|
|
|
|
|
|
İlk uzun metrajlı filmi "Kasaba" ile genellikle olumlu eleştiriler
alan yönetmen Nuri Bilge Ceylan, bu sıralar ikinci uzun metrajlı filminin
hazırlıklarını sürdürüyor. Ticari sinemanın dışında, farklı bir sinema
dili geliştirmeye çalışan N.Bilge Ceylan ile, sinema anlayışı ve Türk
sineması üzerine söyleştik.
Sinema sizin için ne ifade ediyor?
Şu anda kimin söylediğini hatırlamıyorum ama bir söz var; insan için iyi
hayat, iyi hayatı aramak uğruna harcadığı hayattır. Belki de benim için
sinema iyi hayatı aramak uğruna kullandığım bir araç.
Sinemada sizi harekete geçiren en kuvvetli duygu nedir?
Ancak sezgilerimle ya da algılarımla hissettiğim bir derinliğe ulaşma
arzusu. Öyle duygular var ki içimizde bunların varlıkları
bize bildirilmedikçe yokmuş gibi görünüyorlar. Sinemanın henüz keşfedilmemiş
birtakım gizil güçler, olanaklar barındırdığına inanıyorum.
Bunu hiçbir zaman başaramayacak olsam bile, en azından böyle bir umut
beni sinema yapmaya itiyor.
Sinema estetiğinde önem verdiğiniz en önemli öğe nedir?
Detaylar. Çehov en sevdiğim yazardır. Onun bir sözü var. Öyküde bir tabanca
görünüyorsa patlamak zorundadır. Ben en sevdiğim yazar olmasına rağmen
onun bu sözüne, özellikle sinema için inanmıyorum. Aslına öykü için de
inanmıyorum. Bir silah görünebilir ve patlamayabilir. Yani her şey bir
öykü içinde diyalektik bir bağla birbirine sımsıkı bağlı olmak zorunda
değildir. Sinema izleyicisi artık "leb" demeden leblebiyi anlayacak bir
hale geldi. Böyle bir "zorunluluğu" feda ederek başka bir dünyanın kapılarından
içeri girme şansımız doğuyor. Yani öykünün parçalanması, zedelenmesi detayların
başrole çıkmasına neden olabiliyor. Ve detaylar da bazen bir öykünün söyleyemeyeceği
çok daha başka şeyleri söyleyebiliyor.
Sinema anlayışınızı belli bir çizgiye oturtabilir misiniz?
Hayır. Bu söylediklerim teorik aşamada olan şeyler. Uygulamada nasıl bir
yön çizer hiç bilmiyorum. Yani benim filmlerim şöyle olacak diyemiyorum.
Çünkü işlem sırasında, sinema yaparken görüşleriniz deneyimle birlikte
hız kazanıyor ve hiç ummadığınız yönlere sapabiliyor. Hatta bunu, seyrettiğimiz
bir tek film bile yapabiliyor bazen. İşlem sırasında düşünmek daha önceki
düşüncelerinizin dışında bambaşka şeyler öğretebiliyor size.
Günümüz Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu anda içimde bir kıpırtı uyandıran tek şey Türkiye'deki "bağımsız sinema"
diyebileceğimiz hareketin örnekleri. Derviş, Zeki gibi saygı duyduğum
arkadaşlar. Bunun dışındaki sinemaya karşı içimde fazla bir duygu yok.
Kendinizi Türk sineması içerisinde hangi çizgiye oturtuyorsunuz?
Bilmiyorum, bunu hiç düşünmedim. Tabii bu piyasada ruh kardeşliği hissettiğim
insanlar var ama, sinemalarımız açısından baktığımda benzediğini düşünmüyorum.
"Bağımsız sinema" kavramı tartışılan bir kavram. Ticari yükümlülüklerin
her alana girdiği sinema ortamında "bağımsız sinema"nın da kendine özgü
bir piyasası olduğu söylenir. Siz ne düşünüyorsunuz?
Zaten sinemanın klasik bağımlılıklarını ekarte edebilmiş, yani yapımcının
yaptırımlarını, ya da bütün dış yaptırımları yok etmeyi başarabilmiş bir
yöntem yaratabilmiş sinemaya "bağımsız" deniyor. Dolayısıyla "bağımsız
sinema" yaratıcısının iradesine çok daha bağlı bir sinema. Ama bir film
tabii ki bağımsı olduğu gibi samimiyetsiz, ahlaksız ve yalancı vs. olabilir.
