|
|
"Üçlemenin
sonuna geldim."
Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi
Burçin S.Yalçın, Popüler Sinema Dergisi, Aralık 1999
Çocukluğunu geçirdiği
Çanakkale Yenice'de çektiği üçüncü filmi "MAYIS SIKINTISI" ile Antalya'da
En İyi İkinci Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan NURİ BİLGE CEYLAN'la
sinema serüvenini, etkilendiği yönetmenleri ve minimalizmi konuştuk.
(Söyleşi,
Burçin S.Yalçın tarafından sorular çıkarılarak yeniden düzenlenmiştir.)
Film Çekme Tutkusu
"Sinema herkes gibi benim de çok sevdiğim bir şeydi. 2 yaşımdan
10 yaşıma kadar çocukluğumu geçirdiğim Yenice kasabasında sanıyorum üç
tane sinema vardı -şu anda hiç yok tabii. Balkona aileler otururdu. Tam
bir sosyalleşme yeriydi: antraktta üst kattaki kızlara bakardık. Galiba
her günümüz orada geçerdi ve hemen hemen her gün film değişirdi. Tabii
o zamanlar oyuncusuna bakıyorduk filmlerin daha çok: Cüneyt Arkın en büyük
tutkumuzdu. Çizgi roman okumayı da çok severdim; sanıyorum çizgi romanla
sinema bana benzer bir duygu veriyordu. O kasabanın sınırlarının çok ötesine
geçebilmenin bir yoluydu. Sonra, film yapma arzusu nerede başladı? Tam
olarak bilmiyorum; ama sanıyorum İstanbul'a geldikten sonra -16 yaşımdaydım
galiba- Sinematek'te Bergman'ın "Sessizlik" filmini izlemiştim. Bu film
bende çok derin bir etki uyandırmıştı; sinemanın o güne kadar izlediğim
bütün filmlerin ötesinde bir potansiyeli olduğunu düşündürmüştü. Ya benim
belli bir zamanıma denk gelmişti ya o filmin kendi özelliklerinden kaynaklanıyordu,
bilmiyorum ama o filmi seyretmek benim sinemaya olan ilgimin cinsini çok
ciddi bir şekilde değiştirdi bir anda. O zamanlarda yavaş yavaş görsel
sanatlara da ilgim başlamıştı. Bir doğum günümde hediye edilen fotoğraf
tekniğini anlatan bir kitap beni fotoğrafa yöneltmişti; bu, sinema da
yapabileceğim konusunda sanırım bana ilk cesareti veren şeylerden biriydi.
Fotoğrafta yaratmaya çalıştığım atmosfere yakın bir şey vardı belki de
"Sessizlik"te.
Fotoğrafçılıktan Getirdikleri
Fotoğraf hiçbir zaman bir meslek gibi görünen bir şey değildi; o daha
çok bir oyun gibi görünüyordu. Sinan diye bir arkadaşım vardı, beraber
uğraşırdık fotoğrafla. 'İnsanın asıl bir mesleği olur, bunlar yan etkinlikler
olur' gibi bir şey vardı içimizde. O yüzden kültürün ve ailenin etkisiyle
daha asıl meslek olabilecek şeylere yöneldik; dolayısıyla mühendislik
okumak daha bir ideal gibi görünüyordu. Bir de normal lise -kulüp falan
olmadığı için o zamanki liselerde- insanın gerçek eğilimlerini tam olarak
ortaya çıkarmıyor. Böylece mühendisliğe sürüklendik. O birlikte çalıştığım
arkadaşım da, ben de Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'ne girdik,
elektronik mühendisliği bölümüne. Orada faaliyetlerimiz devam etti fotoğraf
konusunda. Sinema kulübüne çok gitmezdim; zaten onlar da film gösterileri
yapmaktan başka pek bir şey yapmazlardı; ama çok iyi filmler getirirlerdi.
Ve Boğaziçi Üniversitesi'nin gösterilerinde Tarkovski'yi tanıdım, bunun
gibi birçok yönetmenin dünyasını keşfettim. Üçüncü sınıfa geldiğimde mühendislikle
bir alakam olmadığının farkına vardım. Ama artık çok geçti. Belki de askerlik
ya da başka sebepler yüzünden, iteleye kakalaya mühendisliği bitirdim.
