nbc home  

 

"Üçlemenin sonuna geldim."

Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi

Burçin S.Yalçın, Popüler Sinema Dergisi, Aralık 1999

Çocukluğunu geçirdiği Çanakkale Yenice'de çektiği üçüncü filmi "MAYIS SIKINTISI" ile Antalya'da En İyi İkinci Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan NURİ BİLGE CEYLAN'la sinema serüvenini, etkilendiği yönetmenleri ve minimalizmi konuştuk.

(Söyleşi, Burçin S.Yalçın tarafından sorular çıkarılarak yeniden düzenlenmiştir.)


Film Çekme Tutkusu
"Sinema herkes gibi benim de çok sevdiğim bir şeydi. 2 yaşımdan 10 yaşıma kadar çocukluğumu geçirdiğim Yenice kasabasında sanıyorum üç tane sinema vardı -şu anda hiç yok tabii. Balkona aileler otururdu. Tam bir sosyalleşme yeriydi: antraktta üst kattaki kızlara bakardık. Galiba her günümüz orada geçerdi ve hemen hemen her gün film değişirdi. Tabii o zamanlar oyuncusuna bakıyorduk filmlerin daha çok: Cüneyt Arkın en büyük tutkumuzdu. Çizgi roman okumayı da çok severdim; sanıyorum çizgi romanla sinema bana benzer bir duygu veriyordu. O kasabanın sınırlarının çok ötesine geçebilmenin bir yoluydu. Sonra, film yapma arzusu nerede başladı? Tam olarak bilmiyorum; ama sanıyorum İstanbul'a geldikten sonra -16 yaşımdaydım galiba- Sinematek'te Bergman'ın "Sessizlik" filmini izlemiştim. Bu film bende çok derin bir etki uyandırmıştı; sinemanın o güne kadar izlediğim bütün filmlerin ötesinde bir potansiyeli olduğunu düşündürmüştü. Ya benim belli bir zamanıma denk gelmişti ya o filmin kendi özelliklerinden kaynaklanıyordu, bilmiyorum ama o filmi seyretmek benim sinemaya olan ilgimin cinsini çok ciddi bir şekilde değiştirdi bir anda. O zamanlarda yavaş yavaş görsel sanatlara da ilgim başlamıştı. Bir doğum günümde hediye edilen fotoğraf tekniğini anlatan bir kitap beni fotoğrafa yöneltmişti; bu, sinema da yapabileceğim konusunda sanırım bana ilk cesareti veren şeylerden biriydi. Fotoğrafta yaratmaya çalıştığım atmosfere yakın bir şey vardı belki de "Sessizlik"te.

Fotoğrafçılıktan Getirdikleri
Fotoğraf hiçbir zaman bir meslek gibi görünen bir şey değildi; o daha çok bir oyun gibi görünüyordu. Sinan diye bir arkadaşım vardı, beraber uğraşırdık fotoğrafla. 'İnsanın asıl bir mesleği olur, bunlar yan etkinlikler olur' gibi bir şey vardı içimizde. O yüzden kültürün ve ailenin etkisiyle daha asıl meslek olabilecek şeylere yöneldik; dolayısıyla mühendislik okumak daha bir ideal gibi görünüyordu. Bir de normal lise -kulüp falan olmadığı için o zamanki liselerde- insanın gerçek eğilimlerini tam olarak ortaya çıkarmıyor. Böylece mühendisliğe sürüklendik. O birlikte çalıştığım arkadaşım da, ben de Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'ne girdik, elektronik mühendisliği bölümüne. Orada faaliyetlerimiz devam etti fotoğraf konusunda. Sinema kulübüne çok gitmezdim; zaten onlar da film gösterileri yapmaktan başka pek bir şey yapmazlardı; ama çok iyi filmler getirirlerdi. Ve Boğaziçi Üniversitesi'nin gösterilerinde Tarkovski'yi tanıdım, bunun gibi birçok yönetmenin dünyasını keşfettim. Üçüncü sınıfa geldiğimde mühendislikle bir alakam olmadığının farkına vardım. Ama artık çok geçti. Belki de askerlik ya da başka sebepler yüzünden, iteleye kakalaya mühendisliği bitirdim. Bitirdikten sonra hayatta ne yapmak gerektiğini düşünmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Hala sinema çok uzak bir hayal gibi görünüyordu. Ayrıca sosyallliği çok sevmeyen ve içedönük karakterimle de uyuşmayacağını düşünüyordum. Fotoğraf gibi tek başınıza yapabileceğiniz bir şey değil çünkü sinema. Organizasyon zorlukları, insanları biraraya getirebilme meseleleri çok zor ve karmaşık görünüyordu. Bu yolculuğun sonundan fotoğrafçılık yapmaya karar vererek döndüm Türkiye'ye. Ve hatta yurtdışından, çok kullanılmış birkaç profesyonel makine satın alarak Türkiye'de reklam fotoğrafçılığı yaparak bari geçimimi sağlayayım diye döndüm. Fakat o da çok sıkıcıydı. Reklam dünyasını hiç sevmedim. Hem ilişkilerimi, hem reklamın içeriğini. Çünkü reklam, sonuçta, temel olarak, özü yalan söylemek üzerine kurulmuş bir şey. Kayıtsız şartsız, ürünü olduğundan iyi göstermek zorundasınız.

