|
Festival sırasında Türk Basını : |
Eleştirmenlerin gözdesi Ceylan
Nuri Bilge Ceylan’ın 61. Cannes Film Festivali’nde yarışan filmi “Üç Maymun” dünyanın önde gelen eleştirmenleri tarafından çok beğenildi
Nuri Bilge Ceylan her daim eleştirmenlerin gözdesi olmuş bir yönetmen. Ceylan’ın 61. Cannes Film Festivali’nde yarışan filmi “Üç Maymun” da saçlarını bu meslekte ağartmış, dünyanın önde gelen eleştirmenlerinden son derece olumlu yorumlar aldı.
'Üç Maymun’un 15 Mayıs’ta 16.30’da Debussy Tiyatrosu’nda dijital olarak gerçekleştirilen basın gösteriminin ardından Milliyet’e konuşan yazarlar bir kez daha Ceylan sinemasını övdü. Üçüncü kez Cannes’da yarışmaya seçilen Ceylan’ın, eşi Ebru Ceylan ve oyuncularından Ercan Kesal ile birlikte yazdığı 'Üç Maymun’ Zeynep Özbatur’un Zeynofilm, yönetmenin şirketi NBC Film, Fransa’nın önde gelen şirketlerinden Pyramide Productions ve İtalyan Bim Distribuzione ortaklığıyla yapıldı. Bu gece jüri karşısına çıkacak olan, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şongar, Yavuz Bingöl ve Ercan Kesal’ın rol aldığı film hakkındaki ilk izlenimler şöyle:
Nick James (Sight and Sound Editörü / İngiltere): Oldukça beğendim. Özellikle bir aşk filminde korku filmi ögesi diyebileceğim imgelerin ortaya çıkması ilgimi çekti. Ceylan bunları, birçok kez gıcırdayarak açılan kapıları vb. bir adım ileri götürdü. Sinemasında bir gelişme kaydetmekten ziyade aynı düzeyde kalmış ama oldukça iyi yapılmış bir film.
Derek Malcolm (The Evening Standard / İngiltere): Artık bir yönetmen olarak kendi numaralarını görmeye başladı. Haddinden fazla ortam sesi var, haddinden fazla bakan, tek kelime etmeyen insanlar var. Ayrıca filmdeki insanlar da insan olarak çok da ilginç değil. Ama iyi bir film, iyi bir yönetmen.
Thomas Sotinel (Le Monde / Fransa): Zekice, ilginç ama beni baştan çıkarmadı. İlginç bir kara film.
Borislav Andelyiç (Sırbistan FIPRESCI Başkanı): Ben kişisel olarak Ceylan’ı çok severim. Bence bu çok ilginç bir film. Belki de en iyi filmlerinden biri. Görüntü yönetimini ve oyuncularla çalışmasını geliştirmiş.
Geoff Andrew (British Film Institute): Burada gördüklerimin en iyisi. Ceylan dijital kamera teknolojisine dair ilginç bir çalışma yapan tek kişi sanırım. 'İklimler’de bu çok belirgindi, 'Üç Maymun’da daha da belirgin hale gelmiş. Kesinlikle olağanüstü. 'İklimler’deki yalın kadın erkek ilişkisine burada bir aileyi de katmış.
Michel Ciment (Pozitif Dergisi Editörü/ Fransa): Nuri Bilge Ceylan günümüzde en büyük ustaların düzeyine ulaşmış yönetmenlerden biri. Her filmi bir yenilik olduğu gibi aynı zamanda sinemasının devamlılığını sağlıyor. Her filminde farklı bir ustalık sergiliyor. Sesi, alan derinliğini, apartmanı, denizi kullanması olağanüstü.
Dimitri Eipides (Toronto, Selanik, Reykjavik festivalleri seçicisi / Yunanistan): Hayran kaldım! Her zaman Nuri’nin yapıtlarını takdir etmişimdir. Bence yalnızca Türkiye’deki değil dünyadaki en iyi yönetmenlerden biri.
Alin Taşçıyan, Milliyet, 16.5.2008
........................................................................
Ceylan’ın olgunluk dönemi başlıyor
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da çok beğenilen filmi ‘Üç Maymun’ için Palmiye’nin ucu gözüktü. Melodramdan polisiyeye, farklı türleri incelikle harmanlayan film, başkası adına hapse girip çıkan Eyüp’ün hikâyesini anlatıyor
CANNES - Bol fotoğraflı ince basın dosyasını açınca, Nuri Bilge Ceylan’ın bu kez daha farklı bir işe soyunduğu ve kendinden daha emin adımlarla ilerlediğini duyumsamak mümkün. Gerçi kısa tanıtım metni, İngilizcesi ve Fransızcasıyla yine toplam bir sayfayı geçmiyor ama, bu kez sanki daha ‘konuşkan’, daha yoğun ve içten... Bu ön izlenim filmi izlerken somutlaşıyor. İlk kez kendinden ve yakın çevresinden söz etmeden kendini arayan, yaşamın gizemini çözmeye çalışan bir N.B. Ceylan filmi izliyoruz. İnsan gerçeğinin çelişkili yapısını, yüceliğini ve zayıflıklarını, karşıt duygu ve tepkilerini anlamaya çalışan yönetmen, doğamızın bulanık derinliklerini yine diyaloglardan çok mizansenin güçlü yalınlığıyla büyüteç altına yatırıyor. Ancak, iç dünyaların içtenci sinemasını ustalıkla yaparken, ince toplumsal çözümlemelerin yanısıra, ’Üç Maymun’da ilk kez bariz politik göndermelere de yer veriyor. Bireylerin iç çelişkileri gerisindeki toplumsal ve politik boyutu böylece daha belirgin bir biçimde dikkate almış oluyor.
Yeşilçam işi melodram
Filmin en ilginç yanı, anlatılan öykünün Yeşilçam işi has bir melodram olması. Senaryo yazımına da katkıda bulunan Ercan Kesal’ın yorumladığı iş adamı Servet, son genel seçimlere adı belirsiz bir muhalefet partisi adayı olarak katılacakken, ıssız bir yolda ölümle sonuçlanan kazanın sorumluluğundan kurtulabilmek için, o sırada otomobilde bulunmayan şöförü Eyüp’e (Yavuz Bingöl) para karşılığı yalan söyleterek kendi yerine hapse gonderir... Seçimleri kaybeden Servet, Eyüp cezasını çekerken karısı Hacer’i de (Hatice Aslan) baştan çıkarır... Hacer’in oğlu İsmail (çok başarılı bir yorum sergileyen Ahmet Rıfat Şungar) durumu anlayınca, maçist bir tepkiyle annesini suçlar... Eyüp bir yıl sonra hapisten çıktığında durumu farketmiştir. Ailenin ’namusunu temizlemek’ için Servet’i öldüren oğlu hapse girmesin diye, daha önce patronunun kendisine yaptığı teklifi, kimsesiz genç bir garibana yöneltir...
Tabii ki, bu özetle hiç ilgisi olmayan bir yaratıcı sinema örneğiyle karşı karşıyız. ’Üç Maymun’ melodramdan polisiyeye, değişik türleri incelikle harmanlayan, türler ötesi özgün bir çalışma. Cankurtaran mahallesini ve Saraybundan görünen Marmara’yı yine farklı ışıklar ve özgün açılar altında görüntüleyen Ceylan, doğayı izlerken, kahramanlarının iç dünyalarını derinlemesine yansıtabilecek görüntüleri yakalamakta, seçip ayıklamakta yine son derece özenli, ustalıklı bir çalışma sergiliyor..
