|
|
|
|
|
|
Bugünlerde atölyede yatıp kalkmaya
başladım. Öğrencilerimle birlikte yapmayı planladığımız savaşa ve küreselleşmeye
karşıt 40 kısa filmin şimdilik on tanesi çekildi, montaj aşamasına geldi,
sırada daha çok film var. Bu arada Türk ve dünya sinemasının en yetkin
örneklerini de izlemeyi sürdürüyoruz. Bir sıra yaptık, ama Nuri Bilge
Ceylan, ''Uzak'' adlı filmiyle Cannes'da ödül alınca ansızın gündemin
baş köşesine oturdu. Öğrencilerimde bir merak bir merak ''Hocam Nuri Bilge
Ceylan ne yaptı? Neden önemli?'' Baktım olacak gibi değil, ''hadi bakalım,''
dedim, ''hep birlikte en baştan yani Bilge'nin ilk filmi 'Kasaba' dan
başlayarak, 'Mayıs Sıkıntısı' ve 'Uzak' filmini izlemeye hazır olun.''
Bu sözü verdim ya, ''ya Allah'' dedim, kendimi ve onları geniş ekranlı
bir televizyonu ve film izleme teşkilatı bulunan bir eve kapadım. Bakalım
neler olacak? Bir yandan da korkuyorum, çünkü hararetle savunduğum 'Mayıs
Sıkıntısı' na benim yazılarımı okuyup giden bazı dostlarımdan pek iyi
sözler işitmemiştim. Öğrencilerimin hissettikleri, düşünceleri benim için
önemliydi. İki yıl boyunca bakalım nerelere gelmiştik, benim için bir
çeşit sınavdı.
Sözü uzatmayalım, 'Kasaba' filmi başladı. Filmin ilk anlarından itibaren
siyah beyaz görüntüler, herkesi büyüledi, ama film ilerledikçe ilk karşı
sesler duyulmaya başladı:
''Tamam tanrım yeter, her şey ne kadar yavaş, sanki film duruyor.''
Doğrusu tam yerinde bir müdahale. Evet, gerçekten film çok yavaş ilerliyor,
sanki hiçbir şey olmuyor, her şey öyle durgun, öyle sıkıntılı.
Beklediğim cevap, tam sağ köşeden, İlknur' dan geliyor:
''Tabii her şey yavaş gelişecek, burası bir kasaba, insanlar kasabalarda
sanki bir kapana sıkışmış gibidirler. Hiçbir yere gidemezler, hiçbir şey
olmaz. Sadece bildik sözcükler her seferinde yeniden yinelenir. Sakız
gibi, her sözcük, her olay uzar uzar...''
Durum iyi, tartışma yavaştan başladı. Sibel her zamanki dobralığıyla,
''Ben bu filmi yirmi dakikada bitirirdim'' diye ilk atışını yapıyor ve
onaylanacağından pek emin, bekliyor.
Sen misin bunu söyleyen, Sibel bir anda adeta saldırıya uğruyor:
''Dur biraz bekle, ne kadar sabırsızsın, filmin daha ilk yarısı bile olmadı.''
''Sibel bu bir Amerikan filmi değil, her şey reel zamanda anlatılıyor.''
Sibel atışları hemen karşılıyor: ''Benim reel zamanım daha hızlı, o kadar.''
O da ne, yan taraftan kocaman, bir ''susun!'' komutu yükseliyor. Köşedeki
altı kişi iyice kaptırmış, filmin içinde eriyip gitmişler.
Biri ağlıyor: ''Bu sürekli geçmişindeki göç hikâyesini anlatan adam, aynen
benim babam. O da ne zaman aile bir araya gelse, başlardı, ben eskiden...''
Sibel, karşı tavrı sürdürmeye kararlı ''Ne olmuş'' diyor, ''benim babam
da hep anılarını anlatır ve herkes sıkılır.''
Yandan bir kahkaha kopuyor: ''İyi ya, filimdekiler de sıkılıyor. Ne yapsınlar?''
''Ne yapsınlar var mı, yönetmene karşı çıksınlar!''
''Bravo Sibel!'' alkışlar.
Bütün bu sözlerin, tartışmaların arasında film devam ediyor. Filmdeki
Amerikalarda okuyup gelmiş, hiç durmadan bilimden söz eden adam oyuncu
adayımız Nurgül' ün sinirine dokunuyor, ''Böyle birini tanıyorum'' diyor,
''o ne zaman konuşsa içimden dövmek gelir.''
Destekçisi pek çok, ''Her Çehov oyununda bu karakter mutlaka vardır''
diyor Nurcan , ''gelişmekten yana, ama kendi kişiliğini tam kuramamış
biri. Bence filmin en acılı kişisi.''
''Hayır'' diye itiraz ediyor İknur, ''en acılı kişi, genç çocuk. Bu kasabada
ona hiçbir hayat vaat edilmiyor. Kendini diri diri mezara konulmuş gibi
hissediyor. Kaçmalı, mutlaka gitmeli.''
Bu söz üzerine Sibel ilk kez itirazlarından vazgeçiyor. ''Hepimizden birer
parça var bu filimde'' diyor. ''Belki de benim itirazlarım bu nedenle,
kendimizi görmek bana acı verdi, bu acıyı yok etmeye çalışıyorum. İşte
bu kadar!''
Doğru söze ne denir, herkes susup filme dönüyor ve ben içimden kıs kıs
gülerek ''Siz istediniz'' diyorum; ''alın bakalım, tarzı farklı, ritmi
farklı ve bizi bize anlatan bir film, seyredin.''
|