nbc home  


YURTDIŞINDA MAYIS SIKINTISI

Çeviriler: Ayşe Orhun Gültekin

(...) Filmi hayranlık verici kılan, uçuşkan duygularla, birbiriyle örtüşmeyen arzuları, bu melankolik koşullarda, her şeye rağmen birbirine bağlayabilme biçimidir. Özelden kamusala, belgeselden kurguya, yalandan asıl olana... Bu, aynı zamanda sinemanın da katettiği yoldur. Sessiz, sarsıcı bir sekansta, Nuri Bilge Ceylan yaşlanmakta olan anne ve babasının yüzlerinde zamanı dondurmak istediğinde, sinema sanatının lirik ve törensel anlatımının doruğuna ancak bu kadar yaklaşabilirdi. Mayıs Sıkıntısı, geçip giden zamanın kasvetinden koparılmış bir bahar ayinidir, oğulların eserlerinde can bulan babaların ermişliğidir: Bunun adına şükran denir.
Jacques Mandelbaum, "Passage de générations sous un ciel de printemps", Le Monde, 21 Mart 2001.

 

(...) (Nuri Bilge Ceylan) kısa filmi Koza ve uzun metrajlı iki filmi Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı'yla, yeni Türk yönetmenlerin en çok ilgi çekeni olarak öne çıkıyor. İsteyerek küçük bütçe ve sınırlı bir ekiple kurduğu sineması büyük bir estetik ve tematik tutarlılık taşıyor. Ozu, Bresson ve Tarkovski arasında bir noktaya yerleşiyor böylece. Çok uzun zamandır kırsal dünyayı ve de hayatın ve şeylerin taşıdığı gerçeklik duygusunu böylesine iyi anlatan bir film izlememiştik. Renoir'ın Une Partie de campagne'ı ya da mutlaka Bresson'un Mouchette'i ve Au hasard Balthazar'ı gibi...
Raphaël Millet, "Cinéma turc, fin de siècle", Qantara, no: 35, Bahar 2000.



(...) Filmin biçimsel çekiciliği ve derinliği hemen göze çarpmıyor; uzunca bir süre ayrıntılar ve anekdotlara dayandığı hissini uyandırıyor film, ama bütüne baktığınızda öykünün gücünü ve ince bir zekâyla kurulmuş olduğunu algılıyorsunuz, ve Ceylan'ın tarzının hınzırlık dolu derinliğini de.
Mayıs Sıkıntısı ve Muzaffer'in konusu ve adı hiçbir zaman belirtilmeyen filmi arasındaki sınır tümüyle yok olmasa da, giderek bulanıklaşıyor. (...)

A. O. Scott, "He Makes Movies Oddly Like Life", The New York Times, 7 Nisan 2001.



(...) Bu düşündürücü modern fablde Türkiye'deki kırsal yaşamın rüzgârla silkindiği olağanüstü bir an var. Ağaç dalları sallanır, yapraklar hışırdar ve parlar, ve bulutların gölgeleri inişli çıkışlı tepelerin üzerinden hızla kayar. Bir film yönetmeni, Muzaffer, sessiz ve kendinden geçmiş bir halde bu manzaraya bakarak, rüzgarın içinde hafifçe sallanmaktadır. Doğduğu kasabadaki eski evlerin dış yüzeylerinin dokusu ve üzerlerine vuran farklı ışıklar karşısında büyülenmiştir, ama bir yandan da orada yaşayanların umutları onu sıkmaktadır. Yeğeni Saffet, Muzaffer ona İstanbul'da bir iş bulabilirse hayatının bir anlam kazanacağına inanan amaçsız bir gençtir. (...) Muzaffer'in öteki yeğeni, dokuz yaşındaki Ali'ye de, bir yumurtayı cebinde kırk gün kırmadan taşıyabilirse müzikli bir kol saati vaadedilmiştir. Öte yandan, Muzaffer'in babası, elli yıldır yetiştirdiği ağaçların devlet tarafından kesilmesini engellemeye kararlıdır. Aile fertlerini oyuncu ve ekip elemanı olarak kullanacağı bir film yapmaktan başka bir şey düşünmeyen Muzaffer için bütün bu samimi arzular hiçbir önem taşımamaktadır. Ama bir film yönetmeni kameraya almak istediği kişileri nelerin yönlendirdiğiyle ilgilenmeden onların filmini gerçekten çekebilir mi? Çehov'a adanmış olan Mayıs Sıkıntısı hınzır mizahı ve duygusallığa kaçmayan gerçekçiliğiyle Vişne Bahçesi ile karşılaştırılmayı bekliyor.
Pamela Troy, 44. San Francisco Uluslararası Film Festivali Kataloğu, 2001.



(...) Filmin büyük gücü yönetmenin doğa manzaralarına saflıkla hayran kalan bön şehirli yanılsamalarımızla oynamasından kaynaklanıyor. Bir çeşit ince alaycılık filmin dinsel duruluğunu sürekli ikirciklendiriyor. Sonuçta muhtelif okuma düzeyleri sunan ironik bir eser çıkıyor ortaya; açık yürekli olduğu kadar mesafeli, gerçekçi olduğu kadar düşsel güzellikte, oyunbaz olduğu kadar uysal. Ceylan gerçeğe, ama aynı zamanda bu gerçekle oynamaya da susamış seyirci hazzımızı kızıştırıyor. Bir kere daha, sinemanın kurtuluşu doğudan geliyor.
Vincent Ostria, "Nuages de Mai", Les Inrockuptibles, 21 Mart 2001.



