Babam için |
|
(English version >>>) |
Ankara Ziraat Fakültesi (40'lı yıllar) |
Yazan : Emine Ceylan
1922 yılında doğdu. Aylardan Nisan’dı. Doğduğu gün ise bilinmiyor. Çanakkale Yenice Çakıroba köyünde. Babası 1. Dünya Savaşında uzun yıllar savaşmış, öldüğü sanılmış, yıllar sonra çıkagelmiş Koca Nuri, annesi gene 1. Dünya Savaşında genç kocasını kaybetmiş keleşlerden Fatma. Üç oğlan kardeşin en büyüğü. Birbirlerinden son derece farklı, aralarında ikişer yaş olan bu üç oğlan Çakıroba’nın bayırlarında yoksul bir aile ortamında büyümüş. Karamazov değil, Ceylan kardeşler ama onların da hayat boyu sürtüşmeleri, çatışmaları, çelişkileri eksik olmamış. Keza babalarıyla da. Tıpkı baba Karamazov gibi o da dünya nimetlerine meraklı, hedonist, coşkulu, çalışmaktan pek fazla hoşlanmayan, sosyal ve masmavi gözleri, iri cüssesiyle alabildiğine yakışıklı bir adam. Üç kardeşten sadece o okumuş, biri doğduğu köyde, diğeri büyük kentlerin karmaşasında yitip gitmeyi seçmiş.
Önce köyden her gün yürüyerek gidip geldiği ilkokulu bitirmiş Yenice’de, ardından Biga’da ortaokulu. Liseyi Balıkesir lisesinde okumuş. Küçük bir bodrum odası kiralamışlar onun için. Beyaz ve çıplak duvarlı bir oda. Tepeden sarkan bir ampül. Ortada masa olarak kullanılan bir bavul, bir kenarda yatak. Kendi yoksulluğunun yanısıra, savaş yıllarının kıtlık ortamında ekmek karneyle veriliyormuş. Okulda öğleyin verilenle doymayınca, haydi akşamki hakkıkımızı da yiyelim derlermiş, akşamsa aç acına geçiştirilirmiş.
Yokluk… Yoksulluk… Kimsesizlik… Çevresindeki herkesin ve herşeyin onu aşağı doğru çektiği bir ortamda, belki de teselliyi, tepedeki köyünden aşağıdaki vadilere uzanan patikalarda, sabah açan çiçeklerde, suların şırıltısında, belki de taa o günlerde aşık olduğu ağaçlarda buluyor. O günlerde şekillenmiş olduğu apaçık, onu herşeyin üzerine çıkaran tabiat sevgisiydi bu. Dile getirilmeyen, yaşamının arka planını oluşturan düşünceler de bu puslu manzaralar arasında filizleniyor.
Yoksulluğun eğittiği, durmaksızın tek başına ilerlemeye karar veren, dini şartlanmaları, hurafeleri reddeden…
Yalnızlıkta en uç noktaları deneyen ve kendini hasreden… Girdiği yolu mutlaka sonuna gitmeye kararlı olan. Toplumun yargılamasına, garipsemesine aldırmadan bildiği yolda yürüyen...
Çile çekmekten korkmayan, henüz sevdiği şeyleri yitirmemiş gencecik Mehmet Emin Ceylan…
Askerlik, 1950 |
Yazları köye döner, çalışır, çalışır. Harman, çapa, tütün. Gecelerin yıldızlarla dolup taştığı saatlerde uzandığı yerde hayallere dalar. Uzaktan uzağa havlayan köpekler, aniden başlayan yatsı ezanı… Sonra sessizlik geri gelir, dünya uzaklaşır, mesafeler uzar, uyuyakalır. Mısır tarlasını beklemeye geldiğini unutur, geceleri mısırlara dadanan domuzlara engel olmak için orada olduğunu, ancak mısırları yemeye başlayan domuzun çıkardığı sesle hatırlar, yerinden fırlayıp sese doğru koşar, ürken domuz hızla kaçar.
