nbc home  

 

bir film açımlaması: "mayıs sıkıntısı"
Tutkuların "sıkıntılara" dönüştüğü başyapıt

Filiz Cemsu, Papirüs Dergisi, sayı:35, Ocak 2000

Nuri Bilge Ceylan'ın Antalya Film Festivali'nde en iyi yönetmen, en iyi ikinci film, en iyi laboratuvar (Fono Film) ve oyuncuları için jüri özel ödülü alan (ilki kısa metrajlı "Koza" ile uzun metrajlı ilk çalışması "Kasaba"nın ardından çektiği) üçüncü eseri "Mayıs Sıkıntısı" 10 Aralık'tan bu yana gösterimde. Film adına uygun bir şekilde genç bir adamın "sıkıntısı"yla başlar. Küçük bir kasabanın dar "olanakları"na hapsolmuş Saffet sırf oralardan kaçmak için üniversite sınavına girmiş, fakat kazanamamıştır. Postacıdan alıp okuduğu sınav sonuç kağıdı onu derin bir yeise düşürmüştür. Bir türlü kurtulamadığı Yenice'nin küçük meydanına bezginlikle bakar. İşte bu noktada yönetmen araya girerek jeneriği kaydırır. Film daha ilk birkaç dakikasında bize kendisiyle ilgili iki ipucunu verir. Birincis i yönetmenin zaman olarak seçtiği "şimdi", diğeri teması ile ilgili "tutkudan kaynaklanan sıkıntı"dır. Bir Mayıs ayının içerisine yerleştirilmiş bu "şimdiki zaman"da filmin bütün karakterlerinin son derece kişisel, bir o kadar da sıradan dünyalarının tutkuları ve bu uğurda çektikleri sıkıntılar bütünlük içerisinde, minimalist eğilimle anlatılır. Doğrusu plastik sanatlarda pek hazzetmediğim bu eğilim sinema sanatında harikalar yaratabiliyor. Gerek teknik açıdan, gerek üslup açısından indirgemeci, sade, abartı ız olan, deyim yerindeyse "olanaksızlar içerisindeki olanakları" araştıran bu tavır sinemada oldukça verimli.

Doğanın Ritmi

"Mayıs Sıkıntısı" klasik anlamda "giriş-gelişme-sonuç" kullanılmadan; "kadın etine", "aşka" ve "eşeysel kavuşmalara" (şükürler olsun ki) itibar edilmeden üretilmiş bir sanat eseri. Gerilime, öpüşme efektlerine, suni heyecanlara, anlamsal-imgesel-simgesel bağlamda sığ çalışmalara "Pavlov'un Köpeği" misali alıştırılmış seyircilere göre son derece kapalı, şartlı refleksleri olmayanlara göre ise apaçık bir film. Bildik anlamda bir geriye dönüş bile kullanılmamış. Hep şimdiki zaman içerisinde akan bu yapı içerisinde doğup büyüdüğü kasabaya film çekmek için gelen Muzaffer'in ana-babasına daha önce çektiği deneme çekimlerini gösterdiği sahneyi saymazsak, rahatlıkla söyleyebiliriz ki "modern anlatımın olanaklar yelpazesinden" de yararlanmamış yönetmen. Yalın, akıcı, durağan fakat kesinlikle yeknesak olmayan bir dili var. Zaten film bu saydığım özellikler olmadan ortaya konulamazdı. Yapıtın hem mekânı hem başkahramanı olarak değerlendirilen "doğa"yla örtüşebilecek piyasa kaprislerinden uzak anlatım biçimi, ancak bu olabliirdi. Yoksa kimi eleştirmenlerin filmin "durağanlığı"nı bir hata gibi algılaması, fikrimce, hatalı. Yönetmen doğanın kendine özgü ritmini yakalamış (daha ne yapsın, sonuçta "Vahşi Vahşi Batı"nın, "Matrix"in malzemesi ve evreniyle karşı karşıya değiliz. Doğanın temposu elbette ki Hollywood ürünlerine benzemeyecektir.) Bu "kendine özgü ritm"in simgesi ise kaplumbağadır. ("Kasaba"da da vardı hayvancık. Tabii aynısı mı bilemem!) İfade edilmek istenen şey de işte bu! Filmin ritmi de, özü de bu hayvanda dile getirilmiş. Modern yaşamın ve Hollywood sinemasının bize önerdiği o anlamsız temponun karşısında kalkan gibi sağlam kabuğu ile dikilen bu mağrur tosbağacığın hareketlerinde içrek olan şey doğanın kendine özgü dizemidir. İnsanoğlunun temposu ne olursa olsun bu doğanın kendine özgü devinimini değiştiremeyecektir.