Bitirdikten sonra hayatta ne yapmak gerektiğini düşünmek için uzun bir
yolculuğa çıktım. Hala sinema çok uzak bir hayal gibi görünüyordu. Ayrıca
sosyallliği çok sevmeyen ve içedönük karakterimle de uyuşmayacağını düşünüyordum.
Fotoğraf gibi tek başınıza yapabileceğiniz bir şey değil çünkü sinema.
Organizasyon zorlukları, insanları biraraya getirebilme meseleleri çok
zor ve karmaşık görünüyordu. Bu yolculuğun sonundan fotoğrafçılık yapmaya
karar vererek döndüm Türkiye'ye. Ve hatta yurtdışından, çok kullanılmış
birkaç profesyonel makine satın alarak Türkiye'de reklam fotoğrafçılığı
yaparak bari geçimimi sağlayayım diye döndüm. Fakat o da çok sıkıcıydı.
Reklam dünyasını hiç sevmedim. Hem ilişkilerimi, hem reklamın içeriğini.
Çünkü reklam, sonuçta, temel olarak, özü yalan söylemek üzerine kurulmuş
bir şey. Kayıtsız şartsız, ürünü olduğundan iyi göstermek zorundasınız.
Fotoğraf insana sinema yapma konusunda cesaret veriyor. Çünkü teknikleri
aynı. Aynı filmleri kullanıyorsunuz. Sadece, sinemanın kendine has diğer
özellikleri ekleniyor üzerine. Öğrenmeniz ve eksik olduğunuz alanlar,
en azından, azalıyor. Tekniği iyi bilmenin Türkiye'de çok yararlı olduğunu
düşünüyorum; çünkü piyasada çalışmak zorunda olduğunuz yerlerde genellikle
teknik çok bilinmiyor, hep standart işlemler uygulanıyor ve onların dışına
kimse çıkmıyor; yani tekniğe karşı ilgim biraz da güvensizlikten kaynaklanıyor.
Sadece görüntüde değil seste de tekniği çok iyi öğrenmek zorunda hissettim
kendimi ve bunun çok yararını gördüm. "Mayıs Sıkıntısı"nı sesli çektik.
Genellikle sesli çekmenin zor olduğunu söyler; ama tam aksine, kolaylaştırıyor
işinizi.
İlk Film Çalışmaları
Film yapmak istiyordum; ancak daha o zamanlar bir şey yapıp yapamayacağınızı
test etmenizi sağlayacak video kameraları yoktu. Film de çok büyük büyük
paralar gerektiriyor biliyorsunuz, kısa film bile çekseniz. Deneyim, bilgi
ve cesaret kazanmak için sinema okumaya karar verdim ve Mimar Sinan'a
girdim. Mimar Sinan'da iki yıl okudum ve bıraktım; ancak okuduğum dönemlerde
video kameraları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. O zaman video kamera
satın aldım ve birtakım denemeler yaptım. Bu denemelerin belki de yüzde
1'inde, hoşuma giden bir ruh hissettim biraz ve bunun verdiği cesaretle
"Koza"ya başladım, ilk 35mm kısa filmim, 20 dakikaydı.
"Koza" garip bir filmdi, senaryosu yoktu, aklımda birtakım fikirler vardı;
ancak çekimi çok uzun sürdüğü için yolda sürekli değişiyordu bu fikirler.
Eski Rus filmleri satın aldım çok ucuza ve çok ucuza eski bir kamera da
buldum. Okuldan sonra bir kısa filmde çalışmıştım. Arkadaşım Mehmet Eryılmaz'ın
çektiği bir kısa filmdi bu. Onda oyunculuk yaptım ama asıl amacım bütün
aşamaları görmekti. Doğrusu bu filmde çalışmakla okulda öğrendiğimden
çok daha fazla şey öğrendim; bu beni cesaretlendirdi. O filmin çekildiği
eski kamerayı satın aldım Satın aldım çünkü çekimi çok uzun bir süreye
yaymak istiyordum, ne yapacağım belli değildi, senaryo konusunda zorlanıyordum.
Sanıyorum, bir seneyi geçti o 20 dakikalık kısa filmin çekimleri. Bütün
boşluklarda, fotoğraf çekmeye gider gibi, Çanakkale'ye gittim. Annemi
babamı oynattım; çünkü ekibin her zaman elimi uzattığımda orada bulabileceğim
insanlar olması gerekiyordu. Sonunda "Koza" diye bir şey ortaya çıktı.
