|
|
Mayıs
Sıkıntıları
Perihan Mağden, Radikal Gazetesi, 5 Ocak
2000
Geçen hafta bir gün, artık o kadar bankacılık işi yapmışım
günlerdir, vergi işi yapmışım, bütün ev ödevlerimi, sokak ödevlerimi yapmışım
(bi tek bale pabuçlarının lastiği işi kalmış yapmadığım, onu ta Tülin'e
havale etmişim) şalteri indirmenin zamanıdır gibi olmuşum: SİNEMAYA GİTMELİYİM!
Herkes Dövüş Klubü'nden gemlenemez bir hayranlıkla söz ediyor, sınıf arkadaşım
Hakan Karahan'ın hayatını değiştirmiş film: O artık 1 Genel Müdür değil,
dövüşçü olarak yaşamak istiyormuş, şuymuş buymuş; kapısına dikildim sinema
salonunun. 11.30 diye bir matine icad etmişler, kimseler gidemesin diye
tasarlanmış bir matine. İstiklal Caddesi'ndeki iki sinemada da oynuyor
film ve her ikisinde de aynı imkânsız 11.30'da başlayarak. Karşı kıyısında
caddenin bakıyorum: A! 'Mayıs Sıkıntısı' oynuyor Nuri Bilge Ceylan'ın.
Bu filmi göreceğime, genç Türk sinemacılarının her filmini göreceğime
söz vermiştim köşemde. Hoş sözlerimi bir tutmama, bir tutmamama, en azından
bu söz verdimaldımyaptımetmedim salıncağımda sallanmalarıma alıştınız.
N'apim? Ben de Japon olmaya çalışan bir tane Türk'üm.
Girdik filme. Bir yandan sinema beğenisine en güvendiğimiz iki insanın:
Fatih Özgüven'le Sevin Okyay'ın filmle ilgili sözleri, yazıları kulaklarımızda
çınçın çınlayarak. Daha önce bir N.B. Ceylan filmi seyretmişliğimiz de
yok. Az biraz 'Sınav Sıkıntısı' ile girdik işte filme. Biz Allah'ın Tarkovski
tipi 'aşkın' insanlarından da değiliz ayrıca. Biz Allah'ın Bergman tipi
'maraz olsun içimi yesin' insanlarındanız. Bizim doğayla da aramız bozuk.
Öyle su aksın, ağaçlar hışırdasın; biz bakalım. Yok öyle. Nitekim 'Çıldırtan
Kalabalıktan Uzakta'yı da Tunus'a gittik geldik, dörtte üçünü bitirdik
kitabın, tamamına erdiremedik. Bitiremedik işte Thomas Hardy'nin ölümsüz
eserini. Rafta bekleşirken kitabı gören bir Yakın: "Thomas Hardy'nin üstüne
yoktur," dedi üstelik. Bu Yakın'ın hayatta Jane Austen okumuşluğu yoktur
mesela. Sonuç olarak 'Zevkler ve renkler tartışılmaz' sakiliğine indirgenebilir
bir şey.
'Mayıs Sıkıntısı'nda sıkılmadım mı? Sıkıntıdan kazağımı parçalamak istediğim
anlar oldu. Bazı zirvelerinde filmin 'İşte sanat bu!' diye gözümün yaşardığı
anlar oldu. Hakikaten harikulade düzgün bir film. Harikulade ışıma anları
olan bir film. Sizi kendi kendinizle baş başa bırakın, üstünüze abanmayan,
harala gürele başınızı döndürüp kapının önüne bırakmayan bir film. Çok
doğru dürüst bir film. Film boyunca Bay F.'nin kulağımda çınlayan tasviriyle
'yumurtasını kaynatmayan' bir film. Zorla uğraşan. Mutlak yalınlıkla.
Sükunetle. Hiçbir şey olmamasıyla. Hayatlar, insan hayatları, yüzde doksan
sekiz-dokuz, böyle cereyan ediyor. Bu ritmle. Bu yalınlıkla. Sıkıntının
bu akışıyla.
Öyle girdaplarda macera ve aşk ve cinayet ve bilmemne girdaplarında geçmiyor
hayatlar. İyi ki de geçmiyor. Ben hayran kaldım filme. İlk kez izlediğim
bu yönetmenin 'işine' hayran kalım. Başrol diyemeyeceğim, ama işte filmin
belkemiği oynayan yönetmenin babası, öyle bir oyunculuk çıkarıyor ki.
Sonra aklınıza gelince kimi sahneler, içinizden ağlamak geliyor. Ama 'oyunculuk
çıkarıyor ki' laflarını filan da (aynen 'başrol' gibi) utanarak kullanıyorsunuz
bu filmle ilgili. Film bunların tüm bu kof, şatafatlı numaraların çooook
ötesinde. Ve berisinde.
Yarım saat kısaltılsaydı, hatta 45 dakika kısaltılsaydı çok daha iyi olurdu
film, gibi geliyor insana. Ama N.B. Ceylan'ın sineması o kadar oturmuş,
o kadar kişisel bir sinema ki, bunlar da utanç içinde söylenebilecek şeyler
yine. Ama beni yönetmenin sıkıntısı var, babanın sıkıntısı var, küçük
oğlanın sıkıntısı var; bari genç akrabanın sıkıntısına maruz kalmasaydık.
Üç katmerli sıkıntı (baba, oğul ve kutsal ruh) yetmez miydi gibi de, fazlasıyla,
fazla fazlasıyla oldum. "Bari çok arada bir, şu babayla oğul tıraş ettirilemezler
miydi; anneye de nadiren de olsa bir-iki kez için dahi olsa, çorap giydirilemez
miydi?" gibi obsessif kompulsif krizcikler film esnasında ve filmden sonra
yakamdan düşmediği gibi, yönetmen olan oğlana yeni bir pijama alma arzusu
da beni, maalesef, perişan etti.
|