Rüzgarı Hissetmek

Yönetmen sırası geldikçe "baş kahramanımızın" kendine özgü gerilimlerini, heyecanlarını bize gösterir: Boz bulutlar kabararak gök kubbeyi kasvetle sarar, ardından deli balta bir gürlemeyle her yan sarsılır, davetsiz misafir misali apansız boşalan yağmurla daha birkaç dakika önce börtü böceğin sesini otların arasında pinekleyerek dinleyen insanlar evlerine doğru yeldirirler. Dolayısıyla yönetmen, çerçeve içindeki hareketleri klasik anlamda sadece insanlardan ya da nesnelerden elde etmemiş. Doğanın hiçbir ölümlüye ait olmayan ele avuca sığmaz tekmil malını mülkünü bir film malzemesi olarak kullanmış. Örneğin; "görünmeyen fakat hissedilen" rüzgârdan, deyim yerindeyse bir enerji kaynağı gibi yararlanarak çerçevelerdeki devinimi yakalamış. Karelerin hatırı sayılır bir kısmında rüzgârın varlığını duyumsamamak olanaksız. Kimi zaman onun yel yeperek bir esişle önündeki akçıl bulut topaklarını savurup çerçevelerden kaydırdığını, kimi zaman dudu dilli bir okşayışla durgun yaprakları ve otları sağı solu belli olmaz ritmine uydurduğunu görürüz. Bugüne kadar doğa Türk sinemasında şu veya bu şekilde gösterildi ama hiçbir zaman böylesine dile gelmedi. Türkiye insanı kendi yerüstü dokusunu çekilen onca filme rağmen bu haliyle görmedi. Devletin, özel sektörün, toplumun eğitimsiz kesimlerinin "kasık mancası" (yatılacak kadın) olarak gördüğü, gün be gün eriyen tabiatına hiç böyle bakmadı. Yeşilçamın eyyam efendileri filmler çektiler ama onu olmasa da olur anlayışıyla çoğu kez ucuz bir dekor olarak kullandılar.

İç ve Dış Doğanın Barışı

Filmin "ikinci başkahramanı", Muzaffer'in uz elli babası Emin Bey ise dooğayı bir aşifteymiş gibi kullanmaz. Aksine tam bir sadakatle bu mağrur ve mağdur sevgiliye bağlıdır. Öyle ki deneme çekimleri için Yenice'ye gelmiş olan oğlu, onun bütün bir gün boyunca durup dinlenmeden bitkileri sulamasını, ağaçları ilaçlamasını, otları biçmesini, işe yaramayan kütükleri parçalamasını yayılarak oturduğu sandalyesinde şaşkınlıkla seyreder. Yaşlı adamın içindeki doğa ile ona şefkatli bir barmak olan dışındaki doğa barış içerisindedir. O en büyük mücadelesini dışlarındaki doğa ile savaş içerisinde olan devlete ve onun tapu kadastrocularına karşı vermektedir. Elli yıldır emek verdiği selvi boylu kara yazgılı ağaçlarını onların tamahkar bürokrasisine kaptırmamak için uğraşmaktadır. İçi titremektedir; ya ortada olmadığı bir gün memurlar gelip ağaçlarını işaretlerse diye. Orada onların yanıbaşında olmalı, serin gölgeleri altında düşmanlarını beklemelidir. Bu tutku onun hayatının sıkıntılı bir davası olmuştur artık. 20 yıldır gelmelerini beklemiş, bu arada biricik sevgililerini nasıl daha iyi koruyabileceğinin yollarını araştırmak için hukuk kitaplarına gömülmüştür. Oysa içindeki ve dışındaki doğanın barışına adanmış bu yaşamı en yakınları anlayamazlar. Onlara göre o takıntılı bir adamdır. Karısı Fatma Hanım onu öylesine dinler. Oğlu "baba sana bırakmazlar burayı" der durur.