Bu filmin bir kısmını tek başıma çektim ve tek kişilik farklı asistanlar
bazen yardımcı oldu. Ama, yine de, çektiğim filmlere baktığımda en zorlandığım
film "Koza" olmuştur; çünkü bir kere başladığınızda ve bir şey ortaya
çıktığında artık cesaret kazanıyorsunuz. Düğüm çözülüyor.
Oyuncu Yönetiminde Bresson'un Etkisi Var
mı?
Bresson doğallık peşinde koşan bir yönetmen değildi. Tam tersine; belli
bir müsamere havasını severdi. Oyuncunun yüzünde duygudan nefret ederdi
ve onu yok etmek için sayısız tekrar yaptırır ve oyuncusunu iyice bezginleştirirdi,
ondan sonra istediği şeyi elde ederdi. Bense prova yapmadan, ilk çekimde
oluşan o spontane duyguyu seviyorum ve onun üzerine gidiyorum daha çok.
Bir sahneyi tasarlarken, kamerayı yerleştirirken, hatta objektifi tercih
ederken bile insan, elinde olmadan çok sevdiği yönetmenlerin etkisinde
kalabiliyordur. Bunlar filmlerime nasıl yansıyor, tam olarak bilemiyorum;
bunu belki objektif bir göz daha iyi görülebilir; ama özellikle Ozu ve
Tarkovski'nin üzerimde çok büyük bir etkisi oldu. İnsanın gözlemleri de
sanat eserlerinin etkisiyle değişebilir, dünyaya etkilenmiş bir göz olarak
tekrar bakıp daha önce görmediğimiz detayları görmeye başlıyoruz. Gözlemlerimizin
bile ne kadar saf olduğu, bir çocuğun gözleriyle bakabilmek ne kadar mümkün,
gerçekten belli değil.
Kabul edilmiş veriler üzerinde yaşıyoruz ve dünyayı gerçekten, olduğu
gibi değil de bize söylendiği gibi, öyle olduğuna inandırıldığımız gibi
görmek alışkanlığını çabucak ediniveriyoruz. Sanat eserleri biraz da bu
noktada önem kazanıyor: klişeleri yıkmak, bakışımızı zenginleştirmek.
Minimalizm
Bugün somut olarak hissettiğim şey, artık algılarımdaki keskinliğin giderek
körelmekte olduğu. Ancak bir türlü emin olamadığım, bunun sadece yaşlanmakta
olduğum için mi yoksa içinde yaşadığımız fazlalıklar kültürünün etkisiyle
mi olduğu. Geçenlerde gazeteler yazdı. Yanlış hatırlamıyorsam bir budist
rahip, gereksiz bir lüks içinde yaşadığımızı kanıtlamak için bir yıl yalnız
su içerek yaşamış ve tıp otoritelerini şaşırtmıştı. Sağlığında da hiçbir
bozukluk belirtisi yoktu. Bu adama bu tehlikeli denemeyi yaptıran acıyı
anlıyorum. Sanırım benzer bir acı beni de yaşantımda ve sinemamda benzer
girişimlere zorluyor. Aslında minimalizme eğilim bizim kültürün içinde
yok değil. Ancak modern dünya ve kapitalizm bunu iğdiş etmek için elinden
geleni yapıyor. Kasabada yaşarken annemin ya da teyzemin kullandığı dil,
İstanbul'daki dilden ya da edebi dilden daha zengindi. Seslerden sürekli
yeni kelimeler türetirlerdi. Beli bir durumu daha iyi betimlemek için
yaratılan bu kelimeler tek başına koskoca bir bütünü tümüyle açığı çıkarır
ve bu durum dinleyicilerce kahkahalar veya nidalarla ödüllendirilirdi.
Yani yeni ifade biçimleri bulmak ve özlü anlatım, teşvik edilen bir tavırdı.
Şimdi sinemada yeni anlatım biçimleri yaratma çabasının veya sadeliğin
seyirci bazında bir ödülü var mı? Aynı hikayeler aynı şablonlarla tekrarlanıyor.
Bu konuda sinemada Ozu'ya çok büyük bir saygı duyuyorum. Ozu'nun minimalizmi
sinemasının her tarafına sinmiştir. Tekniğine, konularına, biçimine. Bir
bakıma, Ozu hep aynı filmi çekr, hep aynı objektifle çeker, aynı yükseklikten.
