|
|
NURİ
Bİlge Ceylan : Bİr Tema Üzerİne Çeşİtlemeler Hoşuma Gİdİyor...
Michel Ciment, Nisan 2001
Michel
Ciment, "Nuri Bilge Ceylan. Les variations sur un thème me plaisent...",
Positif, no: 482, Nisan 2001.
Bu
söyleşi 13 Mayıs 2000 tarihinde Cannes'da İngilizce olarak gerçekleştirilmiş
ve Positif dergisinde Fransızca'ya çevirilerek yayımlanmıştır. Türkçe
çeviri için bu dergideki Fransızca metinden yararlanılmıştır.
Çeviren: Ayşe Orhun Gültekin.
Nuri Bilge Ceylan
- İstanbul'da doğdum, ama iki yaşına geldiğimde anne babam, daha sonra
bütün filmlerimi çekeceğim (bir kısa ve iki uzun metraj) Ege Denizi'ne
yakın bir kasabada yaşamaya başladılar. Babamın doğduğu, Çanakkale'ye
bağlı bir kasabaydı burası. Babam ziraat mühendisiydi ve bölge insanlarına
yardım etmek için memleketine geri dönmüştü. Düzey olarak özel okullardan
daha düşük olan bir devlet okulunda tamamladım orta öğrenimimi. Daha sonra
derslerin İngilizce verildiği bir üniversiteye girdim. O zamana kadar
sanatla pek bir ilişkim olmamıştı; ne aile ortamında, ne de tanıdık veya
arkadaş çevresinde. On beşinci yaş günümde bir fotoğraf kitabı hediye
edildi bana. Ve sanata yönelişimi belki de bu belirledi. Yönetmenliğe
başlamadan önce, fotoğraf çektim, sergiledim ve birkaç albüm yayınladım.
Fotoğraflarım, özellikle de portreler, gerçekliğe ilişkin ciddi kaygısı
olmayan resimsel bir nitelik taşıyorlardı. Buna karşılık, film çekmeye
başlayınca gerçekçilik yolunu seçtim. Fotoğrafın sinema kadar gerçekliği
kavrayamayacağını düşünüyordum - belki de yanlıştı bu. Daha sonra, gerçeklik,
en sıradanı bile, benim için çok büyük önem kazandı. Üniversitede elektrik
mühendisliği eğitimi aldım, ama hiçbir zaman mühendis olarak çalışmadım.
Elektrik devreleriyle uğraşmak zevkli bir oyun gibi görünüyordu. Ama asıl
neden, elbette ailemin benim en saygın mesleklerden birini seçmemi istemesiydi.
Ayrıca, bütün arkadaşlarım mühendis olmak istiyorlardı.
Michel Ciment - Mühendislik
eğitiminin yönetmenlik mesleğinize herhangi bir şekilde yardımı oldu mu?
Çok küçük bütçeli ve az kişinin çalıştığı filmler çektiğim için, organizasyonla
ilgili hemen her konuda bana yardımı oldu. İlk uzun metrajlı filmim olan
Kasaba'yı çekerken iki kişiydik, Mayıs Sıkıntısı'nda ise dört. Hazırlık
aşamasında her şeyi kesin olarak hesaplamış olmamız gerekiyordu. Sanatsal
yaratım konusunda ise, akılcılığa değil ama daha çok sezgisel çalışmaya
inanıyorum.
Daha önce kısa bir film
çekmiştiniz, Koza...
Hiç asistanlık yapmadım ve sinema dünyasından kimseyi tanımıyordum. Sadece
kendimi suya atma cesaretini bulmam gerekti. Kendime elden düşme bir 35
mm.'lik kamera satın aldım ve film çekmeye tek başına başladım. Koza'yı
bir yılda çektim. O zaman otuz altı yaşındaydım. Film yirmi dakika sürüyordu,
ama Cannes'daki kısa metraj yarışmasına katılmak için kısaltmam gerekti.