’Üç Maymun’un bir olgunluk dönemi habercisi olduğunu ileri sürmek mümkün. Hangi filmi olgun değildi ki Nuri Bilge Ceylan’ın? sorusunu haklı olarak sorabilirsiniz. Ancak, kimilerine göre zorlama izlenimi veren, biraz tutuk, biraz da üzerine kırağı düşmüş ya da buzhaneden çıkmış gösterişli bir meyvanın diriliğini çağrıştıran bir olgunluktu bu sanki... ‘Üç Maymun’, ‘Uzak’ın da ötelerine giden, ‘İklimler’in sevimli rahatlığını bir çırpıda aşan bir film. Yabancı eleştirmenlerin ilk basın gösterimi sonundaki olumlu tepkilerini ‘muhteşem’, ‘müthiş’ gibi sıfatlarla, ya da ‘başyapıt’ gibi değerlendirmelerle dile getirdikleri tepkileri hakeden has bir sinema yapıtı.
Sonuç olarak, ödül listesinde ciddi bir yere ‘Uzak’tan daha yakın duran ‘Üç Maymun’, ustaları Antonioni ve Tarkovski’nin izinde kendi özgün yolunu giderek belirginleştiren Nuri Bilge Ceylan’ın belki de en kişisel, en özgün filmi. Başyapıtlara gebe yeni bir dönemin ilk adımı.
Mehmet Basutçu, Radikal, 17 Mayıs 2008
...........................................
Çelişkileriyle Türkiye
CANNES - Paranın yönettiği bir dünyada ‘saadet’ mümkün mü? Nuri Bilge Ceylan, son filmi “Üç Maymun”la sinema serüveninde yeni ve parlak bir sayfa açıyor. Ceylan’ın, ailenin ya da kasabanın küçük dünyası içinde kalacağını sananlar yanıldılar. “Üç Maymun”, büyük şehirde, kapitalist sistemin acımasız kuralları içinde mutluluğu yakalama mücadelesi veren bir ailenin dramını son derece güçlü, sarsıcı bir biçimde anlatıyor. Nuri Bilge Ceylan sinemasından beklediğimiz estetik olgunluktan hiç taviz vermeden. Olağanüstü görüntüler (titizlikle seçilmiş mekânlar) ve üzerinde ciddi biçimde çalışılmış bir ses bandı eşliğinde. Önceki filmlerinden en önemli farkı ise güçlü bir dramatik çatışma üzerine kurulmuş olması. Nuri Bilge, Ebru Ceylan ve Ercan Kesal’ın imzalarını taşıyan senaryo, Türk sinemasında yüzlerce defa ele alınmış bir temayı (patronun suçunu üstlenerek hapse giren şoför ile onun yokluğunda karısını ele geçiren patron), müthiş incelikli bir biçimde, toplumsal arkaplanından kopartmaksızın aktarıyor. Yeşilçam’a çeşitli göndermeler de var filmde (‘Sen benim kaderimsin’!) filmden aldığımız tadı yoğunlaştıran… Toplumun temel çelişkileri üstüne kaba bir eleştiri getirmek yerine, bu çelişkileri -insan ölçeğinde- duyumsatma yolunu seçiyor Ceylan. Yapımcı Zeynep Özbatur’un Fransız ve İtalyan ortaklarla gerçekleştirdiği filmin, sinemamıza yeni bir uluslararası başarı getirmesi sürpriz olmayacaktır. Mükemmel diyebileceğim bir takım oyunu var filmde. Yavuz Bingöl, Ahmet Rıfat Sungar, Hatice Aslan ve Ercan Kesal, belli ki filme yürekleri ile asılmışlar. Bir kehanette bulunmak için çok erken, ama oyuncuların hepsi o kadar iyi ki aralarında seçim yapmakta zorlanacaktır jüri ve umuyorum Nuri Bilge’nin kendisini aşan bu yapıtını ödülsüz göndermeyecektir Cannes’dan.
Vecdi Sayar, Cumhuriyet, 17.05.2008
............................
'Üç Maymun' heyecanlandırdı
Nuri Bilge Ceylan'ın merakla beklenen filmi "Üç Maymun" dünya galasını Cannes'daki basın gösterimiyle yaptı. Daha sonra uluslararası basının katıldığı kalabalık basın toplantısı ve devasa Lumiere salonundaki galayla filmin serüveni başlamış oldu. Film, günümüz İstanbul'unda Yenikapı çevresinde, demiryolu ile Bizans surları arasına sıkışmış bir küçük evde yaşayan bir ailenin dramını anlatıyor. Bir politikacının özel şoförü olan baba, adamın karıştığı bir kazanın ve bir ölümün sorumlusu olarak hapse girmeyi göze alıyor. O içerdeyken, politikacı şoförünün alımlı eşiyle ilişkiye giriyor. Ve ailenin yetişkin genç oğlu da bu olaya tanık oluyor. Ve bir an, elini kana bulamayı düşünüyor. Film adını o ünlü "görmeyen, duymayan ve konuşmayan maymun" söylencesinden alıyor. Ceylan bir yandan İstanbul'dan nefes kesen ve filmin atmosferiyle çok uyuşan görüntüler saptarken, öte yandan da hiçbir filminde olmadığı kadar karanlık bir öykü anlatıyor ve ilk kez karakterlerine bu kadar önem veriyor. Şu satırları yazarken filmin eleştirileri henüz çıkmadı, uluslararası medyadaki yankılarını henüz bilmiyoruz. Ancak, eğer Sean Penn, Natalie Portman gibi ünlülerle özellikle Amerikan sinemasının damgasını taşıyan jüri, filmin Avrupai atmosferini ve yaratıcı sinema özelliklerini en azından sinema yazarları kadar takdir edebilirse, filmin Cannes'den ödülle, hatta Altın Palmiye ile dönmesi umulabilir. Jüride bu tarz bir sinemaya yatkın isimlerin olması, filmin şansını artırıyor. Herhalde tüm dünyayı dolaşacak ve festivallerin baştacı olacak yeni ve önemli bir Türk filmi kazandığımız kesin.
Atilla Dorsay, Sabah, 17 Mayıs 2008
................................................
(...) ‘Üç Maymun’la ilgili tepkiler genelde olumlu. Festivali izleyen eleştirmenler, hayran kaldıkları mizansen ustalığından övgüyle söz ediyorlar. Cannes’da üçüncü kez yarışan Ceylan’ın, dünya sineması ustaları içinde yer aldığından artık kimsenin kuşkusu yok. Yine de, Fransız basını bu yıl daha az heyecanlı gözüküyor. Karşı tavır alanlar bile var. Liberation’un filmi beğenmeyen eleştirmeni Didier Péron, sert ve kısa bir yazıyla ’Üç Maymun’u kötülerken, Le Monde’da Thomas Sotinel imzalı yazıda,”Tür sinemasının kurallarını tersine çeviren Ceylan’ın (...) son sahnedeki o güzel buluş dışında heyecan verici bir film gerçekleştirdiği söylenemez. Sıkıntı yaratma riskiyle sürekli oynayan yönetmen, kendine özgü mizansen yeteneği sayesinde, sıkıntıyı belirli bir mesafede tutmayı başarıyor (...) Bu deneme, Ceylan sinemasının özgürlüğünü kısıtlayan bir kararlılıkla gerçekleştirilmiş. Yönetmenin ileri adım atabilmesi için, herhalde bu noktada bir fedakârlık yapması gerekirdi.” görüşüne yer verilmiş. Le Parisien gazetesi örneğinde olduğu gibi, “Nuri Bilge Ceylan Cannes sınıfının model öğrencisi” diye yazarak filmi bir iki satırla geçiştiren popüler gazeteler bile var. Sanat sinemasını küçümseyen haksız bir tepki tabii bu ama, ciddi basında bile, her yıl yeni bir ad, çarpıcı bir biçem, alışılmadık bir ses bekleme eğilimi yok mu? Kalıcı gerçek değerleri araştırma zahmetine girmeden ’sanat tüketimi’ni körükleyen bir anlayış giderek yaygınlaşmıyor mu ?... Cannes Festivali’nin sanat çizgisi bir noktada bu eğilime karşı da direnmekte...