Kahramanlarının isimleri bile aynıdır. Ve aynı konuları çeker. Anlatımda
da asla varolan olanakların tümünü kullanmaz, reddeder. İlk zamanlarında
hafif ileri doğru kaydırma hareketleri varken onları da atmıştır ve giderek
biçimini sadeleştirmiştir. Belki de bu olanaklara kavuşmak, bir yönetmen
için iyi bir test oluyor. Çoğu yönetmen olanaklara kavuştuktan sonra sinemasını
bozmuştur. Buna örnek olarak belki Kusturica'yı, Jim Jarmusch'u da verebilirim.
Bresson'un bu konuda çok güzel bir lafı vardır: 'Olanaklarım arttıkça
yapabileceklerim azalıyor.'
Her Yönüyle Denetimin Dezavantajları
Artık derin sulara açılmanın zamanı geldi, diye düşünüyorum. Bir çeşit
üçleme gibi bir şeyin sonuna geldim. Artık Çanakkale'de bir film çekeceğimi
sanmıyorum. Bir dahaki filmimi İstanbul'da çekmeyi düşünüyorum; belki
de bütün filmlerimi. Kafamda oluşmuş bir taslak var. Yeni filmim yalnızlık
üzerine bir film olacak. Fakat öykü çok net değil daha.
Filmlerimde denetimin her konuda tümüyle benim elimde olması konusunda
bir şikayetim yok. Belki biraz yorucu olması dışında. Ama küçük bütçeli
ve ticari niteliklerin tümüyle uzağında bir film yapmak, yapımcılar, laboratuvar,
dağıtımcı ve sinema sahipleri gibi üretim aşamasında sürekli beraber olmak
ve birlikte çalışmak zorunda olduğumuz çevrelerde hep daha az saygı görmemize,
sizin için yapılanların bir lütufmuş gibi yapılmasına neden oluyor. Elinizde
olmadan sanki suçluymuşsunuz gibi bir duygu size eşlik ediyor. Bu ortamlarda
tek kriter seyirci sayısı ve koya adedi gibi şeyler olduğundan bin türlü
üstü kapalı tavsiye kulağınızı kurutuyor. Sistem sizi de kendi içinde
eritmek için elinden geleni yapıyor. Söylemeliyim ki tüm bunlardan etkilenmemek
hiç de kolay değil. Küçük bir ekiple çalışmanın yararları saymakla bitmez.
Bir defa, istediğiniz kadar uzun bir zamana yayabiliyorsunuz çekimi ve
"işlem sırasında yaratma" şansı sunuyor bu. Üç gün çekip üç gün düşünebiliyorsunuz
ve bu size ciddi bir rakama mal olmuyor; ekip 4 kişiden oluşuyorsa onlar
tatil yapmayı sürdürüyorlar oda. Siz o anda aklınıza gelen yeni fikirleri
filme katabiliyorsunuz. Tıpkı bir yazarın yazarken karakterin kendisini
yönlendirebilmesi ve yön değiştirebilme özgürlüğü gibi bir özgürlük sağlıyor
bu. Sinemayı olabildiğince fotoğraf, resim ya da edebiyat gibi bir sanata
yaklaştırıyor, üretim koşulları açısından. Benim de en çok istediğim şey
bu.
"Mayıs Sıkıntısı"nın Soluk Renkleri
"Mayıs Sıkıntısı"nı mayıs sonu ve haziranda çektik; biraz temmuza da sarktı.
Güneş çok parlaktı ve renkler çok canlı çıktı deneme baskısında. Bir de
'renkli' çok hakim olduğum bir alan değil, fotoğrafta da siyah-beyaz çalışıyordum.
Buna bir çare bulmam gerektiğini düşündüğüm için birtakım teknik denemeler
yaptım, kitaplardan okuduğum ya da yabancı dergilerde rastladığım bazı
tekniklerin Türkiye'de uygulama konusnuda Fono Film'i ikna ettim. Ve böyle
bir test yaptık. Türkiye'de bir sorun var: bizde siyahlar normal baskıda
çok siyah çıkmıyor, doygun çıkmıyor. Bu uyguladığımız denemeyle gördük
ki siyahlar çok yoğunlaşıyor; bu benim tam istediğim şeydi. İkincisi,
bu, renkleri solduruyordu, ki bu da tam istediğim şeydi. Çok canlı olan
renkleri biraz soldurduk ve bu sanıyorum filmin kafamdaki ruhuna çok uydu.