Mayıs Sıkıntısı'nda, karakterler televizyonda Koza'ya benzeyen bir film
seyrediyorlar. Bu, yeniden birlikte yaşamayı deneyen ama sonuçta ayrılmak
zorunda kalan yaşlı bir çiftin hikâyesi. Doğanın o filmde önemli bir rolü
vardı, ve filmde hiç diyalog yoktu. Bu kuşkusuz meslek hayatımın en zor
aşamasıydı. Ama bu işe adımımı atmıştım bir kere. Kasaba için bir yapımcı
aramayı pek denemedim doğrusu, çünkü para bulmak için beklemeyi sevmiyorum.
Senaryoyu bitirir bitirmez çekmeye başladım. Filmlerim çok fazla getirmiyor,
ve yapımcılar da peşimden koşturmuyorlar. Sonradan bazı teklifler aldım,
ama bunun mutlaka gerekli olduğuna inanmıyorum, çünkü saat gibi tıkır
tıkır çalışan bir sistem oluşturdum ve bu konforu terk etmek istemiyorum.
Türk Sineması çok nitelikli
filmler üretti, özellikle Yılmaz Güney'in filmleri gibi, ama sizinkiler
ulusal gelenekten ayrılıyorlar.
Farkındayım, ama nedenini bilmiyorum. Türk Sineması ile yakın bir bağım
yok, ve çekilen filmlerin çoğunun gerçeklikle esaslı bir ilişkisi varmış
gibi görünmüyor bana. Güney'i çok seviyorum, ama hayatı onun algıladığından
biraz farklı biçimde algılıyorum. Beni gerçekten etkileyen yönetmenler
oldu. İlki Bergman'dı: On altı yaşında onun Sessizlik adlı filmini izlediğimde
bir rüyadan uyanmış gibi hissettim kendimi, bu film daha önce izlediğim
bütün filmlerden o kadar farklıydı ki!.. Bu beni çok etkiledi. Daha sonra,
bende çok önemli izler bırakan Tarkovski, Bresson ve Ozu'yu keşfettim.
Ve tabii günümüz yönetmenlerinden Kiarostami var; bazı eleştirmenler onun
filmleri ile benimkiler arasında benzerlikler buldular. Kesin olan bir
şey varsa, basit konulardan yola çıkarak film yapma enerjisi ve cesaretini
bana onun verdiğidir.
Kasaba'nın cesur bir anlatım
yapısı var, çünkü öykü, çoğu filmde olduğu gibi, bir neden sonuç ilişkisi
etrafında kurulmuyor. Önce bir ilkokul sınıfında bir sekans çekiyorsunuz,
daha sonra doğada uzun bir bölüm, ve geceleyin ateşin etrafında uzayan
bir sohbet ile bitiriyorsunuz.
Kasaba'da bu tamamen isteyerek yapılan bir şey değildi. Benim için yaratma
sürecinin en zor evresi senaryo yazımı. Bu senaryoyu filmi çekmeye başlamadan
önce gerçek anlamda bir türlü bitiremedim. Bir fikirden yola çıktım, bir
çocukluk hatırasından, gün ağarana kadar tarlalarda süren şu uzun sohbetlerden.
Her şey zihnimde çok netti. Bir çocuk olarak hangi konuda konuştuklarını
pek anlamıyordum, ama büyüklerin bu konuşmalarının bana bir tür güvenlik
hissi verdiğini hatırlıyorum. Tartışıyorlardı, gülüyorlardı... Uykuya
dalarken orada olduklarını hissediyordum, ve bu beni sakinleştiriyordu.
Uykumun üzerine örtülmüş sıcak bir yorgan gibiydi. Bu duyguyu dile getirmenin
bir yolu olduğunu hissediyordum, ama bunu senaryoda bir türlü yakalıyamıyordum.
