nbc home  

 

'Çehov'a mİnnettarIm'

Nuri Bilge Ceylan ile söyleşi

Erkan Aktuğ, Radikal Gazetesi, 21 Ekim 1999

İkinci uzun metrajlı filmi 'Mayıs Sıkıntısı'yla Antalya Film Festivali'nde pek çok seyircinin gönlünde taht kuran Nuri Bilge Ceylan, kendini bir 'kent insanı' olarak tanımlıyor.

İSTANBUL- Nuri Bilge Ceylan. Hani şu 36. Altın Portakal Film Festivali'nde 'Mayıs Sıkıntısı' filmiyle En İyi Yönetmen, En İyi İkinci Film, Jüri Özel Ödülü kazanıp da ödül almak için sahneye gömlekle çıkan, sahnedeyken elini cebine sokan sinemacı. Evet, bazıları kendi yazdığı, yönettiği, görüntülediği, yapımcılığını üstlendiği, annesini, babasını, arkadaşlarını oynatarak dört kişilik bir ekiple kotardığı filmden çok, onun sahneye nasıl çıktığıyla, giysisiyle ilgileniyor. Filmi izlemiş olsalar belki böyle bir filmin yönetmeni için asıl kravat ya da smokinin yadırgatıcı olacağını, filmin 'gömleğe' daha yakın durduğunu anlayacaklar. Ya da yine anlamayacaklar. Her neyse, Ceylan 'Koza' ve 'Kasaba' ile ulusal ve uluslararası birçok saygın festivale katıldı, ödüller aldı, oralarda da sahneye benzer şekilde çıktı. Bir yönetmenin büyüdüğü kasabada filme çekme çabalarını anlatan 'Mayıs Sıkıntısı', muhtemelen dünyanın sayılı festivallerini dolaşacak, ödüller alacak ve Ceylan büyük olasılıkla tekrar tekrar sahnelere çıkacak.


Gerçekten film çekerken 'sıkıntı' yaşatıyor musunuz anne ve babanıza?

Belki biraz. Çocukları olduğum için her şeye katlanıyorlar. Başkaları milyarlar verse yapmazlar. Ama tüm bunların bazen sinsi sinsi hoşlarına gittiğini de düşünüyorum.

Doğallığın sizin için önemli olduğu anlaşılıyor. Oyuncularımız gerçek yaşamdan kişiler, ama sonuçta önlerine kamera koyuyorsunuz. Bu durum doğallığı olumsuz etkilemiyor mu?
Eğer ekip çok küçükse (gerçi bu filmde iki katına çıktık, dört kişi olduk!), yabancılar yoksa o kamera kendini zamanla unutturuyor. Ama oyuncunun doğallığını asıl zedeleyen şey, yaptığı işin olası sonuçlarını zihninin bir kenarında tutmaktan bir türlü vazgeçmemesi oluyor. Doğrusu oyuncularımdan biri kendini bu duyguya fazlasıyla saptırdı ve beni epey yordu.

Diyaloglarda serbest bırakıyor musunuz oyuncuyu?
Bu konuda becerikli olduğunu hissedersem, evet. Tabii belli sınırlar içinde kalmak şartıyla. Çekim sırasında spontane gelişen bir diyalog masa başında yaratılandan çok daha kıvrak oluyor çoğu zaman.

Filmi sesli çekmeniz de doğallık açısından son derece isabetli olmuş.
Sesli çekim, özelilkle amatör oyuncu söz konusu ise şart. Spontane gelişen bir konuşmanın etkisini dublajda yakalamak imkansız gibi bir şey. 'Kasaba'nın dublajı sırasında kafamdakinin uzağında bir sonuca razı olmak zorunda kalarak soğuk terler dökerken, bir sonraki filmimi sesli çekeceğim konusunda kendi kendime söz vermiştim.

'Mayıs Sıkıntısı'nı siyah-beyaz yerine renkli çekmek sizi rahatsız etti mi?

Deneme baskısı yaptığımda renkler hiç hoşuma gitmedi. Mayıs sonu ve haziranda çektim filmi. Güneş vardı, renkler fazla canlı çıkmıştı. Bu nedenle Türkiye'de henüz denenmemiş bir tekniği uygulatma konusunda Fono Film Laboratuvarı'ndaki arkadaşları ikna ettim. Özel bir işlemle renkleri soldurduk.

Büyüdüğünüz kasabanın anlamı ne sizin için? Büyük bir özlem mi duyuyorsunuz, yoksa sadece kentten oraya gidip gelmek mi güzel olan?
Aslında uzunca süre kalınca kasaba ortamı bana oldukça boğucu gelmeye başlıyor. Kısa sürede herkes eseni tanıyor, her şeyiniz kontrol altında ve son derece acımasız değer yargıları var. Belki herkes gibi doğaya, basitliğe, ilkelliğe dönüş özlemi koruyucu bir duygu olarak içimde var, ama galiba sonuçta ben bir kent insanıyım. Her gün sokağa çıktığımda kimsenin tanımıyor oluşu, kalabalığa karışabilme, kalabalık içinde yalnızlık duygusu, vazgeçemeyeceğim şeylerden.

Filmi Çehov'a adadınız.
Çehov'un etkisine bir kere girmiş, Dimov'u, Astrov'u bir kere tanımış olan bir insan artık dünyaya bu etkiden bağımsız bakamaz. Hayatın trajik boyutunu en derinden hisseden ve anlatılamaz sanılanı büyük bir rahatlıkla anlatan büyük bir yazar. Hayatımı bu denli zenginleştirdiği için ona minnet duyuyorum.

Ödül törenindeki giyim kuşam tartışmasına nasıl bakıyorsunuz?
Modern olmaya çalışan az gelişmiş ülkeler, modernliğin önce dış görünüşüyle ilgileniyor. Sadelik , alçakgönüllülük, kendinle alay edebilmek gibi özellikler bizim kültürde hiçbir zaman bir üst değer olamamıştır. Böbürlenmek, şişinmek, öğünmek her zaman daha çok onay görmüştür. Az gelişmiş ülkelere has çifte standardın en somut göstergelerinden biri de, kendi ülkesinde aşağılanan bir davranışı, bir batılı yaptığında bu davranışa hemen hayran olunmasıdır. Geçtiğimiz yılların birinde İstanbul Film Festivali ödül töreninde, bir sürü kravatlı Türk arasında, kolları sıvanmış soluk kazağı ve eski kadife pantalonuyla John Berger sahneye çıktığında bütün yorumlar aynen şöyleydi. "Ne rahat adam.!" Bu ülkede kravata, smokine ya da o tip giyime yüklenen anlam, beni bu tarz giyimden ve onun temsil ettiği hemen her şeyden yıllar önce soğuttu. Cannes Film Festivaline gittiğimde smokin giymek zorunda kalmıştım ama doğrusu kendimi maymun gibi hissetmiştim. Oscar ve Cannes'da smokin zorunlu ama bu duruma tepki göstermeyenler de yok değil. Benim gittiğim yıl Cannes'da, en iyi yönetmen ödülünü alan Protesto filmi ekibi smokin giymeme konusundaki isteklerini dayatarak festival yönetimine rest çekmiş, sonuçta gömlek ve kazaklarla sahneye çıkmışlardı. Ve doğrusu bu, onlara çok daha inandırıcı bir görünüm kazandırmıştı.