"Mayıs Sıkıntısı" 100 bin dolara mal oldu. Bunun 30 bin dolarını Efes
Pilsen karşıladı. Geçen yıl "kasaba" filmiyle İstanbul Film Festivali'nde
aldığım FIPRESCI ödülüne ilave olarak verilen bir ödüldü. Efes Pilsen
ayrıca filmin tanıtım sponsorluğunu da üstlendi. Bu da benim için çok
önemli bir şey. Ve bunu son derece profesyonelce yapıyorlar: filmin içeriğine
kesinlikle karışmadılar.
"Mayıs Sıkıntısı"; "Kasaba" filmini çekerken gözlemlediğim şeylerden ortaya
çıktı. Bir de beni zaman zaman -gençliğimden beri- varoluş şekliyle hem
şaşırtan hem hayran bırakan hem de güldüren ve kendine has bir adam olan
babamı anlatma arzusuyla ortaya çıtı. Önceleri sadece babamı anlatmak
istiyordum, sonra ona birtakım eklentiler yapmak istedim. Kütahya'da yaşayan
kısa filmci arkadaşım Ahmet Uluçay'ın çocukluğuna ait anlattığı bir hikaye
vardı. Bu hikayede de çok hoşuma gitmişti, bu hikayeyi de bir şekilde
senaryoya enjekte etmek istedim. Ve ortaya böyle bir senaryo çıktı. Bu
senaryoyu sonra Ahmet Uluçay'la beraber üzerinde 3 gün çalışarak biraz
cilaladık. "Mayıs Sıkıntısı"; "Kasaba"ya göre çok daha senaryoya bağlı
bir film. Her ne kadar, ilk bakışta, doğaçlamanın ve spontane ortaya çıkan
durumların filmi gibi görünse de onların hepsi ince bir şekilde planlanmıştı.
Filmi, "Kasaba"dan farklı olarak, sesli çekeceğimiz için ekibi biraz büyütmek
durumunda kaldık. İsmail Karadaş tek başına sesçilik yapabileceğini söyledi,
daha doğrusu ben öyle istedim. Fakat etrafta halkı -seyredenleri, sokaktan
geçenleri- denetleyecek inan olmadığı için kadrodakilerin yabancı gibi
görünmeyecek, halkın arasına kolayca karışacak ve kendisini kolayca unutturabilecek
görünüşte olmalarına dikkat ettik. Oyuncuların bir kısmı zaten kasabadandı.
Dolayısıyla çok dikkat çekmeden çekim yapabiliyorduk. Çarşının ortasında
çekerken bile bir süre sonra kimse bizi seyretmemeye başladı. Bu, işimizi
kolaylaştırdı. Bir de zaten yıllardır bana alışmışlardı, orada fotoğraf
çeken, videoyla film çeken biri olarak. Oyun oynamayan bir çocuk gibi
görünüyordum belki de onların gözüne.
Filmlerimdeki otobiyografik nitelikleri şu an söylemem çok zor; aslında
artık neyin otobiyografik neyin kurgu olduğu bir süre sonra insanın kafasında
karışmaya başlıyor.
Festivallerin Önemi
Ticari sinemaya hiçbir ilgi duymuyorum; ama Metin Erksan ve Yılmaz Güney
sinemasını severim. Yenilerden de Zeki Demirkubuz'u beğeniyorum.
Benim ilgilendiğim sinema her zaman kişisel sinemadan çıkıyor. Dünyada
nerede olursa olsun. Bu, Amerika'dan da çıkabilir. Hollywood sineması
aynı yemeği ısıtıp ısıtıp tekrar önümüze sürüyor. Ve artık tabii seyirci
o kadar üşengeç bir hale geldi ki bunun dışındaki biçimlerle ilişki kuramaz
oldu. Hatta sinema eleştirmenlerinde bile seyircide oluşanlarla aynı kriterleri
görmeye başladım. "Sıkılmamak" ve "keyif duymak", bu iki kriter, çok canımı
sıkıyor. Seyirciyi sıkmasın diye sinemanın tek yaptığı giderek hızı artırmak,
sığ sularda yüzmek ve teknik cambazlıklara prim vermekten başka bir şey
değil. Tinsellik iyice unutuldu. Oysa sıkıntı da insan için önemli ve
gereklidir. Şimdi hayretle görüyorum ki, ilk seyredişimde çok sıkıldığım
bazı filmler şimdi hayatımın filmleri haline geldiler. Bu noktada festivallere
sanıyorum büyük bir görev düşüyor. İstanbul Film Festivali'nin bana büyük
yararı olduğunu düşünüyorum. İnsan ruhunun farklı yönlerini dürtmesi,
uyandırması ve gün ışığına çıkarması açısından, farklı filmlerle bizi
yüz yüze bıraktığı için -benim önümde de- iyi kapılar açmıştır. Birtakım
filmler sadece festivallerde gösterim olanağı buluyor artık. Bu nedenle
çok önemi var festivallerin. Ne yazık ki festivaller sadece büyük kentlerde
oluyor. Bu farklı filmlerin tıpkı "Sessizlik" filminin benim üzerimde
arattığı bir etki gibi- bir köyde de birisinin üzerinde benzer bir etki
yaratabileceğine inanıyorum. Birdenbire, yeni uyanmış gibi bir duygu yaratacağına.
