nbc home  

Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi
KOZA'DAN KASABA'YA BİR BİLGE
Seyyid N. Erkal, Zaman Gazetesi, Mayıs 1999

Koza ve Kasaba'dan sonra kendinden emin yürüyüşüne devam eden Nuri Bilge Ceylan'ı üçüncü filminin hazırlık aşamasında yakaladık. Sinema'sında, görüntü şölenleri, karmaşık ve insanı büyüleyen kurgu tarzlarına prim tanımayan Ceylan'ın samimiyeti ve iç dinginliği hayatına şekil veren ana damar olmuş. Bunu sesinden duruşuna her halinden sezmek mümkün. O'nu, bize yakın olmaktan öte, bizden kılan da bu olsa gerek.


- Filmlerinizde doğaya ve insan yaşamına çok duru, çok çocukça bir bakış var. Sizce de böyle bir şey var mı? Varsa neden çocukluk?
- Yansız bir bakış olsun diye bunu tercih ettim. Çünkü çocuklar kirlenmemiş bir şekilde bakıyorlar hayata. Kirlenmemiş derken ahlakî olarak kirlenmişlik değil de ön yargısız bakış anlamında kirlenmemeden bahsediyorum. Sinemada duygusallıktan hoşlanmam. Çocuk bakışında klişelerden uzak, aynı zamanda da acımasız olabilen bir bakış var. Baktığı şeye acımaz kolay kolay. Sadece bakar. Böyle bir bakışı oluşturmaya çalıştım; ama son bölümde çok iyi başaramamış olabilirim bunu. Yani tam da öyle bir bakış olmadı galiba. O bölümde büyükler dünyasının güvenli, ama aynı zamanda karmaşık ve karanlık havasının çocukların üzerini bir yorgan gibi örtmesini istiyordum. Büyükler dünyasının karmaşık havası da ilgimi çekiyor. Orada da kendi sorunlarım, kendi problemlerim, hayata bakışım var. Büyüklerin dünyasına onları da yedirmeye çalıştım bir yandan.

- Peki bunda kendi hayatınızı, kendi çocukluğunuzu irdeleme niyeti var mı?
- Hayır, kendi çocukluğumu çok ilginç bulduğumu zannetmiyorum. Ama hayat bize anlamını çocuklukta hissettirdiği gibi hissettiremiyor. Algılar hiçbir zaman o kadar zengin olmuyor ve zaman geçtikçe köreliyor.

- Filmlerinizde bir olağanüstülük yok, hatta her insanın "tıpkı benim çocukluğum" diyebileceği doğallıkta filmleriniz. Veya tarzınız böyle. Sinema dili olarak izleyiciyi bağlayacak olağanüstü konu ve görüntülerin taraftarı değil misiniz?
- Hem sinema dili olarak hem de hikaye olarak herkesin başına gelemeyecek kadar özel olaylar, ilginç olaylar ilgimi çekmiyor. Hayatın tipikliği daha çok ilgimi çekiyor, hayatın sıradanlığı içinden anlam çıkarabilmek. Hayatı katlanabilir kılmanın yolu bu. O yüzden marjinal insanların başına gelen marjinal olaylar ilgimi çekmiyor. Ya da sıradan insanların başına gelen sıra dışı olaylar da ilgimi çekmiyor. Tam tersine sıradan insanların başına gelen sıradan olaylar daha çok ilgimi çekiyor.