Önemli olan bağımsız sinemanın daha gerçekçi, namuslu ve kişisel bir sinemanın
ortaya çıkmasını kolaylaştıran bir ortam olmasıdır. Bir yönetmen kendisine
hiç kimseyi karıştırmayacak bir yöntem yarattığı halde tümüyle ticari,
içsel olmayan nedenlerle bir film yapabilir. Buna da tanım gereği bağımsız
sinema demek gerekiyor.
Ama bu fazlasıyla popülist bir tavır.
Evet, dolayısıyla bağımsız sinemanın her örneğini, tanım gereği "bağımsız"
tanımına girenleri beğenmiyorum. Diyelim sadece para kazanmak için yönetmenin
kendi parasıyla yaptığı bir film. Ben kayıtsız şartsız içten gelen bir
zorlama ile ortaya çıkan, ortaya çıkarmak zorunda olduğu şeyi yapmak uğruna
birtakım fedakarlıklara girerek yapılan bir sinemaya saygı duyuyorum.
Tabii şunu da mutlaka söylemek lazım; iyi sinema mutlaka bağımsız koşullarda
olur diye bir şey yok. Sadece bu olasılığı arttırır.
Sanatçı bağımlılık koşullarında da bağımsızlığını nasıl koruyabilir?
Kastettiğim her türden bağımlılık koşulu; siyasi, ekonomik.
Bazen bağımlılık da bir şeyler getirebilir. Mesela sansür sinemaya bir
engel değildir. Sansür bazen hayırlı bir bela haline dönüşebilir; İran
sinemasında buna örnekler vardır. Sansür varsa onun etrafından dolanmak
için de bir yöntem vardır muhakkak ve bu yöntem bazen sanatçının yaratıcılığını
zorlayabilir, geliştirebilir. Hatta aşırı rahatın sanatçıya hiç de hayırlı
gelmeyeceğini düşünüyorum. Bağımlılık bazen sorumluluk anlamına da gelir.
Devrimden sonra İran'dan kaçan çok sanatçı olmuştur ama bunlar pek başarılı
olmadılar. Tarkovski'nin bile ülkesinden çıktıktan sonra yaratıcılığının
biraz düştüğüne inanıyorum. Yılmaz Güney'i çok severim. Yaptığı en kötü
işte bile beni çok duygulandıran bir şeyler çıkar muhakkak. Keza Yılma
Güney de aynı kadere uğradı. Her şeyin çok serbest, özgür, rahat olduğu
bir ülkede sanat çok da zenginleşmiyor. Niceliksel üretim artıyor ama
giderek tinselliği azalıyor. Bugün Amerika'daki bağımsız sinemacılar da
öyle çok tinsel, derinliği olan filmler üretemiyorlar.
Bu açıdan düşünürsek Türkiye sansür açısından oldukça zengin bir
ülke!.. Ama, baskı unsurları arttıkça yaratıcılığımız azalıyor. Özellikle
12 Eylül sonrasında sanatçılarımız yeni ufuklar için kendilerini zorlamadı,
ya da zorlayamadı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
12 Eylül sonrasındaki gerilemeyi ondan öncesinde de fazla bir şey olmamasına
bağlıyorum. Türkiye'de genel olarak iyi film yapılamamasının sebebi sansüre
bağlandı. Bir suçu başkasına yükleyeceğiz kendimizi temize çıkaracağız;
aslında bu Türk kültüründe, Türk insanının yapısında genel olarak var.
Bence insan suçu üzerine almalı, en azından suçun kendisinde olan tarafı
ile ilgilenmeli. Çünkü başkasına yüklediğimizde hemen tembelleşiriz. Ortalık
düzelmedikçe bir şey yapma isteğinde olmalıyız. Bence sinema üretimi çok
küçük bir zümrenin elinde ve bu zümre 12 Eylül öncesinde de büyük şeyler
yapmıyordu. Her konuda çok nitelikli filmler yapılabilir. Sansür asla
bir gerekçe olamaz. Kendini kandırmak gibi bir şey bu.
Türk sinemasının en büyük eksikliği sizce nedir?