Bu açıdan Gezici Festival'i çok önemli buluyorum. Bir de televizyona,
tabii, çok önemli bir görev düşüyor burada.
Sinema Yapmak İsteyenlere Tavsiyeler
Aslında 4 yıllık bir eğitimin sinema için çok uzun olduğunu düşünüyorum.
Bence sinema atölye türü bir çalışmaya daha uygun bir şey. Okulda çok
yavaş gidiyor her şey. Ben 2 yıl eğitim gördüm; 4 yıllık bir öğrenimdi
bu tabii. 2 yıl sonra bıraktım. Okuldan bir şeyler öğrenmedim, diyemem;
ama iki yılda daha fazla şey öğrenilebilir. Atölye tipi bir çalışmanın
içerisine girmek ve bir filmde çalışmak en öğretici şey. Bir de, artık
video kameralar var, video kamerayla çekilip 35'e aktarılmış filmler Cannes
Film Festivali gibi festivallerde bile ciddi ödüller alabiliyorlar. Bir
an önce işe başlamak lazım. Çünkü insanın sinema gibi böyle üşengeçlik
yaratan, korku salan bir aktiviteyi ertelemek için mazeret yaratması çok
kolay. Bir an önce işe başlamak lazım. Hata yapmaktan korkmadan.
Antalya'daki Ödülleri
Böyle bir ödül beklemiyordum; Altın Portakal'ın çizgisi belli, benim filmlerimin
çizgisi belli. Genellikle, bu tip filmlere prim verilmez. Altın Portakal'da.
Bunu biliyordum. Özel ödül türü şeyler bekliyordum, "Kasaba"nın da başına
gelen şeylerden bu sonucu çıkarmıştım biraz da. Tabii, sonuçta ödülleri
jürideki insanların durumları belirliyor. Orada belki bu tip bir şeye
tepki duyan birtakım insanlar rastgeldi bu sene. Belki sonucu o değiştirmiştir.
Ben övgülere de yergilere de sakin bakan biriyim. "Kasaba" ve daha önce
yaptığım ürünler karşısında aldığım tepkiler beni bu konuları fazla önemsememeye
yöneltti. Çünkü göreceli konular bunlar. Bu tanrısal bir adaletmiş gibi
davranmak gereksiz.
Sinemanın Geleceği ve Ticari Filmler
Sinema konusunda Hollywood'un nereye gittiği belli; ama bir şey çok abartılırsa
muhakkak ona bir tepki sineması da beraberinde geliyor, oluşuyor. Dolayısıyla,
çok umutsuz görmüyorum; ama en büyük umudu da kişisel sinemada görüyorum.
Modern dünyanın temposu ile iç dünyam arasında fark ettiğim oransızlık
ya da uçurum benim bir çıkış yolu bulmamı zorunlu kılıyor. Dış dünyanın
ritmine, temposuna bir ayak direme, kendi tempomu dünyaya empoze etme
gibi bir arzu var. Bunu bir örnekle belki daha iyi anlatabilirim: "Baraka"
filminde bir rahip vardı Tokyo'da. Elinde küçük bir çan vardı ve o çanı
yavaş yavaş çalarak, ayaklarını uç uca basarak yavaş yavaş yolda yürüyordu;
etrafında koşuşturan, işine yetişmeye çalışan son derece hızlı bir dünya
vardı ve o insanlara bir çeşit "Yavaş ol.!" çağrısı yapıyordu o rahip
kendince. Kimse ona aldırmaz görünse de.
|