Sade Dille Harikalar Yaratmak

Bu şehirli oğulun tutkusu ise sinemadır. Sıkıntıyla, elindeki senaryoyla oynar. Çevresinde gördüğü şeyleri video kamerasıyla çeker, filmi için uygun mekân arar. Pahalı bir sanatı en ucuza kotarmak zorundadır. Bu sebeple yerli halktan tanıdıklarını oynatmaya karar vermiştir. Önce akrabalarından Saffet'e bunu önerir. Delikanlı üniversiteyi kazanamadığı için bir fabrikada çalışmaktadır. Babasıyla dedesinin rica minnet soktuğu bu işten, Muzaffer'in teklifi ve İstanbul'da iş ayarlama sözüyle ayrılır. Bu kararı anne-babası tarafından hoşnutsuzlukla karşılanacak ve azarlanacaktır. Bu sahnedeki diyaloglar enfestir. Halkın kullandığı günlük dille birebir uyuşmaktadır. Nuri Bilge Ceylan filmin bütününe hakim olan bu sade dille harikalar yaratmıştır. Türk filmlerinin çoğunda yapılagelen "edebiyat" ve "felsefeden" kesinlikle uzak durmuştur. Saffet'in sanayileşmeye başlamış olan memleketinde işçi olmak istemeyişi anlaşılabilir bir şeydir (bacasından duman tüten fabrikaların gösterildiği sahnedeki doğal dekorların renkleri soluk, bitkisel doku seyrektir. Böylece doğayı korumadan sanayileşmenin onu nasıl sinsice öldürdüğünü hissederiz) belki ama onu daha ötekeye taşıyabilecek niteliklerden kişisel olarak uzaktır. Binlerce gencimizin pençesinde kıvrandığı bu olanaksızlıklar onu da bitirip tüketmektedir. Ceylan, olumlu ya da olumsuz bir çözüm üretmek yerine gerçekçi bir tutumla onu içine düştüğü kapandan asla kurtarmayacaktır. Bu genç adamın öyküsünü, bu şekilde tasarlamış ve tamamlamış olarak olay örgüsünün içine yaymıştır.

Hain Domatesler ve Kırılan Yumurta

Muzaffer'in diğer "oyuncusu" dokuz yaşındaki, ilkokul öğrencisi Ali'dir. Kahramanımızın tutkusu ise müzikli bir kol saatine sahip olmaktır. Halası Fatma Hanım, ufaklığa bir parça sorumluluk öğretme amacıyla, bir yumurtayı cebinde kırmadan kırk gün taşırsa istediği şeyi alma konusunda babasını ikna edeceğine dair ona söz verir. Ali, Muzaffer'in bu yumurtayı başka bir yerde saklaması önerisini geri çevirir. Çünkü bu ona göre "hilelik" olur. Günlerden bir gün nenesi ona bir sepet dolusu domates verir ve dereleri tepeleri aşarak bir akrabasına bunu götürmesini buyurur. Küçük kahramanımız hiç istekli değildir ama nenesi onu susturur. Ufaklık arpa boyu kadar yol katettiği sırada hain domateslerden biri kazara yere düşürür ve eğilip alayım derken okul önlüğünün cebinde taşıdığı yumurtasını kırıverir. Sonuç boşa çıkan emekler ve düş kırıklığıdır. Ama o bu işin peşini bırakmaz, bir kümese dalar ve birkaç tane yumurta çalar; ele güne de bu olaydan hiç söz etmez. Ceylan'ın en şanslı kahramanı, sonunda elde ettiği müzikli çakmak (bunu ona Muzaffer'in asistanı Sadık vermiştir) ve saatle Ali'dir. Ama yaşına göre altından kalkamayacağı bir işi "hilelikle" olsa da başarması, sıkıntı çekmediği anlamına gelmez tabii ki.