Fotoğraf insana sinema yapma konusunda cesaret veriyor. Çünkü teknikleri aynı. Aynı filmleri kullanıyorsunuz. Sadece, sinemanın kendine has diğer özellikleri ekleniyor üzerine. Öğrenmeniz ve eksik olduğunuz alanlar, en azından, azalıyor. Tekniği iyi bilmenin Türkiye'de çok yararlı olduğunu düşünüyorum; çünkü piyasada çalışmak zorunda olduğunuz yerlerde genellikle teknik çok bilinmiyor, hep standart işlemler uygulanıyor ve onların dışına kimse çıkmıyor; yani tekniğe karşı ilgim biraz da güvensizlikten kaynaklanıyor. Sadece görüntüde değil seste de tekniği çok iyi öğrenmek zorunda hissettim kendimi ve bunun çok yararını gördüm. "Mayıs Sıkıntısı"nı sesli çektik. Genellikle sesli çekmenin zor olduğunu söyler; ama tam aksine, kolaylaştırıyor işinizi.

İlk Film Çalışmaları

Film yapmak istiyordum; ancak daha o zamanlar bir şey yapıp yapamayacağınızı test etmenizi sağlayacak video kameraları yoktu. Film de çok büyük büyük paralar gerektiriyor biliyorsunuz, kısa film bile çekseniz. Deneyim, bilgi ve cesaret kazanmak için sinema okumaya karar verdim ve Mimar Sinan'a girdim. Mimar Sinan'da iki yıl okudum ve bıraktım; ancak okuduğum dönemlerde video kameraları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. O zaman video kamera satın aldım ve birtakım denemeler yaptım. Bu denemelerin belki de yüzde 1'inde, hoşuma giden bir ruh hissettim biraz ve bunun verdiği cesaretle "Koza"ya başladım, ilk 35mm kısa filmim, 20 dakikaydı.

"Koza" garip bir filmdi, senaryosu yoktu, aklımda birtakım fikirler vardı; ancak çekimi çok uzun sürdüğü için yolda sürekli değişiyordu bu fikirler. Eski Rus filmleri satın aldım çok ucuza ve çok ucuza eski bir kamera da buldum. Okuldan sonra bir kısa filmde çalışmıştım. Arkadaşım Mehmet Eryılmaz'ın çektiği bir kısa filmdi bu. Onda oyunculuk yaptım ama asıl amacım bütün aşamaları görmekti. Doğrusu bu filmde çalışmakla okulda öğrendiğimden çok daha fazla şey öğrendim; bu beni cesaretlendirdi. O filmin çekildiği eski kamerayı satın aldım Satın aldım çünkü çekimi çok uzun bir süreye yaymak istiyordum, ne yapacağım belli değildi, senaryo konusunda zorlanıyordum. Sanıyorum, bir seneyi geçti o 20 dakikalık kısa filmin çekimleri. Bütün boşluklarda, fotoğraf çekmeye gider gibi, Çanakkale'ye gittim. Annemi babamı oynattım; çünkü ekibin her zaman elimi uzattığımda orada bulabileceğim insanlar olması gerekiyordu. Sonunda "Koza" diye bir şey ortaya çıktı. Bu filmin bir kısmını tek başıma çektim ve tek kişilik farklı asistanlar bazen yardımcı oldu. Ama, yine de, çektiğim filmlere baktığımda en zorlandığım film "Koza" olmuştur; çünkü bir kere başladığınızda ve bir şey ortaya çıktığında artık cesaret kazanıyorsunuz. Düğüm çözülüyor.

