|
|
"Mayıs
Sıkıntısı" hiç sıkmıyor.
Esra Yalazan, Ajan.net, 24 Nisan 2000
"Mayıs Sıkıntısı" bir film
adı olarak kulağa nasıl geliyor bilmiyorum, ama nedense benim sıkılan
ruhuma çok iyi geliyor. Hayatın düzenli ritmini anımsatan, huzurlu bir
can sıkıntısı gibi değil mi? Hatta sıcak bir günde kasaba meydanındaki
asfaltın üzerinden yavafi yavafi yükselen sarı tozlu dumanların arasında
kaybolma, kaybolurken uzun uzun ufuk çizgisine sığınabilme hevesi uyandıran
bir revahet hali belki de.
Bu film, önce Antalya Film Festivali'nde, daha sonra da basında yer alan
olumlu eleştirilerle hafızalarda iz bıraktı. Tabii hangi hafızalar diye
sorulacak olunursa, kuşkusuz sinema sanatını önemseyenler ve bundan hazzedenler
diye cevap vermek gerekiyor. Zira bu filmde bu tanımın dışında kalan grubu
çileden çıkaran, durduk yere -kelimenin tam manasıyla- delirten, eleştirmenlerin
her daim yaptıkları gibi yönetmenleri 'entelektüel' olmakla ithal etmelerine
neden olabilecek her türlü unsur mevcut.
Mevcut, ama öyle sandığınız gibi değil. Çünkü bu filmde tahayyül bile
edemeyeceğiniz bir profesyonellik de mevcut. Gördüğünüz fragmanlardan,
okuduğunuz haber veya eleştirilerden, filmi izleyen yakınlarınızdan edindiğiniz
izlenim nedir bilmiyorum, ama şu kadarını söyleyeyim; hadise o kadar basit
ve sıradan değil. Kasabaya ve ormana ait durağan görüntülerin arkasında,
hep aynı kaygılarla, ümitlerle, mutsuzluklarla yaşayan klasik bir ailenin
ve bir iki kasabalının ümitlerini, kaygılarını, mutsuzluklarını, doğal
bir biçimde anlatan film, aslında hiç de öyle kendiliğinden akıp gitmiyor.
Film içinde film hikayesi anlatan kurgunun ne kadar profesyonelce çekimli
olduğunu, görüntüleri, senaryosu, oyuncuların başarısı, müziği, güçlü
mizah duygusu ve sonuna kadar esirgemediği ironik tadıyla sinemanın olanaklarını
ne kadar iyi kullanımlı olduğuna tanık oluyorsunuz.
Filmin öyle anlaşılabilinir belirgin bir konusu yok. Ancak esas itibariyle
dört temel hikaye üzerine kurulmuş. Kasabadan kaçıp İstanbul'a kaçma takıntısı
olan bir delikanlı, yirmi boyunca baktığı, ormana sahip çıkmak isteyen
ve saplantılı bir biçimde ağaçlarını devletten kurtarmaya çalışan bir
çiftçi/baba, zor koşulara rağmen sinema yapmak isteyen bir yönetmen ve
müzikli bir saat alabilmek için kırk gün cebinde bir yumurtayı kırmadan
taşımaya çalışan bir çocuk. Bu tematik hikayelerin altında kullanılan
müziğin (Bach, Schubert, Handel) tesadüfi olduğunu söylemek zor. Dolayısıyla
yönetmenin bu manada da sinemanın bütünlüğünü koruduğunu görmemek mümkün
değil.
Peki insanların yüreklerine mizahla ve aynı anda ironik bir hüzünle dokunabilmenin
sırrı ne?
Kuşkusuz bu sorunun cevabı filmin yönetmeni Nuri Bilgi Ceylan'da saklı
olmalı. Bu soruyu veya muhtemel cevabını sözcüklerle formüle etmek mümkün
değil. Bir yönetmene ironiyle yüklü film ve resim tadında bir filmi nasıl
yaptığı sorusunun, bir şaire nasıl o harikulade dizeleri yazdığı sorusunu
yöneltmekten pek farkı yok. Dolayısıyla ben de bu filmin sarhoşluğuyla
İstiklal Caddesi'nde yürürken, tuhaf bir tesadüf eseri Nuri Bilgi Ceylan'la
karşılaşılınca hiç adetim olmadığı üzere (sokakta adam çevirmek) kendisini
durdurup sadece şunları söyleyebildim: "Meselenize bu kadar sadık kalıp,
sinema adına dürüst olabilmeyi - üstelik estetiği ve mizahın gücünü koruyarak
- nasıl becerdiniz bilmiyorum, sadece elinize sağlık demek istedim". Onun
cevabın ne dediğini hatırlamıyorum, galiba yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle
İstiklal Caddesi'nin uğultulu kalabalığına doğru karıştı.
"Mayıs Sıkıntısı" itiraf etmeliyim ki biraz uzun, ancak çok uzun bir zaman
Türk sinema tarihinde iz bırakacağı ve hatırlanacak kesin olan bir film.
Birisi bu filmle ilgili "galiba biz şimdi Avrupa sinemasını anladık" demişti.
Yürekten katılıyorum. O, aslında pastoral, insanı gülümseten ve aynı anda
o keskin dramatik anlarla hüzünlendirilebilen bir İtalyan kır filmi yapmıştı.
Sanıyorum Nuri Bilge Ceylan, diğer genç yönetmenlerle beraber bu ülkede
bir dönüm noktası olarak anılacak. İlgilendiyseniz, filmi sakın kaçırmayın,
çünkü bu filmi televizyonlarda izleme şansınız hemen hemen hiç yok.
|