Filmde de bunu tam olarak başardığımdan emin değilim. Aslında ablamın
yazdığı bir öyküden yola çıkmıştım. Daha sonra ilkokuldaki sınıflarımı
hatırladım, ve orada egemen olan atmosferi. Böylece her iki sekansı birleştirdim.
Seçkinci bir tarz olarak görünebilir, ama öyküye çok fazla önem vermiyorum,
çünkü ruhsal ilişkilendirmeler kurulabileceğine inanıyorum. Doğrusu, okul
sahneleri senaryoda bulunmuyordu.
Aile ve vatan örneklemeleriyle
bireylerin biçimlendirildiği sınıf sahneleri, ve öte yandan bu beyin yıkamaya
karşı direnen doğal yaşam arasında bir karşıtlık var.
Şu kesin olarak söylenebilir: Bütün ülkelerde düşünme kalıpları size okullarda
zorla öğretilmeye çalışılıyor, ama hayat aslında bundan farklı. Sistemin
katılığı ve gerçek arasında çelişki var. Şiirsel bir öğe olan kuştüyünün
düzenli okul hayatına davetsiz bir biçimde katılması önceden düşünülmemiş
bir şekilde gelişti. Kaztüyü parkam duvarda asılıydı, ve ben fark etmeden
çocuklar ceketimden bir tüy alıp oynamaya başlamışlar. O noktada, ben
de bu sahneyi çekip filme dahil etmeye karar verdim. Okuldaki sekanslarla
ilgili ilk düşüncem ablamın bana aktardığı "çocuktaki utanç duygusu"nu
dile getirmekti. Sonradan bu fikrin kapsamı genişledi.
Doğada çekilen sahneler
senaryoda öngörülmüş müydü?
Diyaloglar önceden yazılmıştı. Çekimden önceki gece, uykuya geçmeden ilave
notlar alıyordum, ama ertesi gün hepsini değiştiriyordum! Aslında, çekim
yaptığım mekân plana ya da sekansa ilham veriyordu. Burada en önemli unsur
sınırlı sayıda bir ekiple çalışmak. Bu koşullarda çalışıldığında, önünüzde
daha çok zaman oluyor. Filmin belirlenmiş bir tarihte bitmesi için hiçbir
baskı olmuyor. Eğer bir çözüm bulamazsam, bir iki gün bekleyebilirim.
Bu süre boyunca ödeme yapmam gereken fazla bir şey yok; hazır olduğumda
oyunculardan çekime gelmelerini istiyordum. Kasaba'yı çekmek bir yılımı
aldı, elbette uzayan duraklamalarla, ama böylece filme bütün mevsimleri
katabildik. Buna karşılık, Mayıs Sıkıntısı yedi haftada çekildi, çünkü
çok daha iyi hazırlanmıştım, ve senaryo bitmişti. Ayrıca şunu söylemeliyim
ki, hem Kasaba'da hem de Mayıs Sıkıntısı'nda bütün oyuncularım profesyonel
olmayan kişilerdi, bazıları anne ve babam gibi aile fertleriydi. Sinema
karşısında son derece masum insanlar, sinemayı çok az biliyorlar. Belki
de böylesi daha iyi, çünkü sonradan ne olacağı ile, yani neticeyle ilgilenmiyorlar.
Aynı şekilde, metinlerini ezberlemiyorlar, bir sonraki planın ne olacağını
bilmiyorlar, senaryoyu merak etmiyorlar. Kasaba ile ilgili sorun filmi
sesli çekmememizdi. Oysa, amatör oyuncularla sonradan seslendirme sorun
yaratıyor. Mayıs Sıkıntısı'nı sesli çektik. Bu benim sinema anlayışıma
daha çok uyuyor. Kasaba'da oyuncular kendi seslendirmelerini yapamadılar
ve profesyonel seslendirmeciler tutmak zorunda kaldık. Ama onların konuşma
tarzlarını pek sevmiyorum.
Hindistan'da İngilizler'e
karşı olan savaşla ilgili göndermeler gerçeklerden mi yola çıkıyor?