Oyuncu Yönetiminde Bresson'un Etkisi Var mı?
Bresson doğallık peşinde koşan bir yönetmen değildi. Tam tersine; belli bir müsamere havasını severdi. Oyuncunun yüzünde duygudan nefret ederdi ve onu yok etmek için sayısız tekrar yaptırır ve oyuncusunu iyice bezginleştirirdi, ondan sonra istediği şeyi elde ederdi. Bense prova yapmadan, ilk çekimde oluşan o spontane duyguyu seviyorum ve onun üzerine gidiyorum daha çok.

Bir sahneyi tasarlarken, kamerayı yerleştirirken, hatta objektifi tercih ederken bile insan, elinde olmadan çok sevdiği yönetmenlerin etkisinde kalabiliyordur. Bunlar filmlerime nasıl yansıyor, tam olarak bilemiyorum; bunu belki objektif bir göz daha iyi görülebilir; ama özellikle Ozu ve Tarkovski'nin üzerimde çok büyük bir etkisi oldu. İnsanın gözlemleri de sanat eserlerinin etkisiyle değişebilir, dünyaya etkilenmiş bir göz olarak tekrar bakıp daha önce görmediğimiz detayları görmeye başlıyoruz. Gözlemlerimizin bile ne kadar saf olduğu, bir çocuğun gözleriyle bakabilmek ne kadar mümkün, gerçekten belli değil.

Kabul edilmiş veriler üzerinde yaşıyoruz ve dünyayı gerçekten, olduğu gibi değil de bize söylendiği gibi, öyle olduğuna inandırıldığımız gibi görmek alışkanlığını çabucak ediniveriyoruz. Sanat eserleri biraz da bu noktada önem kazanıyor: klişeleri yıkmak, bakışımızı zenginleştirmek.

Minimalizm
Bugün somut olarak hissettiğim şey, artık algılarımdaki keskinliğin giderek körelmekte olduğu. Ancak bir türlü emin olamadığım, bunun sadece yaşlanmakta olduğum için mi yoksa içinde yaşadığımız fazlalıklar kültürünün etkisiyle mi olduğu. Geçenlerde gazeteler yazdı. Yanlış hatırlamıyorsam bir budist rahip, gereksiz bir lüks içinde yaşadığımızı kanıtlamak için bir yıl yalnız su içerek yaşamış ve tıp otoritelerini şaşırtmıştı. Sağlığında da hiçbir bozukluk belirtisi yoktu. Bu adama bu tehlikeli denemeyi yaptıran acıyı anlıyorum. Sanırım benzer bir acı beni de yaşantımda ve sinemamda benzer girişimlere zorluyor. Aslında minimalizme eğilim bizim kültürün içinde yok değil. Ancak modern dünya ve kapitalizm bunu iğdiş etmek için elinden geleni yapıyor. Kasabada yaşarken annemin ya da teyzemin kullandığı dil, İstanbul'daki dilden ya da edebi dilden daha zengindi. Seslerden sürekli yeni kelimeler türetirlerdi. Beli bir durumu daha iyi betimlemek için yaratılan bu kelimeler tek başına koskoca bir bütünü tümüyle açığı çıkarır ve bu durum dinleyicilerce kahkahalar veya nidalarla ödüllendirilirdi. Yani yeni ifade biçimleri bulmak ve özlü anlatım, teşvik edilen bir tavırdı. Şimdi sinemada yeni anlatım biçimleri yaratma çabasının veya sadeliğin seyirci bazında bir ödülü var mı? Aynı hikayeler aynı şablonlarla tekrarlanıyor.