Kırmızı İşareti Görünce.

Muzaffer'in filmi için seçtiği oyuncular sırf bu kişilerle sınırlı kalmaz. Önce yaşlı ve hasta bir köylünün evine gider. Adamı hasta yatağından kaldırır, teklifini yapar ve bir miktar para da vereceğini söyler. Yaşlı adam "para önemli değil, geçici, sağlık olsun" der. Tipik bir Anadolu insanıdır o. Takati bile yoktur ama yardım etmeye hazırdır. Fakat Saffet'in sufle ettiği diyaloglarda başarısız olunca Muzaffer ondan vazgeçer. Eve gelip anne ve babasına oyuncu olarak kendi filminde oylamaları konusunda ısrar eder. Evine ziyarete gittiği yaşlı adamın bu iş için para istediğini söyler. Bu sahnede Muzaffer'in tutkusu için sınır tanımadığını, kolaylıkla yalan söylediğini görürüz. Annesi oynamak istemez. Muzaffer diretince kabul eder. Sonunda istediği olacaktır. Akrabalarından derlediği hasbi ekibiyle babasının çiftliğinde ağaçların altında çekim yapmaya başlarlar. Fakat babası bir türlü rolüne yoğunlaşamaz. Aklı fikri tapu kadastroculardadır. Çünkü onların kasabaya geldiğini öğrenmiş, nerelere uğradıkları konusunda sonuçsuz kalan pürtelaş bir araştırma yapmıştır. Dolayısıyla sırf oğlunun hatırı için katlandığı bu işe kendisini veremez. Muzaffer ise ona kaygı ve sıkıntılarında hiç anlayış göstermez, bencilce çıkışır ve onu zorlar. Filmin en güzel dramatik buluşlarından birini işte burada yaşarız. Yaşlı adam kendisine sufle edilen bir söz gereği başını yukarıya doğru kaldırdığında sevgili ağaçlarından birinde o ölümcül kırmızı işareti görür. (kırmızı işaret tıpkı satışa çıkarılmış kurbanlıklara vurulan boyayı çağrıştırmaktadır.) Emin Bey çıldırır. Pürhiddet aşağı yukarı koşturarak tek tek hepsini kontrol eder ve oğlunu kendisini böyle şeylerle uğraştırdığı için suçlayarak oradan hızla uzaklaşır.

Savaşın Yitirildiği Meydan

Muzaffer'in bir sonraki sahnede babasına daha anlayışla yaklaştığını görürüz. Yaşlı adamın "sıkıntı"sını idrak etmiştir. Bu sözsüz barışma onları bir kez daha aynı çekim yerinde bir araya getirecektir. Bu sahnede herkes birbirinin tutku ve sıkıntılarına daha kolay anlayış gösterir. Aralarındaki sağır duvarlar kalkmıştır. Olumlu ya da olumsuz, (Muzaffer'in Saffet'e İstanbul'a gelemeyeceğini anlatmasını kastediyorum) birbirlerine karşı daha açıktırlar. Bu son çekim gününde kahramanlarımızın yazgıları açıklığa kavuşur. Emin Bey davasından dönmemeye karar vermiştir. Şartlar ve maliyet ne olursa olsun başına onca dert, sıkıntı açan tutkusunun peşini bırakmayacaktır. O şimdilik yitirmiş olabilir ama yenik değildir. Nitekim çekimler bittikten sonra herkes oradan ayrılıp giderken o savaşı yitirdiği meydanda kalmayı tercih eder. Kendisini çepeçevre saran barınağının ona en büyük armağanı olan yalnızlığına çekilip, sevgili ağaçlarının dinginlik dolu hışırtıları içerisinde bir sonraki mücadelesi için güç toplamalıdır. Kendisini var eden doğa anaya vefalı bir çocuk olarak gönül borcunu öder. Yoksa onun "yalnızlığını" doğadan ve diğer insanlardan soyutlanmış bir varoluş olarak ele almak doğru olmaz. O yalnızdır ama tek başına değildir, ikisi ayrı şeylerdir.

