağa ekmek gibi;
ne eksik ne fazla. Sanatçının görevi hayatın içindeki şiirsel anları bir
düzen içinde çekip çıkarmak ve onu seyirciye doğru ışınlamaktır. Yoksa
sanat tek başına kutsal ya da dokunulmaz değil.
Susan Sontag eleştirmenleri sanat
eserinin derunundaki anlamı yakalama adına onu yeniden yapılandırdıkları
-aslında delik deşik etmiş oldukları için- 'eleştirir'; onları sanat sevgisizliği
ve yapı bozuculuğu ile suçlar. Nuri Bilge Ceylan'a filmin teması ve detayları
hakkında yönelttiğim sorular; yok o sahnede çocuk neden kaplumbağayı ters
çevirdi, gördüğü korkulu rüya çocuk vicdanının uyku aracılığıyla kendini
dışavurması mıydı, türünden hayli bozguncu, deşifre edici ve cansıkıcıydı.
Ama benimki sanat sevgisizliği ile değil, olsa olsa sevgi'den kaynaklanan
bir anlama çabasıyla ve bu anlama'yı açıklanabilir kılma gibi sosyal kaygılarla
ilgili bir durum. Ceylan benim bazı planlara yüklediğim paranoyakça anlamlar
karşısında "Nayırr, filmimi bölme, parçalama, ona ifade ettiğinin ötesinde
yeni kıyafetler biçme" gibi şeyler söylemedi tabii; sadece, 'İlginç, ben
bunu hiç düşünmemiştim' demekle yetindi, nazikçe ve Bilge'ce. Meğer zaten
anlamı yapan 'izleyen'miş, ona göre, eser kendisini ihtiyaçları doğrultusunda
netleştiren ve özümseyen seyirciye borçluymuş anlamını. Oh dedim, rahatladım.
Nuri Bilge yönetmenliğinden çok fotoğraf sanatında verdiği ürünlerle tanınıyor.
1959 doğumlu sanatçı artık kendini iyiden iyiye sinemaya vermiş görünüyor.
Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümü mezunu olan Ceylan,
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema bölümünde iki yıl öğrenim görmüş. 35mm.
olarak çektiği 20 dakikalık filmi 'Kıza' 1995 Cannes Film Festivali dahil
onyedi festivalde gösterilmiş, T.C. Kültür Bakanlığı Başarı ödülünü, Mısır'da
en iyi film ödülünü, İstanbul Kısa Festivali'nde yine en iyi film ödülünü
almıştı.
Kasaba.
Ne orda uzakta bir köydür kasaba, ene de özlem duyulan büyülü dünyanın
onda biri. İki arada bir derededir tam. Köy kalabalıklaşmış, evler iki
ya da üç katlı olmuş, çatılara dikilen antenler iki ya da daha çok kanallı
TV'lerle 'o' dünyaların parıltılarını kerpiç duvarların nemine çarpmıştır
çoktan. Elektrik ve telefon direkleri ile arada bir göze çarpan trafolar
yeni yapılmakta olan inşaatların yalnızlıklarına yetişir, bakal miskin
miskin oturur, okul bahçesinde okunan 'andımız', sayısı giderek artan
vasat bir 'tomofil'in sesine karışır, lastiklerin patinajı ile yükselen
toz bulutu manavın canını sıkar, arada bir kurulan ve eskilerin 'panayır'
dediği lunapark işsiz ve güçsüz takımının sinek avladığı yerlerdir. Kâğıt
helva, dondurma, pop müzik ve gondol. Bütünü hakkında bilgi vermeyen parçalarıdır
kentin. Gitme özlemini kışkırtmaktadır gidip 'oraları' görmüş olanların
anlattıkları. Bir çıkış yolu bulunur nasıl olsa? Ama bir türlü olmaz;
ne canına tak ettirir bu kararsızlık ne de unutturur kendini.