Mehmet Basutçu, Radikal, 18 Mayıs 2008
................................................
Üç Maymun ve Siyaset
Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Üç Maymun’u da, filme ustaca yerleştirilen siyasal göndermelerle, anlattığı öykünün toplumsal arkaplanına ilişkin mükemmel bir tablo çiziyor. Kadın-erkek ilişkisini, ‘İklimler’de soyut düzlemde tartışan Ceylan, bu kez toplumsal sistemin çelişkileri bağlamında ele alıyor. Güncel referanslar eşliğinde, aşkın güç ve para ile ilişkisini sorguluyor… AKP’nin seçim zaferi televizyonda yayımlanırken kayıtsız kalan, Yeşilçam filmlerini hayranlıkla izleyen, telefonlarında ‘arabesk’ şarkılar çalan bu ‘küçük’ insanların dünyasındaki fırtınalarla, toplumda olup bitenler birbiri ile ne kadar ilintili? Bu toplumda ‘orospu’ olmadan yaşamak mümkün mü? İnsanların camiye sığınması kimlerin, hangi sınıfların eseri? “Siyasete, almak için değil vermek için girdik” diyen ‘muhalif’ siyasetçi ne kadar dürüst ve ne kadar sorumlu, olup bitenlerden?
Anlayacağınız, nice ‘politik’ filmden daha doğru sorular soran, siyasal arka planı sağlam bir film “Üç Maymun”. Tüm kahramanların ‘anti-kahraman’ olduğu, bireylerin suçluluk duyguları içinde kıvrandığı, herkesin birbirini ‘kullandığı’, yalanlarla yaşayan bir toplum betimlemesi kimilerine fazlaca ‘karamsar’ gelse de… Kadının tutsaklığını, sınıf atlama özlemini ve sınırsız hayallerini anlattığı için, kimi arkadaşlarımızca mizojen (kadın düşmanı) olarak nitelense de… Evet, kadın toplumumuzda hâlâ ‘kurban’. ‘Üç Maymun’da da öyle… Peki, yalnızca kadın mı; filmin hangi kahramanı ‘kurban’ değil ki? Hepimiz değil miyiz?
Vecdi Sayar, Cumhuriyet, 20.05.2008
................................................
Ceylan’ın filmi Cannes’da 1 numara
Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”u, Cannes Film Festivali’nde her gün yayımlanan, film endüstrisinin en önemli dergilerinden Screen International’ın yıldız tablosunda bir numarada yer alıyor.
Festivalde şimdiye dek galası yapılan 13 filmin ardından “Üç Maymun”un hâlâ 4 üzerinden 2.8 yıldız ortalamayla ilk sırada yer alması büyük bir başarı.
Clint Eastwood’un “Changeling”i bile Ceylan’ın “Üç Maymun”unu palmiyenin tepesinden indiremedi. Geçen yıl Altın Palmiye’yi Screen International yıldız tablosunda bir numara olan Rumen filmi “4 Ay 3 Hafta 2 Gün” kazanmıştı.
Alin Taşçıyan, Milliyet, 23.5.2008
................................
Ceylan Cannes’da dünya starı
CANNES - 12 Mayıs gecesi İstanbul uykudayken başladığımız yolculuk, ertesi günün ilk saatlerinde Cannes havaalanında başka bir hikayeye dönüşüyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye adayı son filmi ‘Üç Maymun’ için geliyoruz Cannes’a. Ceylan, daha önce yaşadığı tecrübelerden yola çıkarak Cannes’ın başka festivallere benzemediğini anlatıyor uçakta. Öncü ekip olarak havaalanında dünya starları gibi karşılanıyoruz. Her şeyin çok önceden planlanıp yollanan programlar çerçevesinde ilerlediği ilk andan hissediliyor.
İnsanın hayatını sonuna dek geçireceği müthiş bir yer olan Cannes’da günün ilk saatlerinde benim geceleri giymek için getirdiğim kıyafetlerle dolanan hoş hatunlar karşılıyor bizi. Bu aslında abartının bu şehirde ne kadar doğal olduğunu gösteriyor.
İlk günümüz filmin dünya haklarını alan Pyramid’in patronlarıyla yaptığımız toplantılarla geçiyor. Pyramid’in başkanı Eric Lagesse, filmi izledikten sonra ne kadar mutlu olduğunu söylüyor. Cannes’a kadar Nuri Bilge dışında ekipten kimse tam olarak filmi izlememişti. Herkes Lagesse’nin yorumlarıyla heyecanlanıyor.
Toplantıdan sonra kartlarımızı almak için Festival Sarayı’na gidiyoruz. Kartlar olmadan Cannes’da adım atmanız imkansız. Her yerde güvenlik görevlileri kartınıza ve statünüze bakarak nerelere girebileceğinizi söylüyor. Ve burada dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar ‘Hayır’ kelimesi sözlük anlamını taşıyor.
Türkiye Pavyonu hareketli
Akşam Nuri Bilge dinlenmek için bizden ayrılıyor. Açılış galasına davetiye almakta geç kaldığım için Kırmızı Halı törenini sokaktan izleyebiliyorum. Dünya yıldızlarının geçidi halk tarafından nazik ve sakin bir biçimde karşılanıyor.
15 Mayıs benim için büyük gün. Çünkü filmin basın gösterimi var ve ekipten ilk ben filmi görme ayrıcalığına sahip olacağım. Öğleden sonra 16.30’da Debussy salonu’nda yer bulmak imkansız. En önemli sinema basını orada. Film bittiğinde ‘Vav’ sesleri yükseliyor çoğu kişiden. Olumlu olumsuz tepkilerini göstermekte her zaman rahat olan gazetecilerin çoğu beğeni sözleriyle yorumlara başlıyor. Pyramid görüşlere dayanarak ‘Ödül şansımız çok yüksek’ yorumunu yapıyor.
Çıkışta Nuri Bilge’ye yorumları aktarıyorum ama o her zamanki sakinliğini koruyor. “Sen nasıl buldun?” diyor. “Ellerinize sağlık” diyorum.
Bu arada başka bir heyecan Türkiye Pavyonu’nda yaşanıyor. Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla hayata geçirilen Türkiye Pavyonu Başak Emre, Ahmet Boyacıoğlu ve Rıza Sönmez’in enerjisiyle diğer pavyonlardan ayrılıyor. Efes, Kavaklıdere ve Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin içecek sponsoru olduğu mekanda, Karaköy Güllüoğlu’nun baklavaları ile Malatya Pazarı’nın kuruyemişleri çekim arttıran leziz noktalar. Burası sadece Türkiye’den konukların buluşma yeri değil. Dünyadan önemli yapımcılar, gazeteciler bizi yalnız bırakmıyor.
