|
|
|
|
|
|
Koza
ve Kasaba'dan sonra kendinden emin yürüyüşüne devam eden Nuri Bilge Ceylan'ı
üçüncü filminin hazırlık aşamasında yakaladık. Sinema'sında, görüntü şölenleri,
karmaşık ve insanı büyüleyen kurgu tarzlarına prim tanımayan Ceylan'ın
samimiyeti ve iç dinginliği hayatına şekil veren ana damar olmuş. Bunu
sesinden duruşuna her halinden sezmek mümkün. O'nu, bize yakın olmaktan
öte, bizden kılan da bu olsa gerek.
- Filmlerinizde doğaya ve insan yaşamına çok duru, çok çocukça bir bakış
var. Sizce de böyle bir şey var mı? Varsa neden çocukluk?
- Yansız bir bakış olsun diye bunu tercih ettim. Çünkü çocuklar
kirlenmemiş bir şekilde bakıyorlar hayata. Kirlenmemiş derken ahlakî olarak
kirlenmişlik değil de ön yargısız bakış anlamında kirlenmemeden bahsediyorum.
Sinemada duygusallıktan hoşlanmam. Çocuk bakışında klişelerden uzak, aynı
zamanda da acımasız olabilen bir bakış var. Baktığı şeye acımaz kolay
kolay. Sadece bakar. Böyle bir bakışı oluşturmaya çalıştım; ama son bölümde
çok iyi başaramamış olabilirim bunu. Yani tam da öyle bir bakış olmadı
galiba. O bölümde büyükler dünyasının güvenli, ama aynı zamanda karmaşık ve karanlık
havasının çocukların üzerini bir yorgan gibi örtmesini istiyordum. Büyükler
dünyasının karmaşık havası da ilgimi çekiyor. Orada da kendi sorunlarım,
kendi problemlerim, hayata bakışım var. Büyüklerin dünyasına onları
da yedirmeye çalıştım bir yandan.
- Peki bunda kendi hayatınızı, kendi çocukluğunuzu irdeleme niyeti var
mı?
- Hayır, kendi çocukluğumu çok ilginç bulduğumu zannetmiyorum.
Ama hayat bize anlamını çocuklukta hissettirdiği gibi hissettiremiyor.
Algılar hiçbir zaman o kadar zengin olmuyor ve zaman geçtikçe köreliyor.
- Filmlerinizde bir olağanüstülük yok, hatta her insanın "tıpkı benim
çocukluğum" diyebileceği doğallıkta filmleriniz. Veya tarzınız böyle.
Sinema dili olarak izleyiciyi bağlayacak olağanüstü konu ve görüntülerin
taraftarı değil misiniz?
- Hem sinema dili olarak hem de hikaye olarak herkesin başına
gelemeyecek kadar özel olaylar, ilginç olaylar ilgimi çekmiyor. Hayatın
tipikliği daha çok ilgimi çekiyor, hayatın sıradanlığı içinden anlam çıkarabilmek.
Hayatı katlanabilir kılmanın yolu bu. O yüzden marjinal insanların başına
gelen marjinal olaylar ilgimi çekmiyor. Ya da sıradan insanların başına
gelen sıra dışı olaylar da ilgimi çekmiyor. Tam tersine sıradan insanların
başına gelen sıradan olaylar daha çok ilgimi çekiyor.
- Bu riskli bir durum değil mi? 'İnsanlar sinemaya niçin gider?' sorusuna
genelde hayatın sıradanlığından kurtulmak için diye cevaplar verilir.
Bu bağlamda sıradan hayatları insanlara sunmak tehlike içermiyor mu?
- Bu herkes için geçerli değil.
En azından başka ihtiyaçlarımızın giderilmesi için de sanat gündeme gelebilir.
Benim üzerimde hayatımı değiştirebilecek,
son derece derinlere sızabilecek kadar etki yapan filmler böyle filmler
değil. Günümüzde artık eleştirmenlerin ağzından da çok sık duyuyorum.