Düşünce Atası Çehov

Filmin "insan" kahramanlarının hepsinin kendilerine ait sıkıntılarının çözüme kavuştuğu bu bölümde sıkıntısızlığıyla dikkatimi çeken tek kişi Fatma Hanım oldu. Çoğu sanat eserinde hem huzursuzluğun kaynağı hem huzursuz olarak gösterile kadınların tersine film boyunca akıyor. Etrafındaki onca sıkıntılı insana rağmen iç dinginliğini bozmayan bir kadındır Fatma Hanım. Kâh fasulyelerini bir pencere kenarında ayıklar, kâh Kur'an okur, kâh oturduğu yerden etrafı izler. Doğanın analığını bilgece kişiliğinde üstlenmiştir sanki. Bütün kişilerini ustalıkla geliştirmesini bilen Ceylan hepsinin öyküsünü hem tek tek hem birlikte bir çözüme ulaştırmayı büyük bir ustalıkla becermiş. Doğanın mahremiyetlerine karşı insanoğlunun verdiği yanıtları yine de bir doğa aşığı olan düşünce atası Çehov'u anarak anlattığı bu başyapıtta tutku ve sıkıntı arasındaki kopmaz bağı gözlerimizin önüne seriyor. Doğrusu hayatta biri olmayınca diğeri de olmuyor. En sıkıntılı olduğumuz konular biz de en çok tutku yaratanlar değiller mi? En titizlendiğimiz, ara sıra uğurlarına dünya alemi unuttuğumuz, hatta bencilce davrandığımız. Yönetmen insanoğlunu en çok ilgilendiren bu temel duyguların üstüne kurduğu renkli öykülerle imgesel dünyasının zenginliğini temiz ve iyi planlanmış bir görüntü anlayışıyla bizimle cömertçe paylaşıyor. Işık kullanımı doğanın renklerini, varsıllığını ortaya sererek onu algılamamızı sağlayacak ölçüde başarılı.