Basın gösteriminden sonra Nuri Bilge için yorucu saatler başlıyor. Her zaman mesafeli durduğu medya bu kez art arda özel röportajlarla yönetmeni kuşatıyor.
Her şey planlanmış
Sonra festival komitesinin görevlileriyle toplantı yapıyoruz. Kırmızı Halı seremonisi ve gala gecesi için planı anlatıyorlar. Protokol ve akış çok önemli. Kimin hangi araçla Festival Sarayı’na gideceği, Kırmızı Halı’daki akış ve oturma planı her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamışlar. Hazırlanan programlarda herkesin yapması gerekenler yazıyor.
15 Mayıs ayrıca ekibin tamamlandığı gün. Başrol oyuncuları Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar, Ercan Kesal ve sanat yönetmeni, senarist Ebru Ceylan büyük bir heyecanla Cannes atmosferine karışıyor. Akşam yenen ekip yemeği Cannes’ın en neşeli anlarından biri olarak ekip günlüğünde yerini alıyor.
16 Mayıs Cuma gala günü. Sabah erken saatlerde başlıyor program. Önce Türkiye Pavyonu’nda buluşuyoruz. Her zamanki gibi bir sürü röportaj yapılıyor. İlk günkü yaz havası yerini rüzgar ve hafif yağan yağmura bırakıyor. Saat 11.50’de festival görevlileri bizi Festival Sarayı’na götürüyor. Bahçede Başkan Thierry Fremaux karşılıyor bizi. Güzel yorumlarıyla Ceylan’ı tebrik ediyor. Bu alanda sadece festivalin özel kameraları çekim yapabiliyor. Daha sonra basın için fotoğraf çekimi töreni başlıyor. Fremaux’un anonsuyla ekip fotoğraf çekimi için basın karşısına çıkıyor. Foto muhabirleri güzel sözleriyle herkesin havaya girmesini sağlayarak güzel kareler yakalıyorlar.
Fotoğraf çekimi sonrası festival TV röportajı ve basın toplantısı büyük bir hız ve enerjiyle gerçekleşiyor. Yine katılım çok yüksek. Sorular daha çok yönetmene geliyor. Planlandığı gibi bir saatin sonunda toplantı sona eriyor. Sorular daha çok bu filmin diğer filmlerden daha farklı olması üzerine.
Hatice Aslan’ın şıklığı
Nuri Bilge Ceylan ve ekip basın toplantısı sonrasında öğle yemeğinde attı yorgunluğunu. Akşam için hazırlanmak üzere ayrılıp hazırlıklarımıza başlıyoruz. Hatice Aslan başrol oyuncu olduğu için iyi bir kuaföre gidip Fransız zevkine emanet etti kendini. Ortaya çıkan sonuç gayet başarılı, Özlem Süer’in hazırladığı özel elbiseyle dünya starına dönüşüyor.
Hazırlıklar sonrası festivalin gayrı resmi üssü Grand Otel’de ‘Üç Maymun’ şerefine Pyramide’in düzenlediği kokteyl var. Basının alınmadığı kokteyl sonrası arka bahçeye sırayla çıkarak araçlara biniliyor. Dokuz araç arka arkaya Festival Sarayı’na doğru yola çıkıyor. Bu esnada Cannes’ın trafiği kesilmiş durumda, yol kenarında halk izliyor. Önde eskortlar olduğu halde kırmızı halıya geliyoruz.
Festival Sarayı’nın önündeki Kırmızı Halıda çok sıkı güvenlik önlemleri var. Yavuz Bingöl’ün yardımcısı Erden Demir’e kravatlı olduğu için halıda yürüyemeyeceğini söylüyorlar. Demir çaresizlik içindeyken yine güvenlik görevlileri kravatı papyon gibi bağlayarak çözüm üretiyor. Ve büyük an geliyor. Nuri Bilge Ceylan ve başrol oyuncuları kırmızı halıda yürümeye başlıyor. Onları yapımcı Zeynep Özbatur ve yabancı ortaklarının olduğu grup izliyor. En arkada ise yapım ekibi. Basın her zaman olduğu gibi ‘Look’ bağırışlarıyla karşılıyor filmin ana ekibini.
Herkesin çok şık olduğu salon tamamen dolu. Alkışlarla karşılanan ekip içeri girer girmez film başlıyor. Gösterim sonrasın 15 dakika boyunca alkışlanan Nuri Bilge Ceylan ve ekibinin tebrikleri kabul etmesi de bir o kadar sürüyor.
Birinciliği kaptırmadı
Ertesi gün Cannes’ın resmi günlük yayını Screen International’da ‘Üç Maymun’, sinema yazarlarından 4 üzerinden 2.8 ortalama tutturarak listenin birinci sırasına yerleşiyor ve daha sonra da birinciliği kimselere kaptırmıyor. Psikolojik olarak moralleri yükselten yorumları da ekleyince her şeyin yolunda gittiğini söylemek mümkün.
Aslı Atasoy, Radikal, 24 Mayıs 2008
..................................................
(...) Önce gündeme, artık Cannes Film Festivali’nin bilindik bir siması olan Nuri Bilge Ceylan geldi. ‘Koza’ döneminden beri izlediğiz NBC’nin Avrupa çapında bir yönetmen olduğu, tartışılmaz bir gerçek. Bu gerçeğin ‘İklimler’de bir kez daha farkına varmıştık. Benim, diğer filmleriyle mukayese edilmeyeceğini düşündüğüm bu film, takdir ettiğim kimi yabancı eleştirmenlerin en iyi listelerine girmişti. Bu yıl ise, daha filmin Altın Palmiye için yarışmak üzere seçildiği duyulur duyulmaz, Guardian gazetesinin iki sinema yazarından biri, “Şu anda bir bahis açılsa, paramı Nuri Bilge Ceylan’ın üstüne koyarım,” dedi. Daha filmi görmemişti. Böyle bir güven, onun ilk ve en has izleyicileri olarak bizi de memnun ediyor.
Sevin Okyay, Radikal, 24 Mayıs 2008
.....................................................
(...) Türkiye sinemasının, Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”u ile Cannes’da bir kez daha başarıyı yakalaması güçlü bir olasılık olarak görünüyor. Bu başarı bir ‘Altın Palmiye’ olarak mı tecelli eder, yoksa bir ‘Jüri Büyük Ödülü’ (“Uzak”la kazandığı ödül) mü, yoksa En İyi Yönetmen Ödülü mü, tahmin etmek oldukça zor. Çünkü bu yıl, bir ‘başyapıt’tan söz etmek zor, ama çok iyi denebilecek 4-5 film var.
Bunlardan biri de hiç kuşkusuz “Üç Maymun”. Filmin Nuri Bilge Ceylan’a yeni bir ödül getirmesi, eleştirmenleri hiç şaşırtmaz, hatta birçoğunu mutlu eder. ‘Screen International’ın yıldız tablosunda en başta görünen “Üç Maymun”, Fransız sağ basını tarafindan oldukça ağır eleştirildi. Bu salvoya Liberation’un da katılması şaşırtıcıydı. Ama sol cenahın başka yazarları, başta ‘Nouvel Observateur’ ve ünlü sinema dergisi “Positif’, Ceylan’ın filmine sahip çıktılar.