Sinema değerlendirilirken iki kavram iyice öne çıktı. Bir; keyif almak,
iki; sıkılmamak. Sanıyorum Walter Benjamin'in bir sözüydü: "Nasıl uyku
insan bedeninin dinlenmesinin doruk noktasıysa, sıkıntı da ruhsal
dinlenmenin doruk noktasıdır." Sıkıntıya önem veriyorum. Sinemada,
sıkmak, sıkıntı vermek ya da vermemek o kadar önemli değil. Çünkü asıl,
bazı derin noktalara belli bir sıkıntının ardından ulaşılabilir. Bana
en çok etki eden filmler, seyrederken en çok sıkıldığım filmler olmuştur.
Etkisi iki gün sonra üç gün sonra, ya da yıllar sonra çıkmaya başlayabilir. Sıkmamak adına
filmin içine bazı numaralar koymak. Film izlerken canımı sıkıyor bu tip numaralar.
Film yaptığınız anda üzerinize bir yansımalar
bombardımanı geliyor. Bu bombardıman insanı belli kliklere, belli klişilere
angaje edebilecek bir potansiyele sahip muhakkak. Sanatçının kendini
bütün bunlardan koruması zor. Ama imkansız değil.
- Büyük sanatçılar "bir sanatçının hiçbir zaman konusunu aramadığını,
konunun zamanla sanatçının içinde olgunlaştığını" söylerler. Sizce konu
olgunlaşır mı, aranır mı?
- Hatalı bir film olsun ama samimi, sanatçıyı zorlayan
duygulardan, durumlardan bir eser olsun. Aranıp bulunmuş zorlama bir konu,
izleyiciyi etkileme hesapları yapılmış duygusu veren bir eser olmasın.
Parlak ilginç bağlantılar, egzotik meseleler ilgimi çekmiyor.
Tabii toplum da böyle şeylere çok alıştırıldı ve giderek de artıyor. Herkesin kendi içselliği ile kurabileceği bir ilişki
var ama kullanılmayan
organ köreliyor. Bu ilişki giderek zorlaşıyor. Duyularımız köreliyor, inceliklerimiz,
bakışımız. Bir şeye baktığımız zaman orada ne göreceğiz. Her bakış başka
bir şey görüyor. Giderek gördüğümüz şeyler kalıplar olmaya başlıyor. Oysa
sanatın görevlerinden biri de insanın bakışını genişletmesi ve zenginleştirmesidir.
Görünenin ötesinde bir şey hissettirebilmesidir.
- Gerçekten de öyle oluyor. Bazen ufacık bir yaprak insanı mutlu etmeye
yetebiliyor.
- Geçenlerde Dostoyevski'nin Ecinniler kitabında öyle bir şeye
rastladım. Orada bir tartışmada adamın biri birşey diyor; "Kendimi mutsuz
hissettiğim zaman bir yaprağa bakarım. O yaprağın kıvrımlarına, içindeki
renk değişimlerine. ve bu bütün sıkıntılarımı alır." Sinemanın hikâyeye
çok önem vermesi insanları detaylardan uzaklaştırıyor. Hikâyenin biraz
zedelenmesi detayları ön plana çıkarıyor bazen.
- Ben bunu anlatmalıyım diyerek sinema yaptığınız oldu mu?
- Hayır. Şu söze inanmıyorum; -benim için geçerli değil en azından.
'Söyleyecek sözü yoksa, insan film yapmamalı' gibi.
Ben doğrusu kafası karışık biriyim. Beni sanata yönlendiren şeylerden
bir tanesi de sanatın hiçbir şeyden emin olmama özgürlüğünü sunan bir
alan olması. Dostoyevski'yi düşünelim mesela; -çok
iyi bir filozof aynı zamanda- neden düşüncelerini romana yapıştırmayı
tercih ediyor? Çünkü birtakım karşıtlıkları sürekli çarpıştırıyor. Eminim
ki tam olarak kendisi de emin değil hangisine inandığından. Bazen onun
gibi düşünüyor, bazen öbürü gibi. Gerçekten hiçbir
şeyden tam olarak emin olabilen insan değilim. Neyin doğru neyin yanlış
olduğundan. Doğrular sistemi içine doğuyoruz. Çevremizde ahlak yasaları
oluşturulmuş durumda. Ve vicdanımızla bunlar çarpıştığında bunların bazıları
giderek çürüyor. Film üretme süreci benim için bir öğrenme süreci. Öğretme
değil.