Büyükbabamın bize anlattığı hikâyeler bunlar, kendisi ölmüş olduğu için
babam onun rolünü üstlendi. Benzer biçimde, Amerika ile ilgili konular
da babamdan geliyor. Türkiye'de eğitimini tamamladıktan sonra ABD'ye yüksek
lisans için gitmiş. Atlantik ötesine giden genç erkek kardeşin hikâyesi
babamın hatıralarından ilham aldı.
Filmlerinizde toprağa güçlü
bir bağlanma var, bir "yurt özlemi" duygusu.
Kasabada yaşayan insanlar genellikle çekip gitmek isterler, ama bunu başardıklarında,
bu sefer de geri dönmek isterler. Bu sık sık tanık olduğum bir çelişkidir.
Babam ABD'ye gitti, farklı yerlerde yaşadı, ama geri dönüşten başka bir
şeyi arzulamadı. Doğduğunuz yerin dışında yaşayabileceğiniz başka bir
yer yokmuş gibi. Buna karşılık, kasabalı gençlerde her zaman büyük şehirde
yaşama eğilimi vardır. Çehov bunu çok güzel bir şekilde dile getirmiştir.
Kasaba'daki düşsel sekansı
nasıl kurdunuz?
Filmin tümüyle gerçekçi olan geri kalan bölümüyle bir bağlantı var orada.
Küçük çocuk kaplumbağayı rüyasında görür. Gerçekte onu ters çevirdiğinde,
bu onu hiçbir şekilde etkilememişti. Ama rüyasında bu durum bilinçaltının
ve muhtemelen suçluluk duygusunun bir dışavurumu olarak gelişiyor. Ayrıca
annesinin düştüğünü de görüyor. Ben de bu tür rüyalar görmüştüm, ve bu
beni yıllarca etkilemişti. Sinemada gerçeklikle doğrudan ilişkili olan
düşsel sekanslar sevmiyorum. Öyküyle kurulan ilişkide belirli bir mesafe
olması gerekiyor.
Kasaba'da karakterlerden
biri, doğada bütün sorularımızın cevaplarının bulunduğunu söylüyor. Siz
de böyle mi hissediyorsunuz?
Aslında bu babama ait bir his. Kasaba'da kendi duygularımı göstermek istemiyordum.
Bu filmde farklı düşünce biçimleri olan üç erkek karakter var. İnancı
temsil eden bir büyükbaba, çözümleyici tarzda düşünen bir baba, ve nihilizme
kayan bir genç. Burada karakterler arasındaki uyuşmazlıkları göstermek
istedim, herhangi biriyle kendimi özdeşleştirebildiğimi söyleyemem. Bazen
biriyim, bazense diğeri. Doğayla iç içe geçirdiğim çocukluğumun on yılı
kuşkusuz benim için çok önemliydi. Bugün doğayla kurduğum ilişki çok değişti,
daha uzağım, Mayıs Sıkıntısı'nın kahramanı gibi daha pragmatik bir tavrım
var.
Müziğin kullanımı bir filmden
diğerine çok farklı.
Kasaba için bir Türk klarnetçisinden doğaçlama yapmasını istedim. Buna
dilimizde taksim diyoruz. Filmin kendisi de doğaçlama biçimindeydi. Mayıs
Sıkıntısı için klasik müzikten yararlandım: Bach'ın klavsen için bir parçası,
Schubert...
Mayıs Sıkıntısı tekrarlar
ve çeşitlemeye dayalı bir anlatım dili barındırıyor çünkü Kasaba'ya çok
benzeyen bir filmin çekimini görüyoruz orada.
Mayıs Sıkıntısı'nın temelinde babam üzerine bir hikâye anlatma isteğim
vardı, ve daha sonra oğlu Muzaffer'i, yani kendimi ilave etme fikri oluştu.