Kişisel tahminimi sorarsanız, N. B. Ceylan sinemasının en olgun ürünü olan “Üç Maymun” Altın Palmiye’yi hak ediyor. Olağanüstü görüntüleri, sağlam dramatik yapısı ve oyuncularının başarısı ile… Özellikle, Yavuz Bingöl ve genç oyuncu Ahmet Rıfat Sungar’ın adları, En İyi Oyuncu ödülü adayları arasında geçiyor. Örneğin, İtalyan basını Yavuz Bingöl’ü En İyi Oyuncu ödülüne en yakın duran aktörlerden biri olarak selamlıyor. “Üç Maymun”, şimdiden dünyanın pek çok bölgesine -Amerika’dan Vietnam’a, İtalya’dan Hindistan’a yaklaşık 25 ülkeye- satılmış durumda. Bir ödül, Ceylan’ın dünya sinemasının önemli ‘auteur’leri arasındaki yerini sağlamlaştırmaktan öte, son yıllarda hızlı bir gelişme gösteren Türkiye sinemasına ivme kazandıracaktır hiç kuşkusuz.
Vecdi Sayar, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2008
............................................
Derdi izlenmek değil, Cannes Festivali
61. Cannes Film Festivali'nde, bu akşam açıklanacak büyük ödül için yarışan Nuri Bilge Ceylan, senelerdir bu festivalde aldığı övgülerle bir dokunulmazlık zırhının ardına sığınıyor. Onu eleştirmek, sorgulamak ayıp sayılıyor...
Nuri Bilge Ceylan, filmlerinden aşina olduğumuz gibi Çanakkale Yeniceli'dir. Ziraat mühendisi babanın İstanbul'da iş bulması nedeniyle, takvimler 26 Ocak 1959 gününü gösterirken Bakırköy'de doğar. Nuri Bilge'nin doğumundan iki yıl sonra baba, doğup büyüdüğü topraklara yani Yenice'ye dönme kararı alır. Marmara'nın ormanlarla kaplı bu kasabasına geri dönmek en çok, içine kapanık, az konuşan bir çocuk olan Nuri Bilge'yi sevindirir. Çünkü günün tamamını evin dışında, kasabanın sokaklarında geçirecektir. Kasabanın geçmişiyle ilgili hikâyeler onu her zaman büyüler. Kendi deyimiyle "Her şeyin efsanelerle anlatıldığı kültür, hayal gücünü zenginleştirir." Yenice'de lise olmadığı için, ailenin kasaba macerası abla Emine'nin ortaokulu bitmesiyle sona erer. Aile yeniden İstanbul'a taşınır, küçük, şirin bir çatı katına yerleşir. İstanbul'da hayat o kadar da kolay değildir. Durmadan tüten soba, pantolonların yamandığı, ayakkabılara pençe atıldığı, yeni elbiselere hasret kalındığı günler... Ancak bu hayat yoksulluktan değil, Ceylan'ın da dediği gibi tüketim kültürünü bilmediklerinden böyledir. Yenice'nin kasvetli koyu yeşil ormanlarındaki maceralı oyunların yerini, İstanbul sokaklarında futbol alır. Bir de langırt tutkusu. Lise yıllarında aklında sadece mühendislik okumak vardır. O zaman çok yaygın olan mektup arkadaşlarından biri sayesinde Avrupa yollarına düşer, otostop yaparak Hollanda'yı, İsveç'i ve Avrupa'nın kederli ve görkemli kentlerini dolaşır.
Fotoğraf Tutkusu
Dönüşünde Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Bölümü'ne girer. Sonradan mühendisliğin kendisine göre olmadığını fark eder ama Boğaziçi Üniversitesi'nin Robert Kolej'den gelen binaları tam ona göredir. Kütüphanenin, müzik arşivlerinin ve özellikle fotoğrafçılık ve dağcılık kulüplerinin en etkin üyesidir. Uzak durduğu tek kulüp sinemadır. Okul harçlığını da okulda çektiği vesikalık fotoğraflardan çıkarır. Fotoğrafla olan yakınlığı, babası Mehmet Emin Ceylan'dan gelmektedir. Ziraat mühendisi Mehmet Bey, burslu olarak Amerika'ya gittiğinde bir fotoğraf makinesiyle döner ve Nuri Bilge de ilk fotoğraflarını bu makineyle çeker. Fotoğraf tutkusu yüzünden okulu ancak sekiz yılda bitirebilir. Ama asıl sorun okulun bitişiyle başlar. "Bundan sonra ne iş yapacağım?" Bu sorudan sıkılınca da soluğu yeniden Avrupa'da alır. İngiltere'de uzun süre garsonluk yapar. Sonra okuduğu bir seyahat kitabından etkilenerek yeniden yola düşer ve Avrupalı gezginlerin Kabesi sayılan Katmandu'da bulur kendisini. Türkiye'ye dönmeye karar verdiğinde parası da bitmiştir. Çok sevdiği fotoğraf makinesini satmak zorunda kalır. Türkiye'ye döner dönmez askerlik yapmaya karar verir. Mamak'ta askerlik günleri başlar. Hayatının geri kalanını şekillendirecek kararı da burada verir: Sinema... Askerlik boyunca sinemayla ilgili bütün teknik kitapları okur, üzerinde çalışır. Sinemayı okulda öğrenmeyi tercih eder. Mimar Sinan Üniversitesi'ne de ancak iki yıl devam eder çünkü 'sinemanın okulla değil kişinin kendisinde bittiğini' keşfeder. Sinemaya, yönetmen Mehmet Eryılmaz'ın yanında oyuncu olarak başlar. Oyunculuğu çok sevmesine karşın teknik aşamalarla daha çok ilgilenir. Sonra da rol aldığı filmin kamerasını satın alır, "Motor," diyerek yönetmenliğe ilk adımını atar ve Koza (1995) filmini çeker. Oyuncular anne ve babasıdır. Yarısını tek başına diğer yarısını ise bir asistanın yardımıyla çektiği bu kısa filmle Cannes Film Festivali'ne katılma başarısını gösterir. İki yıl sonra ilk uzun metrajlı filmi olan Kasaba çekilir. Otobiyografik nitelikli bu filmde 1970'li yıllarda Yenice'de üç kuşağı bünyesinde barındıran ve doğayla birlikte yaşayan ailenin hayatı çocuklarının gözünde anlatılır. Oyuncular arasında yine annesi ve babası yer alır. Kasaba, Berlin Film Festivali'nde gösterilir. Üçüncü filmi Mayıs Sıkıntısı'dır. Koza ve Kasaba ile bir üçlemeyi tamamlar.