(...) Mayıs Sıkıntısı'nın zenginliği, yönetmenin çektiği karakterlere doğru mesafede durmayı bilmesinden kaynaklanmıyor sadece. Film ayrıca, yitip giden köy hayatından, büyük kentlere duyulan özlemden ve çocukların yakasını bırakmayan oyuncak düşlerinden de söz ediyor. Kısaca, bu özellikleriyle hiç de yalnız olmayan, bugünkü Türkiye'nin durumunu anlatıyor. (...)
Émile Breton, "Un Tchekhov turc", L'Humanité, 21 Mart 2001.



(...) (Mayıs Sıkıntısı) toprağa ve onun değerlerine çevreci bir geri dönüşün savunuculuğunu yapmıyor, daha çok, çiçeklerin olduğu kadar çürümenin de kokusunu soluyarak, bu besbelli ki ıssızlaşmış ve gözden çıkarılmış yörenin neye dönüştüğünü dalgın bakışlarla izliyor. (...
)
Didier Péron, "Poésie d'Anatolie", Libération, 21 Mart 2001.



(...) Bu yumurta ya da bir diğeri, hiç fark etmez. Hem zaten, başından beri hayalini kurduğu, ama iyice tartınca artık işine yaramayacağını düşündüğü kol saatinin yerini, ona (Ali) verilen şu melodili çakmak almıştır. Çekim sahneleri başlayana kadar film bu şekilde adım adım ilerliyor. Gerçek film ya da değil, pek anlaşılmıyor, çünkü burada her şey aynı zamanda hem gerçek, hem de değil. Görünenin ötesinde anlaşılmaz hiçbir şey yok aslında, ama sonuçta dünyanın ve varlıkların bütün karmaşıklığı var filmde. Parlak ve karanlık. Yaşayan.

Pascal Mérigeau, "Cet oeuf ou un autre...", Le Nouvel Observateur, 21 Mart 2001.



(...) Bu, sinema içinde sinemadır (meta-sinema), bu aynı zamanda, hem değişmek hem de olduğu gibi kalmak isteyen gerçekliği incelemek için yeni bir araçtır; "mekanik göz", gerçekliği yeniden üreten teknolojinin filtrelerinden geçen bu "küllenmiş" sosyal duruma tanıklık etmeyi üstlenir, onu görüntüler, ama onu ruhsuz ve duygusuz bir dille aktarır. (...)
Giacomo Martini, "Nuri Bilge Ceylan: un cinema tra poesia e nostalgia", Cinemalibero, Centro Cinema Pasolini, no: 3, Nisan 2001.



(...) Bu tür kapalı yaşam biçimlerinde hep kurnazca bir şeyler vardır, izleyiciyi nereye çekmek istediğini çok iyi bilen Nuri Bilge Ceylan, kendini eleştirmekten de geri durmaz: Yönetmeni oynayan Muzaffer sempatik bir karakter değildir, çektiği film kimseyi tatmin etmez, "kırışıklıkları öne çıkaran görüntüler" dışında etrafındakilere vereceği pek bir şey olmasa da, onları kendi arzularına alet etmekten kaçınmaz. (...)
Jean-Sébastien Chauvin, "L'oeuf d'Ali", Cahiers du cinéma, no: 555, Mart 2001.



(...) Bazı izleyiciler yönetmenin ultra-minimalist tarzıyla çileden çıkabilir, ki bu tarzda çekilen her sekans bir çok yönetmenin "Kes!" diyeceği noktadan sonra da epey bir süre devam ediyor. Ve gerçekten de, filmin ilk saatindeki aşırı uzun hazırlık sahneleri daha kısa tutulabilirmiş. Oysa filmin ikinci yarısı, kendini çok belli etmeyen ama hareketli ve fazlasıyla tatmin edici bir zirveye ulaşıyor. Ceylan filmini Çehov'a ithaf etmiş, ve filmde kesinlikle çehovvari bir şeyler var, en açık referans noktası olarak da Vişne Bahçesi öne çıkıyor. (...)
David Stratton, "Clouds of May", Variety, 28 Şubat - 5 Mart 2000.



(...) Mizahla veya ciddiyetle altı çizilmiş detaylar filmin genel diline kusursuz sahicilikte bir kesinlik veriyor. Bir batı müziği melodisi plana hakim olduğunda, bir an için Ceylan'ın klişelere başvurduğunu düşünüyoruz, ama bu endişe kısa sürüyor: Muzaffer ayağa kalkıyor ve müziğin geldiği araba radyosunu kapatıyor. Filmin bütünündeki dil birliğine uyarak alınmış bu karar, Ceylan'ı günümüz sinema sanatının az tanınan ama taklit edilemez şairleri arasına katmaya yetiyor: Portekizli Oliveira, İranlı Kiarostami ve Rus Sokourov.
Freddy Buache, "Richesse d'une apparente simplicité", Matin dimanche, 8 Nisan 2001.

 

(...) Nuri Bilge Ceylan da kendine özgü bir Don Kişot. Sessizce verdiği savaşım çok farklı boyutlara sahip: Kimseyle savaşmıyormuş gibi gözükse de, başta kendi kendisiyle boğuşuyor; sonra da yerleşik sinema değerlerine ve moda olana karşı, kendi yolunu izlemekle yetinerek, pasif olarak tanımlayabileceğimiz ciddi bir savaş vermekte.(...)
Mehmet Basutçu, "Paris Notları", Hürriyet Gösteri, Mart 2001.