Lise sonrası Ziraat Fakültesine girmek istiyordu. İstanbul’a gelip sadece onun sınavına girdi, kazandı. Ankara Ziraat Fakültesinde okumaya başladı. Sırtı ilk paltoyu o yıllarda gördü. Devletin fakir öğrencilere yaptığı yardımdan ona da bir siyah palto düşmüştü. Sessiz, konuşmayı fazla sevmeyen bir gençti. Arkadaşlarının hay huyları arasına pek dalmıyor, ideallerine doğru yürüyordu. Devletin verdiği paltoyu da pek fazla kullanma imkanı olmayacaktı, onu satıp lingafon aldı. Sürekli çalışarak iyi derecede ingilizce öğrendi.
“Doğruluğu sevenler aşkı, yani yanılsaması olmayan aşkı, evlilikte aramak zorundadır.” der Camus.
O da atılacak bu adımı attı.
“Sevgili Nişanlım,
Size sık sık mektup yazmak istediğim halde buna bir türlü muvaffak olamıyorum. Benim için en neşeli günlerim ve dakikalarım sizden bir haber aldığım anlardır. Sizi asla unutmuş değilim. Hatıranız daima kalbimin baş köşesindedir. Ne zaman müşkül durumda kalsam hemen sizi hatırlamam her şeye kafi geliyor, bütün üzüntülerim gidiyor. İstikbalde sizinle kuracağım yuvayı düşünerek neşe içindeyim...”
Evlilik Günü, 1952 |
1952’de evlendiler. Nevruz’lu Fatma Bodur ile. Askerlik ardından ilk görev yeri olan Bursa’da yaşamaya başladılar.
1954’de devletin açtığı ingilizce sınavını kazanarak Amerika’ya gitti. Geride genç karısı ve henüz doğmamış bebeğini bırakarak.
Amerika’da geçirdiği bir yıl hayatında yepyeni bir dönem açtı. Oranın gelişmişlik düzeyi ve özgürlük ortamı onu çok etkilemişti. Devletin verdiği harcırahı biriktirerek 1957 model Chevrolet marka bir araba ve bazı ev eşyaları aldı. Amerika’nın çeşitli bölgelerini, Üniversitelerini dolaşarak Ziraat konusundaki gelişmeleri yerinde öğrendi. Türkiye’yi anlatan konferanslar verdi.
Evliliğin ilk yılları, 1954 |
“Oğlumuz,
Fatma salimen Gureba Hastahanesinde doğumunu yaptı, bir kızımız oldu. Sıhhati çok iyidir, annesinin ismini koymayı istiyor. Annesinin ismi (Emine Müberra’dır.) Hepimize uğurlu ve hayırlı olsun, yavruya ve sizlere Allah uzun ömür versin.
Baban, 8 Ocak 1955 “
“…Kızım nasıl güzel mi? Tabii sana benzediği için bunu sormaya lüzüm yok.. güzeldir. İkimize hayırlı ve uzun ömürlü olsun…”
“…Karıcığım ilk gayem orada 25 bin liraya satılabilecek bir araba getirmek istiyorum, sonra param kalırsa büyük bir buzdolabı (onu satmam), sonra elektrikli bir çamaşır makinesi ve sonra elektrik ocağı, amma önce araba eğer param yetmez de sana bir şey alamazsam darılmazsın değil mi? Şimdilik 4 dolarlık bir fotoğraf makinesi aldım, gelirken ya İtalya’dan ya da İsviçre’den daha iyisini alacağım…“
“…Karıcığım bildiğin gibi 1,5 aylık zamanım Utah’ta bir çiftlikte geçti. Bu zaman içinde çok çalıştım ve yoruldum. Her gün sabah 5’ te kalkıyor ve akşam saat 6’ da eve gelebiliyorduk ki tam 13 saat ayakta duruyorduk. Tek para almasınlar diye...”