Dokunulmazlık zırhı
Nuri Bilge Ceylan asıl başarıyı Uzak (2002) ile yakaladı. Film, 56. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'den sonra festivalin ikinci önemli ödülü olan Büyük Jüri Ödülü'nü kazandı. Filmde yalnız ve yabancılaşmış iki kuzeni oynayan filmin başrol oyuncuları Muzaffer Özdemir ve Mehmet Emin Toprak da "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü aldı. Ancak, Mehmet Emin Toprak, festivalden bir süre önce yani ödülünü alamadan trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ceylan'ın beşinci filmi İklimler de 2006'da yine Cannes'da yarıştı. Bu filmin oyuncularından biri eşi Ebru Ceylan'dı. Ceylan bu yıl yine, yeni filmi Üç Maymun'la Cannes'da. Üstelik "Altın Palmiye" için yarışıyor. Başrol oyuncularından biri türkücü Yavuz Bingöl. Gazetelerde yer alan haberlere bakılırsa film, özellikle yabancı eleştirmenlerden bolca övgü alıyor. Zaten Nuri Bilge Ceylan'ın yeni bir filmi tamamlaması da Cannes Festivali sayesinde duyuluyor. Cannes'da ödül almış olmak Nuri Bilge Ceylan'a büyük bir dokunulmazlık zırhı da sağlıyor, eleştirmek, sorgulamak ayıp sayılıyor. Örneğin aynı filmde profesyonel kadın oyuncu alabildiğine sert bir seks sahnesinde Nuri Bilge Ceylan'a eşlik ederken, eşi Ebru Ceylan'ın yer aldığı yatak sahnelerinde neredeyse 'tırnağının ucunun görünmemesi' Türkiye'ye özgü bir 'şark taassubu' olarak geçip gidiyor. Minimalist sinemanın alabildiğine sıkıcı ve pek de orijinal kabul edilmeyecek örnekleri, vızıldayarak dakikalarca uçan sinekler falan da aynı entelektüel dokunulmazlığın hudutlarına dahil oluveriyor. Oysa Ceylan'ın sinemasında Batılı değerlere yaslanan 'memleketinden kopuk' entelektüel duyarlılıktan, Batı'nın hala 'Oryantalist' bir resmin parçası, adeta ebedi bir 'taşra' olarak gördüğü Türkiye'de 'taşrayı' anlatmaktan daha önemli sorunlar da var. Örneğin 12 Eylül... Tamam, kimse o sıkıcı, zaman zaman kaba işçi-köylü eksenli 'sosyalist gerçekçi' sanatı, duvara asılan çorapları, onların sahiplerini savunmuyor... Ama cuntayı, baskı gören, işkence edilen insanları, onların yerle bir olan hayatlarını, günlük hayata sinen korkuyu görmezlikten gelen 'sanatı' ve onun uzantılarını ne yapacağız? 12 Eylül ruhu sadece Anayasa'nın generalleri koruyan o meşhur geçici 15. maddesinde mi yaşıyor? Yoksa 80'li yıllar bütün hızıyla sürerken, pıtrak gibi büyüyen fotoğraf kulüplerinde de olup biten bir şeyler var mı? Post modern 'işleriyle' kısa filmlerle ödüle doymayan arkadaşlar, aranızdan bir Miguel Littin ve Şili'de İllegal öyküsü çıkmadan gerçekten sanata, sinemaya, fotoğrafa sahip olabilecek miyiz? Yıllar önce Yılmaz Güney'i 12 Eylül cuntası yüzünden Cannes'da, sol yumruğu havada ağırlayan 'jüri', şimdi politikadan alabildiğine arınmış, yumrukları asla havalanmayan sanatçılarımızı ödüle boğarken fazlasıyla 'Batılı' davranmıyor mu? Ne dersiniz?
Ecevit Kılıç, Sabah, 25 Mayıs 2008
..........................................
Nuri Bilge’ye benden gökkubbe ödülü
FESTİVALDE Üç Maymun’un yapımcısı Zeynep ile birbirimize sms’ler yolluyoruz durmadan. Ben fazla rahatsız etmeyeyim diyorum ama bir yandan da bilsin istiyorum. Nuri Bilge Ceylan ile birlikte yaptıkları sinemayı nasıl kalbimde taşıdığımı bilsin. Filmin galasından hipnotize olmuş bir şekilde çıkıyor, bir mesaj daha yolluyorum: ‘Bulutlar bulut değil, her biri birer şiir sanki. Suratlar surat değil, birer manzara. O ne hikaye, o ne ışık! Arkadaşım olduğun için gurur duyuyorum. Bir kere daha bravo!’ Evet, hiç bir sinemacı bulutlara yağmur yerine şiir yüklemeyi onun gibi beceremedi. Ben Nuri Bilge’ye Gökkubbe Özel Ödülü’mü veriyorum.
Ertesi gün Türk basınına bakıyorum, yazılar yine kırmızı halıda ne olmuş, Hatice Aslan ne giymiş, basına nasıl poz vermiş tarzında, yani üstün entelektüel nitelikte. Filmi yazan yok gibi.
Sedef Ecer, Star, 25.05.2008
"Bu ödülü tutkuyla sevdiğim
yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum" |
Festival sonrasında Türk Basını : |
'Ödül, yalnız ve güzel ülkeme'
61. Cannes Film Festivali'nde Nuri Bilge Ceylan'ın çok beğenilen filmi "Üç Maymun" sanatçıya bir "En iyi yönetmen" ödülü getirdi. Eşi Ebru Ceylan'la törene katılan yönetmenimiz, "Ödülümü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" dedi. Ceylan, ödülünü ünlü yıldız Faye Dunaway'in elinden aldı.(...)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cannes'daki başarısından dolayı Nuri Bilge Ceylan'ı kutladı.
HÜLYA KOÇYİĞİT: Şu anda Selim ile dans ediyoruz. Öyle mutluyuz ki anlatamam. Ben Cannes'dan yeni geldim. Orada gördüğü ilgiden ve sevgiden dolayı Nuri'nin ne kadar başarılı bir yönetmen olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bir Türk olarak Cannes'da öylesine büyük bir gurur duydum ki. Bu gururumun kaynağı olan Nuri ile ne kadar gurur duysam azdır.
MÜJDE AR: Büyük başarı. Şu anda Almanya'dayım. Cannes'da Nuri Bilge Ceylan'ın yanında olamadığım için çok üzgünüm. Keşke olabilseydim. O büyük başarının kutlanmasına ortak olmayı çok isterdim. Nuri'yi tebrik ediyorum. Bize böylesine büyük bir mutluluk yaşattığı için teşekkür ediyorum. Ve biliyorum ki Nuri Avrupa'da daha çok ödüller alacak.
YILMAZ ERDOĞAN: Nuri ile gurur duyuyorum. Koltuklarım kabardı. Nuri arkadaşım olduğu için daha da gurur duyuyorum. Alkışlarımı gönderiyorum.
MAHSUN KIRMIZIGÜL: Nuri Bilge Ceylan Cannes'da ikinci kez büyük bir başarıya imza attı. Kendisinin Avrupalı sinemacılarla arası son derece iyi ve çok seviliyor. 'Üç Maymun'u Cannes'da Kenan İmirzalioğlu ile birlikte izledim. Her ikimizde filmi çok beğendik. Zaten filmin bitiminde Nuri Bilge Ceylan ayakta alkışlandı. Yılmaz Güney, Cannes'da 'Yol' ile en iyi film ödülünü almıştı.
ŞAHAN GÖKBAKAR: Nuri Bey'e aferin. Hepimizi gururlandırdı. Bu ödülle Avrupa'daki başarısını tastik etti. Daha önce 'Uzak' ile kazandığı en iyi ikinci film ödülüyle birlikte en iyi yönetmen ödülü kendisinin başarısının ne ölçüde istikrarlı olduğunu gözler önüne sermiştir.
Sabah, 26/05/2008
......................................
Türk sineması için gurur verici bir olay
Türk sinemasının önde gelen isimleri Nuri Bilge Ceylan'ın aldığı ödülü değerlendirdi. Usta oyuncu Tarık Akan "Bir çok arkadaşım gözyaşlarını tutamadı" derken, yönetmen Semih Kaplanoğlu da, "Hepimiz için gurur verici bir şey" dedi. İşte ünlü isimler ve ödül hakkında görüşleri :
Semih Kaplanoğlu: Nuri Bilge Ceylan'ın ödülüne çok sevindim. Gurur verici bir şey hepimiz için. Tabii başta Nuri Bilge ve Türk sineması için...
