|
|
'Mayıs
Sıkıntısı'
Necati Sönmez, Radikal Gazetesi, 5 Ekim
1999
Sonbaharı hüznün, umutsuzluğun, melankolinin mevsimi
olarak biliriz hep. Gerçekten bu kadar çok 'negatif' duyguyu bir mevsime
sığdırmak mümkün müdür? Yoksa bedbinliğin bütün hallerini bir döneme hapsetme,
üzüntünün sınırını çizme arzusu mudur bizi buna inanmaya iten? Kapalı
havanın kasveti, rüzgârın üfürdüğü sarı yapraklar, griye çalan tenha sokaklar.
İşte size sonbaharın bir 'hazan mevsimi' olarak portresi. Ne var ki yaşamımızdaki
yaprak dökümlerini, doğanın bu periyoduyla sınırlayamayacağımızı en azından
tek tek kendi kişisel tarihlerimizden biliyoruz. Bir de Anton Çehov'un
öykülerinden.
Çünkü böyle bir fotoğraf, ilk elde Çehov'u çağrıştırıyor (Tolstoy'un,
Çehov'u yetenekli bir fotoğrafçıya benzettiği söylenir.) Onun şiir keskinliğindeki
hikâyelerine her zaman bir sonbahar esintisi eşlik eder; fakat buradaki,
yaşamın dört mevsimine yayılmış bir 'sonbahar'dır. Mutsuzluk denizinde
yüzen, büyük bir çarkın içinde küçük dallara tutunmaya çalışan, sıkıntılarını
yalınkat uğraşlarla savuşturmaya çalışan insanların hikayesini anlatır
Çehov. Ve bu kadar kederin içine bir doz da nükte katmayı ihmal etmez.
Burada niyetim aslında Çehov'u anlatmak değil; yalnızca Nuri Bilge Ceylan'ın
yeni filmi 'Mayıs Sıkıntısı'nı daha iyi tanımlamak kaygısıyla, onu bilinen
sanatsal tadlarla tartmayı denemek. Gerçekten de sonbaharla özdeşleştirdiğimiz
tüm o çağrışımlar, Çehov'un dünyasıyla olduğu kadar Ceylan'ın filmiyle
de -mayısta geçiyor olması önemli değil- örtüşüyor. Zaten film finalde
bir adama cümlesiyle Çehov'a bağlanıyor. (Yukarıdaki çağrışımlar da o
cümleden sökün etti.) Ama bu adama, bir sevgi ifadesinden ibaret; 'Mayıs
Sıkıntısı' ne Çehov'un herhangi bir yapıtına dayanıyor, ne de onun adı
geçiyor film boyunca. Nuri Bilge Ceylan kendi dünyasındaki Çehov'u sunuyor
bize. Ya da şöyle diyelim, kendi hikâyesini çok sevdiği anlaşılan yazarın
dünyasından süzerek damıtıyor pelikülün üzerine.
Lafı fazla dolaştırmadan belirtmek istiyorum. 'Mayıs Sıkıntısı', kendi
adıma son yıllarda görüp göreceğim en güzel filmlerden biri. Seyirciyi
bir Kiarostami filmi kadar etkileyen, ama ona asla özenmeyen bir film.
Kırsal yaşamın alaca renklerden oluşan atmosferi içinde, insanların kronik
umutsuzluklarını, küçük özlemlerini, yaşamdaki saf mizahı ve doğanın kayıtsız
güzelliğini harmanlayan 'Mayıs Sıkıntısı', gerçekle kurgunun, canlandırmayla
doğaçlamanın hoş bir bileşiminden oluşturulmuş.
Film çekmek üzere çocukluk mekânına dönen yönetmen adayı, oyuncu bulamayınca
ebeveynlerini filmde oynamaya ikna etmeye çalışır. Herkesin hayatına bir
şekilde girdikten sonra kasabadan ayrılır. Bir süre sonra da teknik donanımı
ve tek kişilik ekibiyle geri dönüp filmi çekmeye çalışır. Bu serüvenin
berisinde, yönetmenin oyuncu adayları ve kasabayla kayıtsız ilişkisini,
peşine taktığı insanların farklı beklentilerini, 'sıradan' yalnızlıklarını
izleriz.
Filmin her yaş grubundan oluşan kahramanlarının minik ayrıntılarla bezenmiş
öykücükleri, film projesi etrafında birleşir. Her biri farklı bir amaç
peşinde koşturan bu insanları (belki çocuk hariç) birleştiren bir şey
daha var: Engel olamadıkları esnemeler, önüne geçilmez bir sıkıntı. Öte
yandan, filmdeki hikâye 'Mayıs Sıkıntısı'nın oluşum hikâyesiyle iç içe
geçiyor. Filmin yapımcısı (Sadık İncesu) filmdeki yapımcıyı, Ceylan'ın
anne babası filmdeki yönetmenin anne babasını canlandırıyor. Burada çekilen
film de 'Kasaba'dan başkası değil.
Nuri Bilge Ceylan, 'gerçek' kahramanlarıyla kendi sinemasal serüvenini
aktarırken, arka planda taşra yaşamına içkin olan o melankolik ruh hali
patetik bir şiir gibi akıp gidiyor. O insanları 'anlatmak' için fazladan
bir çaba harcamıyor, bize yalnızca gösteriyor.
Tıpkı Çehov'un yaptığı gibi.
|