Sözkonusu 'Kasaba'da, böylesi kent öncesi / yoksunu enstantanelerle azıcık
dışardaki mısır tarlalarının buluştuğu bulutlu gökyüzünde geçiyor; karın
ve otların lirik savruluşlarında çoğalıyor. Niçin Kasaba'yı çektin diye
sorduğumda ".daha önce de ailemi tarlada, orda burda görüntülerdim. Filmdeki
tarla bizim tarlamız" diye cevap veriyor Ceylan. 'Kıza' -tamamen diyalogsuz
bir filmdi- Cannes film festivaline katılınca cesaret almış ve neden yakınlarımı
ve doğduğum yerleri, dahası çocukluğumun bakışaçısıyla büyükler dünyasını
inceleyen bir film yapmayayım diye düşünmüş. "Kasaba" küçük bir muhitin
kırgın insanlarının hikayesini ve çelişkileri konu ediniyor kabaca. Bu
yıl Antalya Film Festivali'nde jürinin özel bir ödüle layık gördüğü film
diğer Türkiye filmlerinden pek çok yönüyle farklı; oyunu seçiminden maliyetine,
kurgusundan yönetimine kadar. Farklı olduğu kadar da temiz; yönetmenin
iç dünyasını, çocukluk hatıralarını ve halen sürmekte olan yerçekimsiz
düşünce ve kararsızlıklarını seyirciyle paylaşma niyetini görmemek -ya
da sezmemek- mümkün değil. Ancak sabit bir plana an fazla 6-8 saniye dayanabildiği
tespit edilen sıkı bir Hollywood filmi tüketicisi iseniz tersi mümkün.
Her halükarda en azından belki sadelik, belki yalınlık sizi bir yerinden
sarmalayabilir, ancak neredeyse yeni bir sinema dili üzerine deneysel
bir çalışma sayılabilecek olan 'Kasaba', aşina olunan biçim'in ötesinde
bir film.
Düşük bütçe, yöresel oyuncu
"New York'taki tüm Wermeer'ler" ve "Uyuduğun Yatak" isimli yapıtları ile
bilinen sivri dilli bağımsız sinemacı Jon Jost kendisiyle İstanbul'da
yapılan bir söyleşide şöyle demişti: "Filmimin bütçesi büyük olursa birileri
ne yapmam gerektiğini söylemeye başlar(.). Büyük bütçeli bir film yaparsam
sette kocaman bir fabrika çalışıyor gibi olur (makyözler, set işçileri
vs), ben de o fabrikayı yönetiyor olurum ve bütün bunlar hiç hoşuma gitmez."
Nuri Bilge, filmi oldukça düşük bir bütçeyle çekmiş ve sadece arkadaşları
ve bizzat yörede yaşayan yakın akrabalarını oynatmış. Kendi deyimiyle
algı kapılarının sonuna kadar açık olduğu çocukluk günlerini canlandıracak
küçükleri de yöreden seçmiş. Bunun için bütün yöreyi dolaşmışlar, tek
tek röportaj yapmışlar. Çocuklarla iş yapmak çok zevkliymiş, çünkü maske
yokmuş yüzlerinde. Filmdeki dede, Bilge'nin babası, nine ise annesi. Saffet
karakteri teyze oğlu deli tiplemesi Ankara'dan bir arkadaşı. Ona göre
bir oyunu işi biraz bildiğinde ve nasıl göründüğünü merak ettiğinde rolü
iyi olacağını 'sandığı' şekilde oynuyor. Yönetmenin beklentileri ile oyuncunun
sanrısı arasındaki çelişkiyi yaşamamak için profesyonel oyuncu tercih
etmeyeceğini söylüyor Bilge. "Annemin, babamın ve Saffet'in başarısı rollerini
önemsemeyişlerinden kaynaklanıyordu" diyor. "Rolleri umurlarında değildi,
sırf oğulları için katlandıkları bir dizi oyundu bu ve bir an önce bitmesini
istiyorlardı". Bilge'ye oyunu seçimi ve yönetiminin Bresson'a benzediğini
hatırlatıyorum. Flaherty ve Jon Jost da profesyonelliği reddeden bir anlayış
içerisindeydiler. "Bazı yönetmenler oyuncuya oyuncu demezler 'model' derler.
Model, öykünün aktarılması için bir taşıyıcıdır ve sadece repliklerini
okumalıdır." Bresson'un elli altmış çekim yaptığını anlatıyor. Oyuncu
ne zaman bitkin düşer, sıkılır ve yüzü ifadesizleşirse o zaman çıkarmış
Bresson'un istediği oyun. "Açıkçası ben oyuncunun öyküyü bilmesini bile
istemiyorum" diyor. Gerçek hayat operet kıvamında, abartılı ifadelerle
yaşanmıyor çünkü. Çoğunluk sessiz ağlıyor, küçük bir gülümseme ile mutlu
oluyor ya da duyarsız kalıyor. Bilge mümkünse oyuncu kendi kendisini önemsemesin
istiyor. Rol yaparken başka bir şeyler düşünsün, yaptığı işin kutsal ve
erdemli bir iş olduğunu sanmasın.