Derviş Zaim: Nuri Bilge Ceylanı'ı Cannes'a iyi dileklerimizle göndermiştik. Bu ödül hem onun hem de Türk sineması için hayırlı olsun.
Yeşim Ustaoğlu: Bu ödül, her şeyden önce hem sinemamız hem de Bilge için çok önemli bir başarı. Bunun önemini takdir etmemiz lazım.
Erden Kıral: Çok mutlu oldum ve de sevindim Nuri Bilge adına. Bu ödül belirli bir birikimin sonucu. Nuri Bilge üç yıl üst üstte gitti Cannes'a ve sonunda bu ödülü aldı. Dolayısıyla dünya sinemasında da iyi bir yer edindi. Tebrik ederim.
Tarık Akan: Nuri Bilge Ceylan'ın ödül aldığını duyar duymaz yerimden fırladım. İnanılmaz bir alkış tuttum evimde; bağırmaya başladım. Birçok arkadaşım gözyaşlarını tutamadı. Çok gururlandım ve çok sevindim. Bravo Nuri Bilge'ye diyorum.
Şerif Sezer: Ödül törenini canlı yayında seyrettim. Nuri Bilge Ceylan'ın ödül alırken yaptığı konuşma çok hoşuma gitti. Çok sevindim. Zaten bütün hafta Nuri Bilge'nin ödül alması için dua etmiştim. Hakikaten çok mutluyum, hem Türk sineması hem Nuri Bilge hem de oyuncular adına... Gerçekten çok zor bir şeyi başardı Nuri Bilge Ceylan. Oraya gitti ve ödülü aldı. Darısı hepimizin başına.
Serra Yılmaz: Nuri Bilge Ceylan ve sinemamız adına çok sevindim. Bunun hak edilmiş bir ödül olduğunu düşünüyorum. Muhteşemdi!
Hülya Koçyiğit: İnanın ki önce Nuri Bilge için çok sevindim. Türk sineması adına da gurur duydum. Onun Cannes'daki ikinci büyük başarısı bu. Ve bütün kalbimle kutluyorum onu. Ödülü aldığını duyduğumuzda eşimle beraber havalara sıçradık. O kadar büyük bir gurur ki bu. Ömrünü sinemaya vermiş bir insan olarak bundan büyük bir haz olamaz. Ben de "Susuz Yaz"ın gösterimi için Cannes'daydım ve Nuri Bilge'nin ekibine iyi dileklerimi iletmiştim. Zaten orada Nuri Bilge'nin filminin çok iyi olduğuna dair bir kulis vardı. Ve biz de bir beklenti içine girmiştik. Hak yerini buldu. Nice ödüllere. Türk sineması dünya sinemasında hak ettiği yeri mutlaka almalı, böylesine kıymetli yönetmenlerle.
Milliyet, 26.5.2008
.......................................
Ödüllü yönetmenin bilge sözlerine övgü
(...)Şimdiye kadar, aralarında Cannes'ın da yer aldığı pek çok uluslararası kültür-sanat organizasyonunda, Türk sanatçılarının, ödül kazanmalarının öncesi ve sonrasında Türkiye aleyhtarı konuşmalar yapmalarına oldukça alışkın olan yabancı medya temsilcileri, Ceylan'ın bu “alabildiğine yumuşak” ve “yurtsever üslûplu” konuşması karşısında ise şaşkınlıklarını gizleyemediler. Öyle ki, festivalin önceki akşam üzeri gerçekleştirilen canlı yayını sırasında, “kırmızı halıdan geçiş” seremonisine katılan ünlü konuklarla kısa söyleşiler yapan Fransız televizyonu sunucusu da Ceylan'ı ekran başındakilere sunarken, “Kendisi, ülkesinde politik filmleriyle tanınan bir muhalif. Filmleri de çok önemli mesajlar taşıyor” şeklinde bir ifade kullandı. Ancak, izleyicileri Ceylan'dan gelmesi muhtemel Türkiye karşıtı bir politik taşlamaya önceden hazırlama çabasındaki bu cümleler, ödül töreninde ise karşılığını bulamadı. Ve sanatçı 2003'de de jüri büyük ödülünü kazandığı Cannes kürsüsünde bu kez “en iyi yönetmen” ödülünü alırken, muhalif olmanın yurtsever olmaya engel olmadığını bütün dünyaya gösteren kısacık bir konuşmayla geceye damgasını vurdu.
Cannes'daki ödül törenine yalnızca derece alan filmlerin ekiplerinin davet edildiklerini hatırlatan Nuri Bilge Ceylan, pazar günü öğle saatlerinde organizasyon komitesi yetkilileri tarafından aranıp “Kapanış törenine mutlaka gelmeniz gerekiyor” denildiğinde bir ödül kazandığını anladığını, ancak son ana kadar bunun hangi kategoride olduğunu bilmediğini belirtti. “Son bir kaç saate kadar elimde, daha önce hazırladığım başka bir konuşmanın metni vardı. Ancak, törene gitmeden kısa süre önce ondan bütünüyle vazgeçtim ve Cannes ortamındaki gözlemlerim, deneyimlerim ve hissettiklerimin ışığında bambaşka bir konuşma yapmaya karar verdim" diye konuştu.
Ali Murat Güven (Yeni Şafak Sinema Yazarı):
'Düzene muhalif olmanın, siyasal sisteme yönelik bazı şikayetleri dile getirmenin tek yolunun Türkiye'ye sanat üzerinden küfür edip durmak olmadığını da bazılarının gözünün içine soka soka gösterdi bu değerli sanatçı. Kendisini kariyerinin başından beri dikkatle izlemiş bir hayranı olarak iyi biliyorum ki bu tavrı kesinlikle tesadüfi değil, aksine son derece bilinçlidir. Onun için başarının yolu Türkiye düşmanlığından değil, iyi filmler yapmaktan geçiyor. Türkiye'nin de işte tam olarak böyle muhaliflere ihtiyacı var. “Ben sanat yapıyorum, sanatçı da sistemle sorunu olan kişidir” iddiasının ardına sığınarak, bilinçaltı kompleks ve nefretlerini ülkesinin üzerine boca eden ruh hastalarına değil...
Coşkun Çokyiğit (Sinema Yazarı-SİYAD): Ceylan'ın törendeki konuşmasını hem kendisi, hem de ülkemiz adına kıvanç verici buldum. Ceylan, filmlerine yansıyan sıradışı sinema anlayışı Türk milletinin estetik beğeni kriterleriyle tam olarak örtüşmeyen “zor” bir sanatçı olabilir. Ancak, Cannes'da yapmış olduğu bu sevgi yüklü teşekkür konuşmasıyla, yediden yetmişe bütün Türklerin kalbinde taht kurduğundan kuşku duymuyorum. Kendisi, bu tavrıyla, Nobel alabilmek için tarihi gerçekleri fütursuzca iğdiş eden Orhan Pamuk gibi başka isimlere de bir Türk sanatçısının uluslararası arenaya çıktığında ülkesini en güzel biçimde nasıl temsil edebileceği noktasında rehberlik yapmıştır.
Yeni Şafak, 27.5.2008
......................................
