|
Positif MAYIS
SIKINTISI: SİZİ ÖYLE ÇOK SEVİYORUM Kİ... Yannick Lemarié, "Nuages de mai. Je vous aime tant", Positif, no: 482, Nisan 2001. Nuri Bilge Ceylan 1998 yılında ilk uzun metrajlı filmi Kasaba'yı çekti. Ama bu süreçte kaydedilen kamera arkası görüntülerini izleyince, setteki "bencil tutumunu" fark etti. Vicdan azabıyla, bu deneyimi anlatmak için ikinci bir (muhteşem) film yapmaya karar verdi, bir anlamda filmin filmini: Mayıs Sıkıntısı. Yine de bu son filmden bir ayna-film olarak söz edilebilir mi? Bir yanıyla belki, çünkü Nuri Bilge Ceylan ikinci filmini, ilkine az çok sadık kalan bir yansımaya (ya da bir yankıya) dönüştürmüyor hiç, ama daha çok bir perspektif değişikliği yapıyor. Alanı genişletmek için kamerayı birkaç adım geri çekiyor ve böylece hep özenle saklanagelmiş olan ortaya çıkıyor. Kasaba dünyayı ekranda temsil edildiği haliyle sınırlı tutarken, Mayıs Sıkıntısı, aksine, sinemayı hayatın içine yeniden yerleştiriyor. Gösteri gerçek olanla birleşiyor, sinematografik görüntü gerçekliğe ekleniyor, ve yönetmen yaratım eyleminin dış'ta kalan yanını görmeleri için seyircileri ekranın kenarında olup bitene bakmaya davet ediyor. Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı'nın iç içe geçen bu yapısı izleyicinin bakışını marjlara, orada olan ama görülemeyenin bulunduğu yere yöneltiyor. "Hayatın sinemadan daha önemli olduğunu" düşünüyor yönetmen, ve yalnızca planları birbirine eklemek yerine, yaşamı sanatla birleştirmeye çalışıyor. Nuri Bilge Ceylan'ın sineması, pelikülün hiçbir zaman bütünüyle tanıklık edemeyeceği bir deneyimden arta kalanlarla kurulduğu için, onu çok daha geniş bir ufka yerleştirmek gerekiyor. Mayıs Sıkıntısı bu yüzleşmeden o kadar kolay kurtaramıyor kendisini, çünkü Kasaba'nın çekildiği maddi koşulları anlatsa da, daha çok Ceylan'ı kendi evreniyle bütünleştiren güçlü bağları düşündürtüyor film. Ve önce toprakla. Kendi toprağıyla. Diğer pek çok kasabalı gibi İstanbul'a iş bulmak için giden yönetmen, kaybolmakta olan insanlığın ve masumiyetin acısını yaşamaktadır (hayatı filme alma tarzında bile); küçük kasabasını büyük kente gitmek uğruna terk etmesinin pişmanlığı - gerçek bir iç parçalanması - hâlâ yüreğindedir. Ekranda yalnızca imalı bir biçimde gösterilmesine karşın, modern şehir eksikliklerini ele verir: Sert yumruk dövüşleriyle özetlenen video oyunları, her çakıldığında gülünç bir müzik çalan çakmak... Daha kötüsü: İnsanları anlamaya çalışmadan kanunları uygulayan anlaşılmaz devlet memurları. Geldikleri gibi hızla kaybolmadan önce ağaç gövdelerini kırmızı mürekkeple işaretlemekle görevli bu duygusuz teknisyenlerle, her bir ağacının yaşını ve hikâyesi bilen bu yaşlı adam arasında ne büyük bir fark var! Varsıllığa karşı tümüyle aldırışsız, toprağı sahiplenmeyen, ama ona tutkuyla bağlı. O aynı zamanda hem arkadaş, hem de sevgili; bazen rüzgârın okşamalarına kendini teslim ettiği veya bir nehrin büyüsüyle kendinden geçtiği izlenimini verecek kadar. Bu bağ, her şeyden önce şehvet dolu, neredeyse tensel. Bu aynı zamanda, Nuri Bilge Ceylan'ın suyun zengin parıltılarını, havanın ağaç yaprakları arasında kararsız salınımını, ve ateşin coşku dolu değişimlerini son derece yumuşak birkaç dokunuşla gösterdiğinde, bizde uyandırmak istediğidir... Devletin hoyrat ekonomik taleplerinin karşısına "günlerin ahengi"ni (Giono), duyguların yoğunluğunu