Çehov
BENİ ISITIYOR
Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi
Esra Aliçavuşoğlu, Cumhuriyet Gazetesi, 2 Aralık 1999
Esra Aliçavuşoğlu - Mayıs Sıkıntısı, bir yönetmenin büyüdüğü kasabada film çekme çabalarını anlatan bir film. Filmi otobiyografik olarak tanımlayabilir miyiz? Kurgu nerede devreye giriyor?
Nuri Bilge Ceylan - Otobiyografik olduğu söylenebilir. Senaryo büyük ölçüde, ilk filmim Kasaba'yı çekerken yaşadıklarım ve gözlemlerimden oluştu. Ama tabii ki hikâyeyi sağlamlaştırmak ve belli bir dengeyi sağlamak için hayal ürünü şeyler kattık.
Mayıs Sıkıntısı'nda babanızı anlatırken onun ekseninde neleri ele alıyorsunuz?
Aslında babam hakkında daha kapsamlı bir film yapmak istiyordum. Başlangıçta niyetim onun kimselere benzemeyen taraflarına eğilmekti. Ama galiba film, babamın özgün ve beni hayrete düşüren taraflarını değil de, daha çok tipik, herkeste var olabilecek bir özelliğini öne çıkardı. Yaşama gücünü birbiri ardına edindiği amaçlarla, bunlara ulaşmak için giriştiği sonu gelmez mücadeleler içinde bulan, tüm vaktini bu mücadeleyi lehine çevirecek stratejiler geliştirmekle harcayan, bu yüzden de biraz bencilleşmiş ve insanlara güvenini biraz yitirmiş bir karakter çıktı ortaya.
Filmi Çehov'a adıyorsunuz...
Evet. İster film yaparken ister normal yaşantımı sürdürürken, Çehov'un dünyasının her zaman güven verici, ılık bir yorgan gibi üzerimi örttüğünü ve beni ısıttığını hissetmişimdir.
Gerek kullandığınız dil gerekse içerik olarak Türk sineması içinde özgün bir konuma sahipsiniz. Bu özelliğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bilmiyorum. Ben sadece algılarım ya da sezgilerimle yakalayabildiğim bir dünyayı elle tutulur hale getirmeye çalışıyorum. Ancak sinemada niyetlerle sonuçlar arasında bir oransızlık ortaya çıkması her zaman diğer sanatlardan daha kolaydır. Ama ortaya çıkardığım ürünlerin diğer ürünler ya da Türk sineması içindeki konumunu değerlendirmek benim işim değil.
Türk sinemasında son yıllarda yeni bir oluşum söz konusu. Bir tarafta Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim gibi "fakir", kendi yağıyla kavrulan yönetmenler; bir tarafta da Sinan Çetin, Mustafa Altıoklar gibi geniş olanaklara sahip isimler var piyasada... Türk sinemasındaki bu sınıflanmayı nasıl görüyorsunuz?
Modern dünyanın piyasa koşulları artık bu tip sınıflanmaları zorunlu kılıyor. Artık büyük prodüksiyonlar için belli kalıplara uyan, oyunu kurallarına göre oynayan ve riskleri minimuma indiren projeler vazgeçilmez gözüküyor. Kimi sinemadaki hedefleri doğrultusunda, kimi zorunluluktan, kimi kişiliğinin ya da ilkelerinin dayattığı birtakım zorlamaların etkisiyle sinema ile bir ilişki içinde. Tabii kişisellik sinemanın ticari kurallarıyla çeliştiği için, kişiselliğin kendini kayıtsız şartsız dayattığı yönetmenler kendi üretim koşullarını yine kendileri yaratmak zorunda kalıyorlar. Bunun bedeli de sinema için diğer sanatlara göre ne yazık ki daha ağır. Ama sonuçta yapacak bir şey yok. Tarkovski'nin deyişiyle, sanatçı, ya yeteneğini son damlasına kadar ve bütünüyle ortaya koymak ya da ruhunu üç kuruşa satmak arasında bir tercih yapmak durumunda.
Filmlerinizde minimalizmin etkisi nedir?
Bugün çok somut olarak hissetiğim şey, algılarımdaki keskinliğin giderek körelmekte olduğu. Ancak bir türlü emin olamadığım; bunun sadece giderek yaşlandığım için mi yoksa içinde yaşadığımız fazlalıklar kültürünün etkisiyle mi olduğu... Belki ikisi de, ama sadece üretim koşulları ve bütçe açısından değil, sinemanın anlatım araçlarının belli bir tutumlulukla kullanılması da benim için önemli. İçinde yaşadığımız kaotik ortama, tüketim çılgınlığına, fazlalıklar kültürüne karşı mücadele etme, direnme şeklim benim bu biraz da.
|