Okuyanlar ve Okumayanlar


Ceylan'ın ikinci filmi "Kasaba"ya göndermelerle dolduğu ve onun bir çeşit mutfak öyküsü diyebileceğimiz bu çalışmayla, büyük bir mutlulukla diyebilirim ki Türk sineması rafine bir "auteur"a kavuştu. Eskiler "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" demişler. Nuri Bilge Ceylan'ın "işine" baktığımızda onu daha iyi anlayabiliyoruz. Bundan yola çıkarak kolaylıkla şunu söyleyebilirim ki o, şeylerin içindeki olanakları araştıran, titiz, sanat eserlerinin sadece "maliyet-kâr" hesapları güdülerek yapılamayacağını anlamış yetenekli bir sanatçı. Çıkarımlarına göre bütün bunların altında yatan sebep şu: O çok kitap okuyan, daha doğrusu okumadan duramayan bir sanatçı. (Çizgi romanları falan kast etmiyorum. Nitelikli eserler burada söz konusu edilen.) Kitap okuma kriteri benim için çok önemli. Çünkü Türkiye sinemasında üretilen yapımların çoğunun bu kadar cılız olmasının en önemli sebebi bence bu, "okumamak". Kabul ediyorum, bugün en ucuza mal olan filmlerin maliyeti bile dudak uçuklatacak miktardadır. Bunun yanısıra sinema-teknoloji ilişkisi yabana atılmayacak kadar önemli. Ne ki bu olanakları bulanların yaptıkları filmlere bir bakın!.. Mustafa Altıoklar'ın hilkat garibesi "Asansörü" ile Sinan Çetin'in kültürümüze ve tarihimize özgü ne varsa yozlaştırdığı "Propaganda"sı sadece birer örnek (Aldığı ödüllerin benim için zerrece değeri yok. Bir sanat eseri "güzelliğini" kendi iç dinamiklerinden kazanır. Verilen ödüllerden değil!) Hasılı kitap okumayan birisinin iyi bir yönetmen olma olasılığı yok denecek kadar azdır. Bu tür sinemacılar büyük bir olasılıkla ya uyarlanmış senaryodan çekiyordur ya da okuyan yetenekli bir senarist bulmuştur. Fakat burada parantez açmadan şunu belirtmeliyim ki en iyi yönetmenler de uyarlama filmler çekerler. (Sinema tarihinde birinci kalitede üretilmiş bir sürü eser var bu şekilde) Ne ki onların uyarlamalarının bu kadar iyi olmasının sebebi yine çok okumalarıdır. Çünkü uyarladıkları eserin içindeki öze "kitaplardan aldıkları birikimleriyle" vakıf olabiliyorlar ve kendi özgün bakış açılarını yine bu sayede oluşturabiliyorlar. Herhangi bir uyarlanmış senaryo "okuyan" bir yönetmenin elinde "sanat eseri" değerini hak eden filmlere dönüşürken, "okumayanın" elinde vasat ya da vasat-altı bir "eser" oluyor. Hangi yönetmenin kitap okuyup okumadığı, okuyorsa hangi niteliklerde ve miktarda okuduğu filmlerinden kolaylıkla anlaşılabilir.

Jürinin "Dengeleri"

Bu yazının sonuna nokta koymadan önce biraz da Antalya Film Festivali'nden söz etmek istiyorum. En iyi yönetmen olarak Nuri Bilge Ceylan'ın ödül alması çok doğru bir karar. Ne ki "dönemsel bir Dallas" olarak nitelendirdiğim, vasat bir melodramdan öteye geçmeyen, Tomris Giritlioğlu'nun "Salkım Hanım'ın Taneleri"nin en iyi film seçilmesi jüri içerisinden bu filme oy verenlerin entelektüel düzeyleri ve sanatsal zevklerinin gelişmişliği açısından bakıldığında bir hayli düşündürücü. Çok merak ediyorum bu kişiler filmleri değerlendirirken kriter olarak neleri alıyorlar: Bir sanat eserinin estetik niteliklerini mi yoksa Tunca Arslan'ın bir yazısında belirttiği üzere bazı "dengeleri" mi? (Radikal, 14 Aralık 1999) Sanatın dengesi olur mu derseniz eğer buna vereceğim yanıt kesinlikle şu: Sanat eserinin kendi içerisinde evet, ama onu değerlendirirken onunla ilgisi olmayan "dengeleri" gözetmek hayır. Bu olmaz işte! Sanata, politika ve ekonomideki "dengeleri gözetme" tavrıyla yaklaşamayız. Böle bir şey sanatın özü itibariyle son derece yanlış ve sakıncalıdır. Öyleyse bu tür festivallerde nesnel ve tarafsız bir bilimadamı gibi tavır takınılmalı ve hak eden filmlere ödül verilmelidir. Bir sinemasever olarak bu benim en doğal isteğim. Unutmayalım, sinema sanatı tarihi, sanat eserlerinin tarihidir. Sanat niteliği taşımayan ölümlü piyasa "eserlerin" orada yeri olamaz. "Mayıs Sıkıntısı"nı gösterimden kalkmadan yakalamanızı önerir (bu yazıyı okuduğunuzda umarım hâlâ oynuyordur), iyi seyirler dilerim.