|
|
Yumurtasını
kaynatmamak!
Nuri Bilge Ceylan, duygusuna sadık kalarak
mükemmel bir film yapmış...
Fatih Özgüven, Radikal Gazetesi, 18 Aralık 1999
Ferzan
Özpetek'in Harem Suare'sinde, filmin gerçekten etkileyici bölümleri olan
biri genç diğeri yaşlı iki İtalyan kadının garda konuştukları sahnelerde,
Özpetek'in 'asıl' yapmak istediğini nihayet anladığımı düşündüm; filmlerindeki
'keyfekeder' İstanbul bağlantılarını - bahanelerini boşverip tamamen 'İtalyan'
bir film çekmek. (Lucia Borse'yi bulup kullanmak bile başlı başına bir
başarıydı.) Nitekim bir süre sonra o da yeni projesinin böyle bir şey
olduğunu açıkladı. Çok da uygun. Eh, ha Doğu Roma ha Batı Roma.
Zeki Demirkubuz'un Üçüncü Sayfa'sında ise Masumiyet'in dağınıkça tema
ipliklerinin daha sık dokunduklarını, bir önceki filmdeki kalabalık karakter
kadrosunun seyreltildiğini, karakterlerin de daha iyi odaklanmış olduklarını
görüyoruz. Özellikle kadın kahramanı bu filmi başarılı bir klasik kara
film, bir kapıcı dairesi 'Çifte Tazminat'ı haline getiriyor.
Art arda yaptıkları filmlerle ilgi çeken bu iki yönetmeni çeşitli şeyler
için eleştirmek mümkün ama bir konuda haklarını teslim etmek gerek; ikisi
de, ağır ya da hafif, kendi 'marazlarına' sadıklar. Bu olumlu özellik,
bu inat, bu 'marazına sadakat' onların belki de birkaç film sonra kusursuz
filmler çekmelerine yol açacak.
Bir üçüncü isim var ki o da geçen sene sessiz sedasız fakat bir biçimde
sürekli ortalarda olan filmi Kasaba'yla ilgi çekmişti; Nuri Bilge Ceylan.
İşte N.B. Ceylan bu yönetmenler arasında kendi marazına sadakatini mükemmel
bir filme dönüştüren ilk yönetmen. Mayıs Sıkıntısı, adının da hiç gizlemediği
gibi, bir sıkıntının ya da içiçe, yanyana üç sıkıntının filmi. Çocukluğun,
gençliğin ve yaşlılığın, daha geniş anlamda hayatın, yaşamanın, zamanın
sıkıntısının. (Bunlara sinemacının filmini yapma sıkıntısını da eklersek
filmin o ilginç, kendine referanslı karakteri hakkında da bir ipucu vermiş
oluruz.)
Filmin inanılmaz oyuncularını, olgun kamerasını, ışığını, doğal ses kullanımını
bir yana bırakın. Mayıs Sıkıntısı bir mucize, çünkü sözünü ettiği sıkıntılar
seyirciye bir sıkıntı olarak değil, bir ritm, bir iç ses, bir iç devinim,
bir 'müzik' olarak dönüyor. Bu film, bir konudan ya da konulardan çok,
belli duygu durumları hatta tek bir duyguyla ilgili olan, fakat son zamanlarda
hep gördüğümüz üzere, bir 'duygu'ya, bir 'hassasiyet'e sahip olmanın haklılığına
sığınmakla yetinmeden, bu duyguyu bir dile, yani sinemanın diline tercüme
edebilen bir film. Hem de çok kendine ait olan bir sinema diline.
N.B. Ceylan'a mizahtan nasibini almamış olmayan bir Tarkovski, büyüklenmesiz
bir Bresson, en çok da -bence- büyük Yasujiro Ozu ile akraba bir sinemacı
olarak bakmak mümkün. Ama bütün bunları yakıştırdığınızda bile geriye
bir şey kalıyor. O da belki sinemadan fazla, sinemadan başka bir şey;
müzik. filmini müzikal bir yapı -diyelim dört enstrüman için bir oda müziği-
gibi kuran, temalarını klasik bir hikaye anlatıcısından çok bir 'besteci'
gibi ören Ceylan'ın, filminde Handel, Schubert ve Bach kullanması da elbette
ki bir tesadüf değil, bir özenti hiç değil, sadece asıl yapmak istediğine
işaret etmek. Bütün filmler için öyledir ama bazı filmler özellikle anlatılmaya,
özetlenmeye hatta hakkında yazılmaya elverişli değildir. Bu hem çok mütevazı,
hem de hiç mütevazı olmayan film onlardan biri.
Bundan ve buraya kadar söylediklerimden bu filmin, 'soyut bir deneme'
filan olduğu anlaşılmamalı elbette. Mayıs Sıkıntısı, içindeki dört 'hikâyemsi'nin
(yaşlı adam ve ağaçları, çocuk ve saati, delikanlı ve kaçıp gitme arzusu,
yönetmen ve filmi) çeşitli anlarında önemli dramatik gerilimler yaratan
bir film aynı zamanda. Şu kadarını söylemek her şeyi ele vermek olmaz
herhalde; yaşlı adamın ağacının üzerindeki işareti gördüğü sahnede, bu
konularda iddialı bazı başka yönetmenlerin gıyabında 'işte dramatik an
böyle olur!' diye haykırmak gelebilir içinizden. Bu kadarını anmadan edemedim.
Bu 'hayat boyu' (aile boyu gibi) filmin duygusunu, duygusuna denk düşen
dilini benimsemeyebilirsiniz, o sizinkiyle aynı olmayabilir. Sükûnetiyle
hemfikir olmayabilirsiniz. Giderek, tabiat içinizi sıkıyordur. (Ben filmin
geçtiği yerlerde iki saat duramazdım, bu filmi üstüste iki kere gördüm.)
Ama Mayıs Sıkıntısı'nın müthiş kendine sadakâtini, hiçbir an yalan söylemeyişini,
yalansızlığını görmezden gelemeyeceksiniz. Filmdeki o çok sevimli metafora
sığınarak söylemek isterim, Mayıs Sıkıntısı 'yumurtasını kaynatmayı' bir
an bile aklından geçirmiyor. Yumurtasını hiçbir an kaynatmadığı, kendi
kendisine, kendi duygusuna sonuna kadar sadık kaldığı, ayrıca duygusunu
bir dile tercüme edebildiği için de, duygusu duygumuza denk düşsün ya
da düşmesin, bizi gerçekten mutlu ediyor.
|