Bu konuda sinemada Ozu'ya çok büyük bir saygı duyuyorum. Ozu'nun minimalizmi sinemasının her tarafına sinmiştir. Tekniğine, konularına, biçimine. Bir bakıma, Ozu hep aynı filmi çekr, hep aynı objektifle çeker, aynı yükseklikten. Kahramanlarının isimleri bile aynıdır. Ve aynı konuları çeker. Anlatımda da asla varolan olanakların tümünü kullanmaz, reddeder. İlk zamanlarında hafif ileri doğru kaydırma hareketleri varken onları da atmıştır ve giderek biçimini sadeleştirmiştir. Belki de bu olanaklara kavuşmak, bir yönetmen için iyi bir test oluyor. Çoğu yönetmen olanaklara kavuştuktan sonra sinemasını bozmuştur. Buna örnek olarak belki Kusturica'yı, Jim Jarmusch'u da verebilirim. Bresson'un bu konuda çok güzel bir lafı vardır: 'Olanaklarım arttıkça yapabileceklerim azalıyor.'

Her Yönüyle Denetimin Dezavantajları
Artık derin sulara açılmanın zamanı geldi, diye düşünüyorum. Bir çeşit üçleme gibi bir şeyin sonuna geldim. Artık Çanakkale'de bir film çekeceğimi sanmıyorum. Bir dahaki filmimi İstanbul'da çekmeyi düşünüyorum; belki de bütün filmlerimi. Kafamda oluşmuş bir taslak var. Yeni filmim yalnızlık üzerine bir film olacak. Fakat öykü çok net değil daha.

Filmlerimde denetimin her konuda tümüyle benim elimde olması konusunda bir şikayetim yok. Belki biraz yorucu olması dışında. Ama küçük bütçeli ve ticari niteliklerin tümüyle uzağında bir film yapmak, yapımcılar, laboratuvar, dağıtımcı ve sinema sahipleri gibi üretim aşamasında sürekli beraber olmak ve birlikte çalışmak zorunda olduğumuz çevrelerde hep daha az saygı görmemize, sizin için yapılanların bir lütufmuş gibi yapılmasına neden oluyor. Elinizde olmadan sanki suçluymuşsunuz gibi bir duygu size eşlik ediyor. Bu ortamlarda tek kriter seyirci sayısı ve koya adedi gibi şeyler olduğundan bin türlü üstü kapalı tavsiye kulağınızı kurutuyor. Sistem sizi de kendi içinde eritmek için elinden geleni yapıyor. Söylemeliyim ki tüm bunlardan etkilenmemek hiç de kolay değil. Küçük bir ekiple çalışmanın yararları saymakla bitmez. Bir defa, istediğiniz kadar uzun bir zamana yayabiliyorsunuz çekimi ve "işlem sırasında yaratma" şansı sunuyor bu. Üç gün çekip üç gün düşünebiliyorsunuz ve bu size ciddi bir rakama mal olmuyor; ekip 4 kişiden oluşuyorsa onlar tatil yapmayı sürdürüyorlar oda. Siz o anda aklınıza gelen yeni fikirleri filme katabiliyorsunuz. Tıpkı bir yazarın yazarken karakterin kendisini yönlendirebilmesi ve yön değiştirebilme özgürlüğü gibi bir özgürlük sağlıyor bu. Sinemayı olabildiğince fotoğraf, resim ya da edebiyat gibi bir sanata yaklaştırıyor, üretim koşulları açısından. Benim de en çok istediğim şey bu.

"Mayıs Sıkıntısı"nın Soluk Renkleri
"Mayıs Sıkıntısı"nı mayıs sonu ve haziranda çektik; biraz temmuza da sarktı. Güneş çok parlaktı ve renkler çok canlı çıktı deneme baskısında. Bir de 'renkli' çok hakim olduğum bir alan değil, fotoğrafta da siyah-beyaz çalışıyordum. Buna bir çare bulmam gerektiğini düşündüğüm için birtakım teknik denemeler yaptım, kitaplardan okuduğum ya da yabancı dergilerde rastladığım bazı tekniklerin Türkiye'de uygulama konusnuda Fono Film'i ikna ettim. Ve böyle bir test yaptık. Türkiye'de bir sorun var: bizde siyahlar normal baskıda çok siyah çıkmıyor, doygun çıkmıyor. Bu uyguladığımız denemeyle gördük ki siyahlar çok yoğunlaşıyor; bu benim tam istediğim şeydi. İkincisi, bu, renkleri solduruyordu, ki bu da tam istediğim şeydi. Çok canlı olan renkleri biraz soldurduk ve bu sanıyorum filmin kafamdaki ruhuna çok uydu.