“…Hala bir fotoğraf makinesine sahip olamadığımdan üzülüyorum, birçok kıymetli hatıralarım kaybolup gidiyor ama ne yapayım, kendimin Türkiye’deki sıkıntılı durumlarını hatırlayarak resime para vermenin doğru olmayacağını düşünüyor, müteselli oluyorum. Yani arabayı 25-30 bin liraya orda sattığımı farzetsem bile bu 10 sene sonraya kadar biraz artacak amma ben de 40 yaşını geçmiş olacağım, o zaman parayı ne yapayım? Yukarıda sana dedim ya şimdiye kadar ömrüm para tasarruf etmekle geçti. Artık sel önüne katılmış bir kütük gibi sürüklenip yuvarlanıp gitmekten kurtarıp kendime gelmem lazım. Bu sözleri sana söylemekten maksadım senin tavsiye ve nasihatlarını da elde etmek isteyişimdendir…”
“…40 yaşından sonra parayı ne yapayım diyorsun. Erkeklerin hayatının 40 yaşından sonra başladığını çok insanlardan işittim, hem paramız olmasa bile ne çıkar, biz mesut yaşayalım da. Kendimizi idare edecek kadar maaşımız da var…”
“…Kendimi eğlenceden, giyimden herşeyden biraz mahrum bırakıyorum, niye yalan söyleyeyim. Buna katlanacağım. Ömrüm zaten şimdiye kadar hep böyle geçti. Ama ben de bıktım. Bu son olsun…”
Bu son olmadı. Ömrü hep bu şekilde geçti. Arabayı getirdi getirmesine de gümrükten geçiremedi. Ve tam tamına 5 sene uğraştı, tek başına tam bir hukuk savaşı başlattı arabayı çıkarmak için. Bütün kanunları ezberledi, büyük bir güçle savaştı, sonunda arabayı alabildi. Ardından devlete açtığı tazminat davasını da kazandı, 10 bin lira aldı.
O araba hala garajda duruyor, ne satmayı, ne vermeyi düşünebilir. Ömrünün taze baharında tasarladığı şeyi gerçekleştirmesine aracılık etmiş bu otomobil çok şey ifade ediyor onun için. Bir ara Yenice’de, bir ara tarladaki garajda en son da İstanbul’daki garajda birlikte yaşlandıkları bu tutkulu sahibine yoldaşlık yapıyor. Her gün bir miktar vaktini garajda geçirir babam, ne yapar, ne eder, ne düşünür, ne hisseder bilinmez.
Bursa günleri, 1956 |
Amerika dönüşü Yeşilköy’deki Zirai Araştırma Enstitüsü’nde çalışmaya başlar. 1959 Ocak’ının 26’sında bir oğlu olur. Adını tarihten koymak ister. Gültekin, Bilge ve Kağan gibi isimlerden Bilge’yi seçer. Dedemin adıyla beraber Nuri Bilge oluverir oğlunun adı.
Biz babamızı çeşitli halleriyle düşünürüz hep. İlk erken çocuklukta zoraki yatırdığı öğle uykularından, içmek zorunda olduğumuz balık yağından. Geceleri haritalara bakarken, nedense gerçekleşmemiş, görev için gidilecek Yeni Zelanda seyahati hayalleriyle, kitaplar arasında geçirdiği vakitlerdeki uzun suskunluklarıyla. Kendi dünyasına çekilivermiş düşünceli halleriyle. Bu kıymetli otomobiliyle çıktığımız gezilerle. Türkiye’de gezilmemiş antik kent kalmamıştı. Sıklıkla Beyazıt Kütüphanesine yaptığı ziyaretler de belleğimizde. Milet, Priene, Efes, Termessos, Sardes vs. En ücra köşeyi bile bilir babam. İngilizceden, Fransızcadan kitaplar okur. Büyük İskender’e hayrandır.
"…Geçmişini bilmeyen insan, geleceğini de bilmez. Taa Makedonya'dan Mısır'a, Hindistan'a kadar giden 20 yaşında birinin sırrını öğrenmek istedim. Az şey mi? En son gittiği yer Pencap'ın son nehri Hifasis oldu, yeni ismi ile Bias. Arabistan sefesine hazırlanırken de öldü. Herşeyden önce, yüksek şahsiyet sahibiydi. Aristo'nun öğrencisi bir defa. ' Babam bana hayat verdi, Aristo'da bana hayatın nasıl kullanılacağını öğretti' dermiş. Yalnız o değil, hayran olduğum başkaları da var elbette. Mesela, Mezepotamya'da hem halkını yetiştiren hem hizmet eden faziletli adam Urukagina. Lagaş kralı Urukagina. Ruhban sınıfın halkı sömürdüğü bir sırada ortaya çıkmış…"
(Kış Yolculuğu “Mısır Tarlası”, s.33)
Ziyaret ettiğimiz antik yerlerde, girişin orada annem ve biz iki kardeş bir ağacın gölgesinde otururduk genellikle, babamsa elinde kitaplar bir tepenin ardında kaybolurdu, 1-2 saat sonra başka bir tepeciğin üzerinde silueti görünür, tekrar kaybolurdu. Gözlerinde bir ışık, dudağında mutlu bir gülümseme olurdu. Öylesine tutkulu bu insanın bütün bunları tek başına yaşamasını, hayatında bir çok şeyi aslında hiç paylaşmamasını, bu tekil mutluluğun bütün hayatınca ona yettiğini o zaman değerlendiremiyorduk tabii. Saatler sonra mutlu bir yorgunlukla çıkagelir, annemin söylenmelerine bile aldırmaz, yola devam edilirdi. Babam niye bunlara meraklı diye düşünürdük. Bize öykülerini anlatırken yarı şaşkın, yarı merakla bakakalırdık.
