|
|
50 liraya düzeltilen pantolon
paçası gibi 'eften püften' bir konudan bir film çıkar mı? Niyetiniz göz
boyamak değilse, içtenliğinizi korursanız çıkar. 'Kasaba' bunun iyi bir
örneği
Üç dört yıllık kısa film geçmişim
boyunca Türk Sineması'nın tek sorununun 'samimiyetsizlik'ten kaynaklandığını
söyleyip durdum. Yabancı mahallede, bir anda nereden peydah olduğuna kimsenin
akıl erdiremediği bir sinemacının, üstelik 'kısa filmci' bir sinemacının
'samimiyet'ten söz etmesini kimileri duymazlıktan geldi. Bilmem kaç filmlik
'fiyaskografisinde' dişe dokunur tek filmi bile bulunmayan kimileri de
dişlerini gösterdi. Onara göre sinemanın sorunu, para ve teknolojik sorunlardı.
Bahaneleri buydu.
Çocukluğumda anam, ayna denen nesneyi görmediği için, kendini prensesler
gibi güzel sanan bir çoban kızının öyküsünü anlatırdı. Gün gelir, kırda
bir kırık ayna bulur bu kızcağız. Kırık aynaya bakınca dünyası yıkılır.
Çirkin mi çirkin bir yüzü vardır zavallının. Kaderine boyun eğer, kabullenir.
Bahaneler bulmaz. Ni bileyim, bulduğu aynanın optik kusurluğu olduğunu
söylemek gibi gaflette bulunmaz. Savunma mekanizmaları geliştirmek, yalnızca
bizim aydınımıza özgü bir şeydir çünkü. Para ve teknoloji sorununu bir
anlamda aşmış bulunan sinemacımız, içimize sımsıcak dolan, bizi kucaklayan
bir Türk filminin hâlâ ortalıkta görünmemesi karşısında hangi bahanenin
ardına sığınacaktır, doğrusu merak ediyorum.
Basiret sahiplerinin 34. Antalya Film Festivali'nde, Türk Sineması'nın
tek sorununun hâlâ 'samimiyetsizlik' olduğu gerçeğini bir kez daha gördüklerini
sanıyorum.
Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kasaba'sı, Antalya'daki iyi filmlerden biriydi.
Elinizde bir büyüteç yoksa adına haritada kolayca bulamayacağınız bir
kasabada çekilmişti 'Kasaba'. Mütevazı bir bütçeyle, yaygara etmeden.
Oyuncularının adı Hülya değildi örneğin. Volkan, Tarkan, Tarık ne bileyim,
Tanju filan da değildi. Örneğin Havva'ydı, Mehmet Emin'di. 60'larında
bir ana, 70'lerinde bir babaydı. Teyze oğlu Saffet'ti. Bir okul müsameresi
dahi görmemiş cıvıl cıvıl kasaba çocuklarıydı. İmaj Çağı'nda, 'imaj'ın
kıçına tekmeyi vurmuştu filmin yönetmeni. Göz boyama, seyirci avlama adına
alçalmıyordu 'Kasaba'.
'Kasaba'da ne vardı biliyor musunuz? Tertemiz, saf bir sinema. 70'lik
amca, pantalonunun paçasını düzeltsin diye, torununu terziye yollar. İnsafsız
terzi, bu iş karşılığında 50 lira istemektedir. Düşünün 50 lira! "İnsafsız
adam: 50 lirayı o versin, pantolon onun olsun!.." Böylesine 'eften püften'
şeylerden sinema çıkar mı hiç? Çıkıyordu işte. Bizim azgelişmiş ülkemizin
çok gelişmiş sinemacıları yüksek fikirlerle, 'müthiş' zekâ oyunlarıyla
ürettikleri 'paradokslarla' oynaya dursun, alçakgönüllü 'Kasaba', yeni
bir damar yakalıyor, nerdeyse bir manifesto olup çıkıyordu. Üstelik, Eisenstein'ın
figüran yüzleri gibi belleklerden uzun süre silinmeyecek görüntülerle
yapıyordu bunu.
Giderek 'Altın Portakal'ı yerine 'Tecavüzcü Coşkun'uyla simgeleneceğinden
korktuğum Antalya Film Festivali'nde kendini popülist değerlerden uzak
tutan, soylu bir sinema etiğine sahip olan 'Kasaba', ödüllendirilemezdi.
Ödülsüz de bırakılamazdı, görmezden gelinemezdi. Kategoriler dışında bir
ödül verildi 'Kasaba'ya: En iyi Yönetmen dalında mansiyon. Namuslu bir
jürinin elinden daha fazlası gelmiyordu çünkü. Bence 'Kasaba' aldı en
büyük ödülü.
Kentli çok bilmişliğimizi, kentli kendini beğenmişliğimizi bir günlüğüne
bir kenara koyalım. 'Kasaba', bir çocuğun gözleriyle seyredilebilecek
bir film.
|