"Mayıs Sıkıntısı" 100 bin dolara mal oldu. Bunun 30 bin dolarını Efes Pilsen karşıladı. Geçen yıl "kasaba" filmiyle İstanbul Film Festivali'nde aldığım FIPRESCI ödülüne ilave olarak verilen bir ödüldü. Efes Pilsen ayrıca filmin tanıtım sponsorluğunu da üstlendi. Bu da benim için çok önemli bir şey. Ve bunu son derece profesyonelce yapıyorlar: filmin içeriğine kesinlikle karışmadılar.

"Mayıs Sıkıntısı"; "Kasaba" filmini çekerken gözlemlediğim şeylerden ortaya çıktı. Bir de beni zaman zaman -gençliğimden beri- varoluş şekliyle hem şaşırtan hem hayran bırakan hem de güldüren ve kendine has bir adam olan babamı anlatma arzusuyla ortaya çıtı. Önceleri sadece babamı anlatmak istiyordum, sonra ona birtakım eklentiler yapmak istedim. Kütahya'da yaşayan kısa filmci arkadaşım Ahmet Uluçay'ın çocukluğuna ait anlattığı bir hikaye vardı. Bu hikayede de çok hoşuma gitmişti, bu hikayeyi de bir şekilde senaryoya enjekte etmek istedim. Ve ortaya böyle bir senaryo çıktı. Bu senaryoyu sonra Ahmet Uluçay'la beraber üzerinde 3 gün çalışarak biraz cilaladık. "Mayıs Sıkıntısı"; "Kasaba"ya göre çok daha senaryoya bağlı bir film. Her ne kadar, ilk bakışta, doğaçlamanın ve spontane ortaya çıkan durumların filmi gibi görünse de onların hepsi ince bir şekilde planlanmıştı.

Filmi, "Kasaba"dan farklı olarak, sesli çekeceğimiz için ekibi biraz büyütmek durumunda kaldık. İsmail Karadaş tek başına sesçilik yapabileceğini söyledi, daha doğrusu ben öyle istedim. Fakat etrafta halkı -seyredenleri, sokaktan geçenleri- denetleyecek inan olmadığı için kadrodakilerin yabancı gibi görünmeyecek, halkın arasına kolayca karışacak ve kendisini kolayca unutturabilecek görünüşte olmalarına dikkat ettik. Oyuncuların bir kısmı zaten kasabadandı. Dolayısıyla çok dikkat çekmeden çekim yapabiliyorduk. Çarşının ortasında çekerken bile bir süre sonra kimse bizi seyretmemeye başladı. Bu, işimizi kolaylaştırdı. Bir de zaten yıllardır bana alışmışlardı, orada fotoğraf çeken, videoyla film çeken biri olarak. Oyun oynamayan bir çocuk gibi görünüyordum belki de onların gözüne.

Filmlerimdeki otobiyografik nitelikleri şu an söylemem çok zor; aslında artık neyin otobiyografik neyin kurgu olduğu bir süre sonra insanın kafasında karışmaya başlıyor.

Festivallerin Önemi
Ticari sinemaya hiçbir ilgi duymuyorum; ama Metin Erksan ve Yılmaz Güney sinemasını severim. Yenilerden de Zeki Demirkubuz'u beğeniyorum.

Benim ilgilendiğim sinema her zaman kişisel sinemadan çıkıyor. Dünyada nerede olursa olsun. Bu, Amerika'dan da çıkabilir. Hollywood sineması aynı yemeği ısıtıp ısıtıp tekrar önümüze sürüyor. Ve artık tabii seyirci o kadar üşengeç bir hale geldi ki bunun dışındaki biçimlerle ilişki kuramaz oldu. Hatta sinema eleştirmenlerinde bile seyircide oluşanlarla aynı kriterleri görmeye başladım. "Sıkılmamak" ve "keyif duymak", bu iki kriter, çok canımı sıkıyor. Seyirciyi sıkmasın diye sinemanın tek yaptığı giderek hızı artırmak, sığ sularda yüzmek ve teknik cambazlıklara prim vermekten başka bir şey değil. Tinsellik iyice unutuldu. Oysa sıkıntı da insan için önemli ve gereklidir. Şimdi hayretle görüyorum ki, ilk seyredişimde çok sıkıldığım bazı filmler şimdi hayatımın filmleri haline geldiler. Bu noktada festivallere sanıyorum büyük bir görev düşüyor. İstanbul Film Festivali'nin bana büyük yararı olduğunu düşünüyorum. İnsan ruhunun farklı yönlerini dürtmesi, uyandırması ve gün ışığına çıkarması açısından, farklı filmlerle bizi yüz yüze bıraktığı için -benim önümde de- iyi kapılar açmıştır. Birtakım filmler sadece festivallerde gösterim olanağı buluyor artık. Bu nedenle çok önemi var festivallerin. Ne yazık ki festivaller sadece büyük kentlerde oluyor. Bu farklı filmlerin tıpkı "Sessizlik" filminin benim üzerimde arattığı bir etki gibi- bir köyde de birisinin üzerinde benzer bir etki yaratabileceğine inanıyorum. Birdenbire, yeni uyanmış gibi bir duygu yaratacağına. Bu açıdan Gezici Festival'i çok önemli buluyorum. Bir de televizyona, tabii, çok önemli bir görev düşüyor burada.