O ise hayatın anlamı bu işte der gibiydi. Geçip gitse de hayatlarımız, tarihin görkemi içinde kendine bir yer bulur böyle işte der gibiydi. Bilimin, sanatın, bilginin ötesinde her şey boş der gibiydi.
Açık hava gazinosu, Bursa, 1958 |
Çok yıllar sonra babamla ikimiz İskenderiye’ye gittiğimizde de farketmiştim, o güzelim eski şehirde, kirli bir sepya sarısının hakim olduğu eski evlerin arasındaki sokaklarda dolaşırken, sıcak bir meltemin yüzümüzü yaladığı akşam saatlerinde kentin önünde uzanan sahil yolunda, rıhtım boyunca yürüyüş yaparken babam aslında şimdiki zamanda değildi. Ne gruplaşmış şakalaşan insanlar dikkatini çekiyor, ne yüzünde envai çeşit ifadenin oynaştığı bir adama ilgi gösteriyor, ne sanki bu görkemli kentin şu andaki insanın içini ezen, insanı sükunete davet eden, eskimiş, eprimiş hüzünlü hali üzerine bir iki kelam ediyordu. Eski bir zaman parçasında yaşıyor gibiydi, sanki suretiydi orda olan. Onun bu kendini verebilme yetisine her zaman hayran oldum. Bir taşa bakarken, bir şey düşünürken.
Evin önü, Bakırköy, İstanbul, 1958 |
1962 yılında Yenice’ye göçtük. Kendi memleketine yararlı olmak istiyordu. Öğrendiklerini orada uygulamak istiyordu. Orda geçirdiği uzun yıllar boyunca hayalkırıklıkları da yaşadı, mutluluk da. Yapısının da uygun olmasından belki, toplumla pek fazla uyum içinde olmadı, o da iyice yalnızlığına çekildi. Babasından kalan geniş arazisinde tarım yaptı, fransızca öğretmenliği, ziraat mühendisliği v.s.
“…Bir de tabiata inanırım, sonsuz tabiata. Öyle bakıp geçiverdiğimiz küçücük bir fidanda bile bir tabiat harikası gizlidir. Her sene bir dal verir, dalın kısa olması o sene yağışların az gittiğini gösterir mesela. Tabiat kafamızın içindeki her sorunun cevabını içinde barındırır. İnsan kendini bu bütünün bir parçası gibi hissetmeli, o muazzam çarkın bir dişlisi olduğunu kabullenmeli ve bundan mutluluk duymalı…”
( Kış Yolculuğu “Mısır Tarlası” s. 40)
Yamaçtan aşağı gözalabildiğine uzanmış tarladayız. Güneş tepede. Öğlenin en sıcak zamanı. Bilge’yle ben haftasonu Marmara kıyısındaki Kemer’e denize gitmek istiyoruz. Bunun hayali bile bizi mutlu ediyor. Eğer güzel çalışırsak babamız götüreceğine söz verdi. Ağaçların gölgesinde bir makine çalışıp duruyor. Toplanan domatesler içine boşaltılıyor, salça yapmaya uğraşıyorlar. Yapılanlar tenekelere dolduruluyor. Tepemizde yakıcı güneş minik minik domatesleri sepetlere topluyoruz. Domateslerin yaprakları ellerimizi kaşındırıyor. Arada bir tarladan aşağı bakınca dalgalı bir deniz görüyorum. Son bir gayretle ellerimi gene toprağın üzerine serpilmiş domateslere daldırıyorum. Babam gene kaptırmış, bir ağaçların altına, bir tarlanın ortasına koşuşturup duruyor. Yorgun ama öylesine mutlu. Bizse iki kardeş sadece gideceğimiz deniz hayaliyle güçlükle katlanıyoruz... Haftasonu denize gitmiyoruz. Gelecek haftasonu da.