- Bu riskli bir durum değil mi? 'İnsanlar sinemaya niçin gider?' sorusuna genelde hayatın sıradanlığından kurtulmak için diye cevaplar verilir. Bu bağlamda sıradan hayatları insanlara sunmak tehlike içermiyor mu?
- Bu herkes için geçerli değil. En azından başka ihtiyaçlarımızın giderilmesi için de sanat gündeme gelebilir. Benim üzerimde hayatımı değiştirebilecek, son derece derinlere sızabilecek kadar etki yapan filmler böyle filmler değil. Günümüzde artık eleştirmenlerin ağzından da çok sık duyuyorum. Sinema değerlendirilirken iki kavram iyice öne çıktı. Bir; keyif almak, iki; sıkılmamak. Sanıyorum Walter Benjamin'in bir sözüydü: "Nasıl uyku insan bedeninin dinlenmesinin doruk noktasıysa, sıkıntı da ruhsal dinlenmenin doruk noktasıdır." Sıkıntıya önem veriyorum. Sinemada, sıkmak, sıkıntı vermek ya da vermemek o kadar önemli değil. Çünkü asıl, bazı derin noktalara belli bir sıkıntının ardından ulaşılabilir. Bana en çok etki eden filmler, seyrederken en çok sıkıldığım filmler olmuştur. Etkisi iki gün sonra üç gün sonra, ya da yıllar sonra çıkmaya başlayabilir. Sıkmamak adına filmin içine bazı numaralar koymak. Film izlerken canımı sıkıyor bu tip numaralar. Film yaptığınız anda üzerinize bir yansımalar bombardımanı geliyor. Bu bombardıman insanı belli kliklere, belli klişilere angaje edebilecek bir potansiyele sahip muhakkak. Sanatçının kendini bütün bunlardan koruması zor. Ama imkansız değil.

- Büyük sanatçılar "bir sanatçının hiçbir zaman konusunu aramadığını, konunun zamanla sanatçının içinde olgunlaştığını" söylerler. Sizce konu olgunlaşır mı, aranır mı?
- Hatalı bir film olsun ama samimi, sanatçıyı zorlayan duygulardan, durumlardan bir eser olsun. Aranıp bulunmuş zorlama bir konu, izleyiciyi etkileme hesapları yapılmış duygusu veren bir eser olmasın. Parlak ilginç bağlantılar, egzotik meseleler ilgimi çekmiyor.
Tabii toplum da böyle şeylere çok alıştırıldı ve giderek de artıyor. Herkesin kendi içselliği ile kurabileceği bir ilişki var ama kullanılmayan organ köreliyor. Bu ilişki giderek zorlaşıyor. Duyularımız köreliyor, inceliklerimiz, bakışımız. Bir şeye baktığımız zaman orada ne göreceğiz. Her bakış başka bir şey görüyor. Giderek gördüğümüz şeyler kalıplar olmaya başlıyor. Oysa sanatın görevlerinden biri de insanın bakışını genişletmesi ve zenginleştirmesidir. Görünenin ötesinde bir şey hissettirebilmesidir.

- Gerçekten de öyle oluyor. Bazen ufacık bir yaprak insanı mutlu etmeye yetebiliyor.
- Geçenlerde Dostoyevski'nin Ecinniler kitabında öyle bir şeye rastladım. Orada bir tartışmada adamın biri birşey diyor; "Kendimi mutsuz hissettiğim zaman bir yaprağa bakarım. O yaprağın kıvrımlarına, içindeki renk değişimlerine. ve bu bütün sıkıntılarımı alır." Sinemanın hikâyeye çok önem vermesi insanları detaylardan uzaklaştırıyor. Hikâyenin biraz zedelenmesi detayları ön plana çıkarıyor bazen.

- Ben bunu anlatmalıyım diyerek sinema yaptığınız oldu mu?
- Hayır. Şu söze inanmıyorum; -benim için geçerli değil en azından. 'Söyleyecek sözü yoksa, insan film yapmamalı' gibi. Ben doğrusu kafası karışık biriyim. Beni sanata yönlendiren şeylerden bir tanesi de sanatın hiçbir şeyden emin olmama özgürlüğünü sunan bir alan olması. Dostoyevski'yi düşünelim mesela; -çok iyi bir filozof aynı zamanda- neden düşüncelerini romana yapıştırmayı tercih ediyor? Çünkü birtakım karşıtlıkları sürekli çarpıştırıyor. Eminim ki tam olarak kendisi de emin değil hangisine inandığından. Bazen onun gibi düşünüyor, bazen öbürü gibi. Gerçekten hiçbir şeyden tam olarak emin olabilen insan değilim. Neyin doğru neyin yanlış olduğundan. Doğrular sistemi içine doğuyoruz. Çevremizde ahlak yasaları oluşturulmuş durumda. Ve vicdanımızla bunlar çarpıştığında bunların bazıları giderek çürüyor. Film üretme süreci benim için bir öğrenme süreci. Öğretme değil.