Önce 'Görüntü' vardı
Batıda sanata verilen önemin aydınlanma sonrasında din ile ikame edildiğini
biliyoruz. İlham perileri kilisenin hayli kirlenmiş hesap defterini taşımayı
bırakıp ressamlara poz verdiler. Sanat öyle büyük, öyle yüce, öyle kurtarıcı,
hatta özgürleştirici oldu, öylesine tanrısal sıfatlarla donandı ki tartışılamazlığı
bir zamanların kilise değerlerini aştı. Sanata bakışın bu etkin versiyonu
zaman ve mekan engellerine rağmen gecikerek ve daha da içeriksizleşerek
ülkemizi de etkiledi illaki, 'bu eser sanat eseri ise iyidir' dokunulmazlığına
'Batılıya imrenme' fenomeni de katılınca kendisiyle iştigal eden zümrenin
içeriğini ve estetik düzeyini sorgulamadığı bir tabu haline geldi. Sınıfsal
bir olgu olarak 'derdi başından aşan' ve böyle 'sosyetik' şeylerle asla
ilgilenmeyecek olan tabana çarpınca da Türk filmlerine ve varyetelere
bile yansıyacak kadar şenlikli bir tablo çıktı ortaya. Tanımı ve işlevi
rölatif olan sanat, insanın mutlak kurtuluşu olamadı, ama kaynağına göre
doğru ellerde kurtuluşun insan kadar sayısı ve biçimi olduğunu gösterdi,
hayat içindeki referansları estetize ve stilize ederek farklı anlamlarla
tekrar sundu bize.
Nuri Bilge Ceylan, 'sanat bir kıvılcımı, bir salınımı başlatmak'tır diyor.
Tıpkı domates fidesini toprağa ekmek gibi; ne eksik, ne fazla. Kutsal
veya şiirsel olan sanat değil. "Bana öyle geliyor ki hayat, şiirden daha
şiirsel. Sanatçının görevi de bu şiirsel anları bir düzen içinde hayatın
içinden çekip çıkarmak." Oysa Oscar Wilde şöyle der; "Farkında mısınız,
son günlerde doğa ne kadar da sanat eserini taklit ediyor!" İlk bakışta
Wilde'ın söylediği gariptir, ama söylenenden murad; sanat eseri ile beslenen
gözün doğayı artık daha farklı algılayacağı, doğanın inceliklerindeki
performansı takip etmeye başlayacağıdır. "Sanatın görevi de budur işte"
diyor Bilge. Filmdeki diyalogların ve temelde öykünün aksadığı bazı noktalara
dayanarak o kadim sorundan, biçim-içerik dengesinden dem vuruyorum. O
kıvılcımı 'ne' verir insana, ya da 'nasıl' mı demeli? Kısaca, önce 'söz'
mü vardı yoksa 'hareket' yani 'görüntü' mü? Benim için anlatılan şey anlatma
şeklinden bağımsız ya da daha önemsiz değildir, diyor. "Hatta bilakis,
sözün içeriği ya da öykünün kendisi benim için çok bir şey ifade etmiyor.
İç dünyamızın ne kadarını dökebiliriz ki söze veya ne kadar öyküleştirebiliriz
gereğimizi?" İnsanların söylediklerinden çok söyleme hatta söyle-me-me
ve hatta dinleme şekilleri daha çok bilgi taşıyor ona. Sözün nereye kadar
olduğu ile değil onun arka planındaki rengi sezinleyerek 'bilgileniyor'
Nuri Bilge Ceylan. Dolayısıyla sinema dili de şimdiye kadar zaten söylenmiş
olanı 'nasıl' söylerim endişesi ile paralel.
Tevekkül ve nihilizm
Ceylan, karakterlerin rol yapmıyorlarmış gibi düz ve abartısız oynamalarını
sağlarken onları allegorik (simgesel) değerlerle derinleştirmeyi de başarmış.
Dede tavrını gelenekten, kaderci bir hayat anlayışından yana koyarak güven
ve sükun bulabilirken, pozitivist baba 'bilgi'nin faydalılığından dem
vuruyor, tarihi ve doğayı determinist anlayışla açıklayan babanın tam
karşısında 'her şeyin boş' olduğunu savunan Saffet var. Sırasıyla geleneği,
modern pozitivizmi ve nihilizmi temsil eden üç kuşak, üç ayrı anlayış
ateşin başında, küçüklerin gözleri önünde 'gösteriyorlar kendilerini'..
Nuri Bilge anılardan derlediği bu hareketli aile albümü ile seyirciyi
çok önemsememiş gibi görünse de aslında öyle olmadığını itiraf ediyor.
"Sonuçta muhakkak ki seyirciye yazdığım bir mektup bu. Çünkü bir insan
bir eser meydana getiriyorsa bunu sevilmek ve onay görmek için yapar.
Yalnızlıktan kurtulmak istiyordur, eserin oluşum sürecinde bile hastalık
gibi algılanan farklılıkları onaylatma isteği vardır..."
|