Ne zaman, yazın sıcak bir gününde minicik bir domatesin kokusunu duysam, avucuma alsam, o günler çıkagelir belleğimin derinlerinden, dalgalı masmavi bir denizin kokusu ve görüntüsüyle beraber.
Oğlu ile, İstanbul, 1959 |
Bizim eğitimimiz için İstanbul’a geliyoruz annem ve biz iki kardeş 70’lerin başında. Kişiliğimizin gelişiminde önemli bir rol oynayan kasaba hayatına, kırlara, eski mezarlıklara, hem ürküp hem merak ettiğimiz Issız Cuma’ya, dokuz kiremite, çelik çomağa, altlarında koşuşturduğumuz ahlat ağaçlarına, hayal gücümüzü zenginleştiren zifiri karanlık gecelere, uzun karlı kışlara veda ediyoruz. Senede iki kez zorlu bir yürüyüşle tırmandığımız kasabanın dibinde bitiveren Asar dağındaki Şeytan Kayasına da.
Aile portresi, Yenice, Çanakkale, 1965 |
Babamsa tayinini yaptıramadığından orda kalıyor. Uzun yıllar… Yalnız, tabiatın içinde bir hayat kuruyor kendine. Yenice’deki evden her gün bisikletiyle tarlaya gidiyor. Artık hiçbir şey yetiştirmiyor, ayrık otlarıyla kaplı bu yabanıl halini de çok seviyor. Geçmişte yaşadığı çeşitli deneyimler (elma ağaçları, buğday, domates v.s.) geride kalıyor. Kavak ağaçlarının arasında dolaşıyor. Gündelik işlerle uğraşıyor, kimi kez yeni bir su yolu açıyor çapasıyla, odun kesiyor, binbir çeşit iş üretiyor kendine. Yorulduğunda hamağa uzanıp, göğe doğru yükselen meşe ağaçlarının, kendisinin yetiştirdiği bu ağaçların, gün be gün büyüdüklerine tanık olduğu bu ağaçların, usul usul sallanan üst dallarına bakarak uyuyakalıyor. Akşamüstü, tahtadan kendi yaptığı kapıyı kapatıp çıkıyor. Çam ağaçlarının iğne yapraklarıyla kaplı patikadan yukarılara doğru tırmanıp köyün eski yabanıl mezarlığında çamların altında yatan anasının, babasının, kardeşinin, yakınlarının mezarlarının başında soluklanıyor kimi zaman. Onları dualarla değil, sonsuzluğa karışmış, göğe doğru uzanan çamların uğultularıyla, tabiatın birer parçası haline gelmiş varlıklarıyla anıyor, kederle değil huşuyla anıyor. Sonra patikadan köye doğru devam ediyor, doğanın yonttuğu sanki usta bir heykeltraşın elinden çıkmışçasına mükemmel formlu kayaların arasında duran musalla taşının yanından geçip, artık kimseciklerin yaşamadığı çocukluğunun geçtiği evin oraya geliyor. Bazen bahçesine dalıp dutun yeni sürmüş filizlerine gözü takılıyor, taa aşağıdaki kuyuya kayıyor gözü, sonsuzluğa karışmış Ceylan ailesinin harala gürele yoksulluk içinde yaşadıkları evin sahiciliği hiç yok olmamış gibi. Taş basamakların çevresinde renk renk çiçekler açmış. Dudağında tuhaf bir gülümseme, tahta kapıyı açıp dışarı çıkıyor. Bisikletine binip dönüşe geçiyor. Günün son ışıkları altında tarlalarda çalışan köylüler, uzaktan bisikletiyle hızla geçip giden yaşlı adama aşina bakışlarla şöyle bir göz atıp işlerine devam ediyorlar.