- Kasaba'da da bu var sanırım. Tarkovsky'de olduğu gibi "söze gelmeyeni görüntüye getirme gayreti." Bir hikâyeden çok peşi peşine tabloları izletme.
- O anlamda sinemanın hikâye anlatmaktan çok belli bir atmosferi oluşturabilmesinin daha çok önemi var. İzleyiciyi belli bir atmosferin içine sokabilme, insanı kendi hayatının bilincinden çıkarıp başka bir atmosferin içine sokabilme.

- Güzel bir atmosferin.
- Hayır. Güzel olabilir, olmayabilir de.

- Peki sinema, sizin için hayatın neresinde duruyor. Sadece bir meslek mi?
- Tabii ki değil. Sinema benim için belki de yalnızlıktan kurtulmanın yolu. Aynı şeyleri dokunaklı bulduğun, tanımadığın birtakım kardeş ruhlara bir mektup göndermek gibi bir şey. Yazılmazsa da olmaz bir şey.

- Cevap bekleme niyeti var mı?
- Tabii ki var. Muhakkak ki birtakım tepkiler bekliyorum. Ben de takdir edilmek, bilinmek istiyorum. Bunların olmadığını söylemek yalan olur. Gerçek insan ilişkisi zayıflıklar üzerinden kurulabilir. Ben hastalıklarımı, korkaklıklarımı, zayıflıklarımı paylaşmak isterim. Bunları saklamak, gizli tutmak, bastırmak hepimizi yorar. Ve bunları rasyonalize etmek ya da bir şeyin içinde eritmek zorundayım. Bu da benim için sinema oldu.

- Daha evrensel olduğu için mi? Ya da fotoğrafçılığın devamı olduğu için mi? Yani niye örneğin yazmak değil de sinema?
- O konuda daha yeteneksiz olduğum için herhalde ya da kendi özelliklerimin bu konuya daha yatkın olmasından dolayı. Edebiyatı da çok güçlü buluyorum. İnsan ruhunun derinliğine inmek konusunda.

- Filminizde Amerika'da okuyup tekrar köyüne dönen biri var. Reel hayattan köydeki duruluğa sığınan biri. Sizin de böyle bir niyetiniz oldu mu hiç?
- Evet kırk yaşındayım ve o düşünce insana yaşlandıkça gerçekten geliyor, babam öyle bir insan. Önce son derece idealist amaçlarla kasabaya yerleşmiş ve giderek aradığını bulamayıp yavaş yavaş yalnızlığa ya da kendi köşesine çekilmiş bir adam. Babamın kaderine uğramak beni korkuturdu baştan. Fakat bazı kaderlerden sanıyorum kaçış yok. Ve yavaş yavaş aynı korktuğum kadere kendimin de sürüklendiğimi hissediyorum. Bir bakıma sinema zorunlu olduğundan korktuğum bir kaderden kurtulma umudu veriyor bana. İnzivaya çekilmeden son bir hamle.

- Yani durum bundan ibarettir deyip bir hayali sinemaya dökmek gibi bir şey miydi?
- O bir hayal değildi, gözlemlediğim bir şeydi. Babamın hayatında gözlemlediğim ve kendimde de hissettiğim bir şeydi. Yani sinemaya bulaşmamış olsaydım o inziva çoktan gerçekleşmiş olabilirdi. Ve o inzivayı sinema yapıyor olmama rağmen daha derinden hissediyorum. İnziva arzusunu. Her geçen gün konuşmaya daha fazla üşeniyorum. Daha fazla enerji gerektiriyor benim için.

- Bu söyledikleriniz evrensel insan kavramı için bir gereklilik mi?
- Hayır, bir gereklilik değil. İçimde yakaladığım bir duygu olarak söylüyorum. İnsanın idealize ettiği hayatla, fikirlerle kendi yaşadığı hayat arasında her zaman acı verici bir mesafe vardır. Sinema bu noktada gündeme gelir. Sanatla ilişki falan. Ben böylesinin gerekli olduğunu savunmuyorum. İçimde yakaladığım bir duygu bu. Elimde olmadan sürüklendiğim bir şey.