Ve böylece Kasaba'nın çekimi yavaş yavaş dahil oldu filme. Bu da, yönetmen
oğlu ile yüzleşen baba karakterini daha iyi çizmemi sağladı. Aslında şu
son yıllarda onu görecek çok fazla vaktim olmadı, ve çekimler sayesinde
görüşme şansımız oldu.
Anne babanızın bu filme
ne gibi katkıları oldu?
Önceden yazması zor diyaloglar vardır. Amatör oyuncular genelde kendi
metinlerini bulabilme konusunda son derece başarılılar. Onlara sahnenin
genel fikrini özellikle çekimin birinci yarısından sonra anlatıyordum,
ve onlar da kendi yaratıcılıklarını ortaya koyuyorlardı, çünkü aramızda
gerçek bir işbirliği oluşmuştu. Bir de, profesyonel olmayan oyuncularla
ilk çekimin genelde en iyisi olduğunu fark ettim. Diğer yandan, diyalogların
bazı cümleleri senaryoda yazılı olmalarına rağmen doğaçlama gibi duruyor,
mesela babama metnini nasıl hatırlayacağını söylediğim an gibi. Yine de
o bazı sözcükleri değiştirdi. Zaten bu da yönetmen için bir kural: Oyuncu
yazdığınız bir diyaloğu söyleyemiyorsa, mutlaka yolunda gitmeyen bir şeyler
var demektir. O zaman değişiklikler yapmak gerekir, ve bu durumda oyuncu
size çok yardımcı olabilir. Başlangıçta metnini öğrenmesi için senaryoyu
babama verdim. Sonuç çok kötü oldu. Çekimleri durdurdum ve ondan her şeyi
unutmasını istedim, her şeyi baştan sahne sahne tekrar aldık, ve filme
kendinden bir şeyler katabilmesi için çekimler boyunca elimden geleni
yaptım.
Çehov'dan söz ettiniz. Karakterlerinizin
her biri bir sabit fikir ile yaşıyor: Çocuk müzikli bir kol saati istiyor,
büyükbaba toprağını kaybetmekten korkuyor, kuzen Saffet şehre gitmek istiyor,
ve siz de filminizi gerçekleştirmek istiyorsunuz...
Kent kültürü ile kırsal kesim kültürü arasındaki farkı, benzerliklerini
vurgulayarak göstermek istiyordum. Çehov bu tür davranışların kaçınılmazlığını
benimsiyor, ve sonunda karakterlerinin ruhuna yakınlık duymaya başlıyor.
Kimse tamamen iyi veya kötü değildir, herkesin iyi ve kötü yanları vardır.
Oysa kadınlar saplantılarla hareket etmiyorlar, kendilerinden vermeye
daha çok yatkınlar. Annemin karakteriyle göstermek istediğim buydu. O
her zaman beni şaşırtmıştır.
Sizi ilk filminizin örgüsüne
bağlı ikinci bir film yapmaya iten ne oldu?
Israr etmeyi seviyorum, belki de biraz aynı filmi elli yıl boyunca çeken
Ozu gibi! Oda müziğinde olduğu gibi, bir tema üzerine çeşitlemeler yapmak
hoşuma gidiyor. Kablumbağa hem kısa filmimde, hem de iki uzun fimimde
görülüyor. Türkiye'deki bazı eleştirmenler filmimin kaplumbağa ritminde
olduğunu söylediler!
Uzun sessiz geniş alan görüntüleri
ve büyük bir montaj çalışmasıyla kurduğunuz ritim en temel kaygılarınızdan
biri olarak öne çıkıyor.
Çözümleyici bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıyor bu bende, daha çok
sezgilerin ürünü. Kendi montajımı kendim yapıyorum, ve evde bilgisayarda
çalışıyorum. Genellikle acele etmiyorum, ama bu defa filmi Antalya Festivali'ne
yetiştirmek için hızlı çalışmak zorunda kaldım. Bence film ile müzik arasında
bir bağ var. Öte yandan, bazıları gibi, mutlaka kendi kültürel mirasının
müziğini kullanmak gerekliliğine de inanmıyorum. Mayıs Sıkıntısı'nda batı
klasik müziği repertuarından eserler kullanarak belirli bir mesafe yaratmak
istedim.