Geceleri de hep aynı geçiyor, kitap yığını arasında, her dilden kitap arasında , dünyanın değişen düzeninden, modalardan, çoğu insanın işte hayat bu dediği her şeyden uzakta ve hiç ilgilenmeksizin uyuyakalıyor…
Şeytan Kayası, Yenice, Çanakkale, 1978 |
Yıllar sonra sinemaya meyleden Bilge, annemle babamı oynattığı kısa filmi “Koza” ve çocukluğumuzu anlattığı “Kasaba”nın ardından, odağına babamı yerleştirdiği “Mayıs Sıkıntısı”nı çekiyor. Babam için bambaşka bir deneyim oluyor bu. Kendi hayatından alıntılar olan bu filmde oynamak pek zorlamıyor onu. Bilge’nin bu filmle ölümsüz kıldığı babam, artık sadece bizim babamız değil “Mayıs Sıkıntısı”nın, “Kasaba”ın eşsiz oyuncusu aynı zamanda. Brezilya’dan bir hayrandan gelen mektubu özenle saklıyor, filmle ilgili yazıları da. Bütün ödüller onların evinde büfenin üstüne dizilmiş. Oğluyla gurur duyuyor, kendiyle de. Aleksandria Film Festivalinde “en iyi erkek oyuncu” ödülünü alıyor “Mayıs Sıkıntısı” ile.
Bu filmler yalnız sinemanın değil, onun kişisel tarihinde de birer yıldız gibi parlıyor ve parlamaya devam edecekler.
Biz iki kardeş ise onun hayat boyu verdiği mücadelelerin anılarıyla doluyuz. Kasabanın eğitimsiz, koşullanmış insanlarına karşı verdiği mücadeleler, ağaçlara sahip çıkmak için yürüttüğü yıllar süren davalar, annemle birlikte inanılmazı gerçekleştirircesine yaptıkları bina, araba davası vs.
Priene harabeleri, 1983 |
Bu sergiyi neden gerçekleştirdik?
İnsanlardan ona vereceklerinden de azını isteyen, Pavese’nin “ Kahramanlığın tek kuralı yalnız, yalnız, yalnız olmaktır. “ sözünü düşündürtürcesine yalnız bir hayat süren bizim kahramanımızı birazcık anlatabilmek için…
Göze aldığı hayatın zorluklarına insanüstü bir çabayla katlanabildiği için…
Günümüzde nerdeyse hiç rastlanmayan bir şekilde birçok şeyi yoktan var ettiği için…
Ve yürüdüğü yoldan asla ve asla vazgeçmeden sonuna kadar gittiği için…
Kabul görmeye, alkışlanmaya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü olduğu için…
En önemlisi tutkularını gerçekleştirecek azmi ve iradeyi, karşılığı olmadığını bildiği bu toplumda gösterebildiği için...
En sonunda belki de böyle bir hayata özlem ve gıpta ettiğimiz için…
Amerika’dan binbir zorlukla getirdiği o minicik fotoğraf makinesini kurcalarken fotoğrafa merak saran Bilge’nin, sonra bana da bulaşan fotoğraf sevdamızın ve katettiğimiz yolların kaynağında onun ışık saçan varlığının olduğundan emin olduğumuz için…
Ve de aylardan gene Nisan. O tam 86 yaşında. Birlikte olacağımız günlerin sayısının hızla azaldığını hissettiğimiz için…
Geçen gün bu yazıyı yazmadan önce telefonda ona biraz hayatıyla ilgili bir şeyler sormak istedim. Benim hayatımda ilginç bir şey yok dedi. Bunlara gerek yok dedi. Ben kabuğumda yaşamak isterim dedi. Babasıyla ilişkilerini sormak istedim, seni sever miydi dedim. Biraz şaşkın, “Yoktu öyle bir şey“ dedi. “Biz sadece çalıştık.” dedi. Az duraklamadan sonra sesini yavaşlatarak, “Çalışmaktan başka bir şey hatırlamıyorum.” dedi.
Ve ekledi. “Bu yaşa kadar da geldim.”
. . .
Nice yıllara Babacığım,
Nice yıllara!
Tarlada, Çakıroba, Yenice, 1993 |
|