koyuyor: Bir kaynağın tazeliği, bir ağacın gölgesi, kuşların cıvıltıları, bir kurbağanın kendini aniden bırakışı, ya da yalnızca, bir yaprakla oynaşan güneş ışınları. Nuri Bilge Ceylan toprağa bağlansa da, üzerinde yaşayan onca kadın ve erkeği unutmuyor, özellikle de anne ve babasını. Mayıs Sıkıntısı bu bağın gücünü, bir anneye ve bilhassa bir babaya gösterilen saygıyla anlatıyor. "Sevdiğim, saygı duyduğum ve her zaman beni şaşırtan bir kişi olan babam üzerine bir film yapmak istiyordum" diyor yönetmen. Bu açıdan bakıldığında da, filmin başarısı tam: Karakterler böyle bir saygıyla, böyle bir incelikle nadiren görüntülenirler; kişiler neredeyse yüceleştirilmiş böylesi bir güzellikte nadiren görünürler. Çabuk öfkelenen, ve kasabanın terzisine kalırsa koca kıçı rendelenmesi gereken müşterinin tersine, ailenin bütün fertleri hayranlık uyandırır bizde; bazen bir davranışın zerafeti beğenilir, bazen bir cildin parlaklığı, bazen de bir bakışın hınzırlığı. Bir yüzün kırışıklıkları bile hoşa gider. Mayıs Sıkıntısı'nda zaman gerçekten var. Sıradan bir hikâyenin üzerine inşa edildiği basit bir kronolojik süreç değil, ama somut zaman, hiçbir şey olmadığında da kendi başına akıp giden zaman, asılı kalan zaman. Şimdiki zaman... Demek oluyor ki, bu filmde bir kaplumbağa bir patikayı geçmeden önce başını kabuğundan yavaşça çıkartabilecektir, bir kapı hiçbir neden olmadan gıcırdayabilecektir. Dünya tatildeymiş gibi görünür bize, ya da daha doğrusu boşta'ymış gibi. Babanın ilk görüntüsünü hatırlamak yeterli: Televizyonun karşısında uzanmış, ayak parmakları yelpaze şeklinde açık, doğanın ritmine kendini tamamen bırakmış... Oğul doğru tempoyu bulmakta zorlanırken, yaşlı adam yılların değerini iyi bilenlerin bilgeliğine sahip: Örneğin, bir ağacın büyümesi için gereken süre yirmi yıl. Zaten, diğerleri arabaya binerken, bir tek o bir yerden bir yere bisikletle gidiyor. Öte yandan, Mayıs Sıkıntısı'nda ne içi boşaltılmış ne de zayıf zaman var. Dram başka yerde: Hiçbir şey olmamış gibi altan alta yolunu sürüyor ölüm. Anın duygu yüklü gerçekliğiyle, zamanın duygu yüklü gerçekliği başa baş gidiyor; oğulun bir gece anne babasına vaktiyle çektiği ham görüntüleri gösterdiği bölümde örneklendiği gibi. Kendilerini ekranda izlerken, bir anda, yaşlı çift (tıpkı izleyiciler gibi) çöken bu vücudun, kırışan bu cildin farkına varıyor, bir anda, ne olduğu, ne olmakta olduğu, ne olacağı algılanıyor; bir yaşamın üç şimdiki zamanı, Mayıs Sıkıntısı'nın üç ana karakterinin sadakatle temsil ettiği bir insanlığın üç nesli. "Zaman ne çabuk geçiyor, yaşlanmışız, çok yaşlanmışız" diye mırıldanır anne. Çıkan ders, genç yeğene belletilmeyi hakedecek ölçüde önemlidir. Bu durumda, hayal ettiği saate sahip olmak istiyorsa, halasının ona verdiği yumurtayı kırk gün boyunca cebinde kırmadan taşıması gerekmektedir. Bir kol saati? Bir çakmak? Bir mutluluk sözü? Ne önemi var! Madem ki sorumluluğu ve sabrı keşfetmek, ve beklemeyi ve zamanı hesaba katmayı mutlaka öğrenmek gerekiyor. Ne var ki, fazlasıyla basit bir heyecanı aktarırken formaliteyi bir yana bırakıyor Nuri Bilge Ceylan, babanın, oğulun veya yeğenin küçük defolarını gizlemeyi reddererek: Bazen hırsızlık ve yalancılık; ve sıkça bencillik! Ama yine de, insani kusursuzluğun bu dünyanın bir parçası olduğunu ileri sürmeye - muhteşem bir filmde bile - kim cesaret edebilir ki?
|