Mayıs Sıkıntısı da Kasaba
gibi bitiyor; doğa planları, sessizlik ve hayvan sesleriyle.
Benim için kozmik bir boyut yaratmanın yolu bu. Sonuçta insan doğanın
parçası, bir bitki veya hayvan gibi. Hayatın akıldışı boyutu benim hayat
anlayışımda önemli bir yer tutuyor. Sinemada hayatın bu boyutunun arka
planda zaman zaman kendini hissettirmesi hoşuma gidiyor.
Satyajit Ray'in Pather Panchali'sini
gördünüz mü?
Bu filmi çok severim, bütün üçlemeyi de. Tarkovski'nin de Pather Panchali'den
etkilenmiş olduğu düşünüyorum. Bu yeni başlayan bir yönetmenin sınırlı
olanaklarla ürettiği bir eser. Ben de Bresson gibi lüksün sanatçı için
bir avantaj olmadığını düşünüyorum. Yoksunluğa ve yalınlığa karşı çok
duyarlıyım, bu nedenle Ozu'nun son eserlerini öncekilerine tercih ediyorum.
Sınırlı olanaklarla çalışmaya devam etmek isterim. Bu bana daha uygun;
hatta iki milyon dolar teklif edilse bile, buna ihtiyaç duyacağımı pek
sanmıyorum. Tabii ki, eğer bir proje parasal gereksinim ortaya çıkarırsa
kabul edebilirim, ama umarım ki tarzım değişmez. Dört kişilik bir ekiple
kendimi çok rahat hissediyorum. Şüphesiz bu şekilde çalışmak işleri zorlaştırıyor;
çerçevelemek, görüntülemek ve aynı zamanda oyuncuları yönetmek... Ama
bu, bir yandan da yeni fikirler bulmamı sağlıyor. Vizöre baktığımda, her
şeyi değiştirdiğim sık oluyor. Öte yandan, doğal ışığı duruma göre bir
veya iki ilave ışıkla kullanmayı seviyorum. Sahneleme tarzım göreceli
olarak sade, karmaşık kamera hareketlerini sevmiyorum. Sonuç olarak, profesyonel
olmayan oyuncular sınırlı bir ekiple daha verimli çalışıyorlar. Daha kalabalık
bir ekibin varlığı onları rahatsız edebilirdi.
Fotoğrafçılık deneyiminizin
sinemanıza nasıl bir katkısı oldu?
Yirmi yıl fotoğrafçılık yaptım, çünkü çok genç yaşta başlamıştım. Son
beş yılında, bu meslekten geçimimi bile sağladım. Daha sonra sinemaya
geçtim. Fotoğrafçılıktaki görüntüleme tekniği sinema için de geçerli olduğundan,
bu deneyimden çok yararlandım. Çerçevelemede de çok yardımı oldu bana.
Ama dikkat etmek gerekiyor, çünkü sinema ve fotoğraf sanatı biribirinden
çok farklı iki ifade aracı. Belli bir noktada, film çekerken fotoğrafı
unutmak gerekiyor. Kasaba'nın daha "fotoğrafsal" olduğunu, ve
Mayıs Sıkıntısı'yla sinema dünyasına daha çok nüfuz ettiğimi düşünüyorum.
Türkiye'de Mayıs Sıkıntısı
gibi bir filmin ticari geleceği nedir?
Yaklaşık yirmi bin seyirci topladı Mayıs Sıkıntısı, üç şehirde dört sinemada
vizyona girdi: İstanbul, İzmir ve Ankara. Bu az, ama bir bakıma da yeterli.
Bu tarz sinema için, bu iyi bir sonuç sayılır.
|