- Kasaba'da da bu var sanırım. Tarkovsky'de olduğu gibi "söze gelmeyeni
görüntüye getirme gayreti." Bir hikâyeden çok peşi peşine tabloları izletme.
- O anlamda sinemanın hikâye anlatmaktan çok belli bir atmosferi
oluşturabilmesinin daha çok önemi var. İzleyiciyi belli bir atmosferin
içine sokabilme, insanı kendi hayatının bilincinden çıkarıp başka bir
atmosferin içine sokabilme.
- Güzel bir atmosferin.
- Hayır. Güzel olabilir, olmayabilir de.
- Peki sinema, sizin için hayatın neresinde duruyor. Sadece bir meslek
mi?
- Tabii ki değil. Sinema benim için belki de yalnızlıktan kurtulmanın
yolu. Aynı şeyleri dokunaklı bulduğun, tanımadığın birtakım
kardeş ruhlara bir mektup göndermek gibi bir şey. Yazılmazsa da olmaz
bir şey.
- Cevap bekleme niyeti var mı?
- Tabii ki var. Muhakkak ki birtakım tepkiler bekliyorum. Ben
de takdir edilmek, bilinmek istiyorum. Bunların olmadığını söylemek yalan
olur. Gerçek insan ilişkisi zayıflıklar üzerinden kurulabilir. Ben hastalıklarımı,
korkaklıklarımı, zayıflıklarımı paylaşmak isterim. Bunları saklamak, gizli
tutmak, bastırmak hepimizi yorar. Ve bunları rasyonalize etmek ya da bir
şeyin içinde eritmek zorundayım. Bu da benim için sinema oldu.
- Daha evrensel olduğu için mi? Ya da fotoğrafçılığın devamı olduğu için
mi? Yani niye örneğin yazmak değil de sinema?
- O konuda daha yeteneksiz olduğum için herhalde ya da kendi
özelliklerimin bu konuya daha yatkın olmasından dolayı. Edebiyatı da çok
güçlü buluyorum. İnsan ruhunun derinliğine inmek konusunda.
- Filminizde Amerika'da okuyup tekrar köyüne dönen biri var. Reel hayattan
köydeki duruluğa sığınan biri. Sizin de böyle bir niyetiniz oldu mu hiç?
- Evet kırk yaşındayım ve o düşünce insana yaşlandıkça gerçekten
geliyor, babam öyle bir insan. Önce son derece idealist amaçlarla kasabaya
yerleşmiş ve giderek aradığını bulamayıp yavaş yavaş yalnızlığa ya da
kendi köşesine çekilmiş bir adam. Babamın kaderine uğramak beni korkuturdu
baştan. Fakat bazı kaderlerden sanıyorum kaçış yok. Ve yavaş yavaş aynı
korktuğum kadere kendimin de sürüklendiğimi hissediyorum. Bir bakıma sinema
zorunlu olduğundan korktuğum bir kaderden kurtulma umudu veriyor bana.
İnzivaya çekilmeden son bir hamle.
- Yani durum bundan ibarettir deyip bir hayali sinemaya dökmek gibi bir
şey miydi?
- O bir hayal değildi, gözlemlediğim bir şeydi. Babamın hayatında
gözlemlediğim ve kendimde de hissettiğim bir şeydi. Yani sinemaya bulaşmamış
olsaydım o inziva çoktan gerçekleşmiş olabilirdi. Ve o inzivayı sinema
yapıyor olmama rağmen daha derinden hissediyorum. İnziva arzusunu. Her
geçen gün konuşmaya daha fazla üşeniyorum. Daha fazla enerji gerektiriyor
benim için.
- Bu söyledikleriniz evrensel insan kavramı için bir gereklilik mi?
- Hayır, bir gereklilik değil. İçimde yakaladığım bir duygu olarak
söylüyorum. İnsanın idealize ettiği hayatla, fikirlerle kendi yaşadığı
hayat arasında her zaman acı verici bir mesafe vardır.
Sinema bu noktada gündeme gelir. Sanatla ilişki falan. Ben böylesinin
gerekli olduğunu savunmuyorum. İçimde yakaladığım bir duygu bu. Elimde
olmadan sürüklendiğim bir şey.
|