Sinema Yapmak İsteyenlere Tavsiyeler
Aslında 4 yıllık bir eğitimin sinema için çok uzun olduğunu düşünüyorum. Bence sinema atölye türü bir çalışmaya daha uygun bir şey. Okulda çok yavaş gidiyor her şey. Ben 2 yıl eğitim gördüm; 4 yıllık bir öğrenimdi bu tabii. 2 yıl sonra bıraktım. Okuldan bir şeyler öğrenmedim, diyemem; ama iki yılda daha fazla şey öğrenilebilir. Atölye tipi bir çalışmanın içerisine girmek ve bir filmde çalışmak en öğretici şey. Bir de, artık video kameralar var, video kamerayla çekilip 35'e aktarılmış filmler Cannes Film Festivali gibi festivallerde bile ciddi ödüller alabiliyorlar. Bir an önce işe başlamak lazım. Çünkü insanın sinema gibi böyle üşengeçlik yaratan, korku salan bir aktiviteyi ertelemek için mazeret yaratması çok kolay. Bir an önce işe başlamak lazım. Hata yapmaktan korkmadan.

Antalya'daki Ödülleri
Böyle bir ödül beklemiyordum; Altın Portakal'ın çizgisi belli, benim filmlerimin çizgisi belli. Genellikle, bu tip filmlere prim verilmez. Altın Portakal'da. Bunu biliyordum. Özel ödül türü şeyler bekliyordum, "Kasaba"nın da başına gelen şeylerden bu sonucu çıkarmıştım biraz da. Tabii, sonuçta ödülleri jürideki insanların durumları belirliyor. Orada belki bu tip bir şeye tepki duyan birtakım insanlar rastgeldi bu sene. Belki sonucu o değiştirmiştir.

Ben övgülere de yergilere de sakin bakan biriyim. "Kasaba" ve daha önce yaptığım ürünler karşısında aldığım tepkiler beni bu konuları fazla önemsememeye yöneltti. Çünkü göreceli konular bunlar. Bu tanrısal bir adaletmiş gibi davranmak gereksiz.

Sinemanın Geleceği ve Ticari Filmler
Sinema konusunda Hollywood'un nereye gittiği belli; ama bir şey çok abartılırsa muhakkak ona bir tepki sineması da beraberinde geliyor, oluşuyor. Dolayısıyla, çok umutsuz görmüyorum; ama en büyük umudu da kişisel sinemada görüyorum.

Modern dünyanın temposu ile iç dünyam arasında fark ettiğim oransızlık ya da uçurum benim bir çıkış yolu bulmamı zorunlu kılıyor. Dış dünyanın ritmine, temposuna bir ayak direme, kendi tempomu dünyaya empoze etme gibi bir arzu var. Bunu bir örnekle belki daha iyi anlatabilirim: "Baraka" filminde bir rahip vardı Tokyo'da. Elinde küçük bir çan vardı ve o çanı yavaş yavaş çalarak, ayaklarını uç uca basarak yavaş yavaş yolda yürüyordu; etrafında koşuşturan, işine yetişmeye çalışan son derece hızlı bir dünya vardı ve o insanlara bir çeşit "Yavaş ol.!" çağrısı yapıyordu o rahip kendince. Kimse ona aldırmaz görünse de.