Gerçekçilik. Benim için iyi film detaylarda doğrulukla, derine işleyen
bir çözümlemeyi biraraya getirebilen bir filmdir. Türk sinemasında gerçeğin
peşinde koşulmadığını düşünüyorum. Bu arada özellikle şunu söyleyeyim
Türk sinemasının en büyük sorununun senaryo olduğuna kesinlikle katılmıyorum.
Öyke bir filmi iyi yapmaz. Bir filmi iyi yapan detaylardır. Detaylardaki
doğruluktur öncelikle. Örneğin Tarkovski'nin "Ayna'sını düşünelim "Ayna"da
bir öykü olduğunu söyleyebilir miyiz? "Ayna" gibi bir filme klasik bir
senaryo da yazılabileceğini düşünmüyorum. Bir takım notlarla yapılabilecek
ve son derece geçmişine ve dünyaya gerçekçi bakabilen bir kafadan çıkabilecek
bir film. Duygusallıkla da duyguyla da iyi film yapılabileceğine inanmıyorum.
İyi film yapma tekelinin gerçekçi insanlara has olduğunu düşünüyorum.
Size göre Türk sinemasının uluslararası alanda kabul edilebilir
bir konuma ulaşması için ne gerekiyor?
İşin ticari yanı beni ilgilendirmiyor, ama sanatsal açıdan düşünürsek:
Sinema üretiminin küçük bir zümrenin egemenliğinden kurtulup geniş bir
tabana yayılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de bireysel ve içe
kapanık insanları da içine katacak şekilde. Şu anki sinema üretim koşullarının
karmaşıklığı içe kapanıkları daha çok korkuttuğu için bunu söylüyorum.
Ama sanırım sinema üretimini köşe başlarını tutmuş bazı insanların tekelinden
kurtaracak gerçek bir adalet, yine de bugüne dek başına bela olmuş olan
teknoloji sayesinde gelecek gibi görünüyor. Kameraların hafiflemesi, filmlerin
hızlanması ve digital teknolojinin gelişmesi, daha az organizasyon, daha
küçük ekipler ve daha az paralarla film yapmayı olanaklı kılacak. Niteliksiz
işlerin sayısında da artış olacak oluşuna çok da önem vermiyorum. Çünkü
iyi filmin gizli kalabileceğine inanmıyorum. Pelikül nostaljisine inanmıyorum.
Pelikül yok olsun hiç önemli değil. Önemli olan insan ruhunda uyandırdığınız
etkidir. Bunun digital teknoloji ile ya da başka bir şeyle yapılmış olması
o kadar da önemli değil. Sanıyorum teknoloji küçük bir ekiple film çekebilmeyi
sağlayacak kadar gelişmeseydi asla film çekemezdim. "Pelikül gidiyor sinema
bitiyor" türünden yakınmalara inanmıyorum. "Ses" çıktığında da "sinema
öldü" demişlerdi. Nasıl bir kurşun kalemle dünyanın en güzel romanı yazılabilirse,
küçük bir kamerayla da dünyanın en güzel filmi çekilebilir.
Kısa vadede bunun gerçekleşmesini mümkün görüyor musunuz?
Yeni çıkan sponsorluk yasası bir kıpırtı yaratabilir. Sponsorluk sisteminin
şu an Türkiye'de sinemaya destek sağlayan diğer kaynaklardan daha adaletli
olduğuna inanıyorum. "Kasaba" filmi için ayaklarım geri gide gide Kültür
Bakanlığı'na yaptığım başvurudan öğrendiğim tek şey, bu hayatı bir kez
daha tekrarlamamam gerektiği oldu. Sinema Vakfı için de aynı. Bürokrasinin
labirentlerinde kaybolup gitmek bir yana, paranın paylaştırılması konusunda
son derece ilkesiz ve adaletsiz bir mekanizmanın varlığını hissettiğim
için tabii. Sponsorluk sistemi şimdilik gözüme daha iyi görünüyor. İstanbul
Film Festivali'nde kazandığım ödül nedeniyle bir sonraki filmim için kısmen
Efes Pilsen'in sponsorluğu sözkonusu olacak. Şimdiye kadar yaptığımız
görüşmeler ve çalışmalar bile gösteriyor ki, her şey kısa, net ve mantıklı
bir işbirliği içerisinde geçiyor. Beni, sinemanın ne yazık ki yapılması
zorunlu birtakım can sıkıcı yan işlerinden arındırıyorlar. Filmin sanatsal
tarafına kesinlikle karışmıyorlar.
|