Ceylan'ın sözleri alkışlanıyor
"Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" Nuri Bilge Ceylan'ın 'Üç Maymun' filmiyle Cannes'da yönetmen ödülünü alırken sarfettiği bu sözler, ayrı bir sevinç dalgası yarattı kuşkusuz Türkiye'de. Sonuna kadar politik, sonuna kadar içten ve duygusal sözler, hamasete kaçmadan ama... "İki saat konuşulup anlatılamayacak şeyleri iki kelimede anlatıp gözlerimizi yaşarttı, gururumuz oldu" diyor bir Ekşi Sözlük yazarı. Bir diğeri "Beni sevindiren bir Türk'ün ödül alması değil, benim soluduğum coğrafyanın izlerinin bir yabancı üzerinde yarattığı etkilerin ödüllendirilemesi oldu" yorumunu yapıyor. Bugüne kadar hiç NBC filmi izlemeyen de 'Helal olsun' diyor. Onun sinemasına mesafeli yaklaşanların da yumuşadığını gözlemliyoruz etraftan. Kuşkusuz Ceylan'ı milliyetçilikle suçlamak isteyenler de çıkacaktır. Onlara da Ceylan'ın 2003'te 'Uzak'la kazandığı Jüri Büyük Ödülü'nü Yılmaz Güney'e adadığını hatırlatalım.
Galatasaray da kutladı
Cannes'daki başarısı nedeniyle Ceylan'a kutlama yağıyor. Ajanslara ilk düşen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül' ün kutlama telgrafı oldu: "Milletimize büyük gurur ve mutluluk yaşatan, Türk sinemasının dünyada geldiği önemli notkayı gösteren bu anlamlı başarıdan dolayı tebrik ederim." Ardından Başbakan Erdoğan'ın hemen tören sonrasında Ceylan'ı telefonla arayıp kutladığı duyuruldu. TBMM Başkanı Köksal Toptan da Ceylan'a kutlama mesajı gönderdi. Ceylan'ı telefonla ararıp kutlayan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın ise hem ödülün hem de ödül konuşmasının çok yakıştığını söylediği duyuruldu. Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkan Vekili Yaşar Okuyan da Ceylan’ın ödülünü alırkenki sözlerinin son derece anlamlı ve güzel olduğunu ifade etti. Spor dünyası da Ceylan'ın başarısına sessiz kalmadı. Galatasaray Kulübü, yazılı açıklama yaparak Ceylan'ı kutladı.
Radikal, 27.5.2008
.......................................
Benim yalnız ülkem ve yalnız sinemacım
Sinema dünyası Cannes’da en iyi yönetmen seçilen Nuri Bilge Ceylan’ı alkışlıyor. ‘Bu ödül yalnız ve güzel ülkeme’ diyen Yönetmen Ceylan da aslında ülkesinde yalnız bir yönetmen.(...)
Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü almak bu dünyada herhangi bir ülkenin sinemacısı için zirve demektir. Nuri Bilge Ceylan bunu başardı. Ve başarısını hiç de alışık olmadığımız bir şekilde taçlandırdı. Ülkesine bütün dünyanın önünde sahip çıktı. Aldığı bu büyük ödülü vatanına hediye etti. Bu hediyeyi verirken de Avrupa’ya bir mesaj gönderdi. ‘Benim yalnız ülkem’ lafı Avrupa’nın Türkiye’ye tavrına bir taşlamadır.
Sinemacılarımıza daha çok tartışılacak olan Ceylan’ın bu büyük başarısını ve ödül törenindeki konuşmasını nasıl değerlendirdiklerini sorduk:
Erden Kıral (Yönetmen): Uluslararası alanda büyük bir başarı. Ödülü alırken yaptığı konuşmada ise şunu hissettim. Her sözünde bir sinemacının yalnızlığı vardı. O konuşmasıyla yer çekimine meydan okudu. Benim için alınan ödül çok değerli ve ülke olarak keyfini çıkarmalıyız.
Ezel Akay (Yönetmen, yapımcı):
Bir Türk yönetmen Cannes’ı mesken edindi. Bu bizim için çok değerli. Fatih Akın ve Nuri Bilge Ceylan’ın bu başarıları Türk sinemacısı için de yol açıyor. Onlar sayesinde daha birçok sinemacımız bu arenada kendini gösterebilecek. Oradaki başarı sinemamız için ne büyük bir tanıtım. Kendisini kutluyorum.
Abdullah Oğuz (Yönetmen, yapımcı):
Ödülü aldığına çok sevindim. Törendeki konuşmasına ise fazlaca katılmıyorum. Çünkü ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ anlamını içeren bir konuşmaydı. ‘Sevgili ülkem’ lafına evet ama diğerine hayır.
Atilla Dorsay (Sinema eleştirmeni):
Türkiye’nin yeni kuşak çocukları ülkelerinde fazlaca kabul görmüyor. Bence Ceylan’ın konuşmasında bir sevilme arzusu var. Biraz da Türkiye’nin dünyada içine itildiği yalnızlık... Hazırlanmış bir açıklama olduğunu da sanmıyorum. Anlık gelişen bir tepkiydi bence..
Serdar Akbıyık, Star, 27.5.2008
.......................................
Yalnız ve güzel ülke Ceylan'ı alkışlıyor
Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ‘Üç Maymun’ filmiyle Cannes Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle döndü. Sinemacılara ödülle ilgili düşüncelerini sorduk:
Derviş Zaim (Yönetmen): Türk sineması ve Nuri için çok sevindirici bir ödül. Birisi bir ödül aldığında total olarak diğer insanlara da dikkat çekilir. Bu yönden Nuri’nin söylediği doğru. Ayrıca sözlerini de çok anlamlı buldum.
Erkan Can (Oyuncu): Ödüller 10 numaradır. Nuri Bilge’den bir ödül bekliyordum. Bu sefer Altın Palmiye olmadı ama dünyanın en iyi yönetmeni. Bir dahaki sefere de Altın Palmiye’yi alır. Ödüller adaletli dağıtıldı. Nuri’nin sözleri de 10 numaraydı.
Şerif Gören (Yönetmen): Üç yıldır orada, bu büyük bir başarı. Kendine has bir sineması var. Ticari bir sinema değil. Daha çok fotoğraf sanatına yatkın bir sinema. Nuri bu üslubu kabul ettirdi. Sinema ülkemizde hâlâ sektör değil. Nuri’ninki kişisel bir başarı. Yurtdışına çıkma yasağım olduğu için ‘Yol’ filmi Altın Palmiye aldığında o onuru yaşayamamıştım. Bu da benim içimde bir uktedir.
Tarık Akan (Oyuncu): Bir sinemacı olarak sevincimden havalara uçtum. Bütün Yeşilçam’da tanıdığım dostlarım çok gurur duydu ve canı gönülden tebrik ediyoruz. Ben ‘Yol’ filmi ödül aldığında o kırmızı halıda yürüyemedim. Yasaklıydık ve pasaport vermiyorlardı. Her sanatçı o kırmızı halıda yürümek ister. Tek hayali budur. Orası çok önemli bir yer. Biz yapamadık ama meslektaşlarımız yapıyor. Onlarla gurur duyuyoruz.
Zeynep Bölükbaşı (Yapımcı): Nuri Bilge Ceylan en güzel ödülü aldı. Hem dünya hem Türk sineması adına çok önemli bir ödül. Dünyadaki en önemli yönetmenlerden biri olduğu böylece tescillendi. Bu ödülün Nuri Bilge Ceylan’ın filminin gişesini etkileyeceğini düşünmüyorum. Nuri Bilge’nin tüm filmleri, Türkiye’de büyük gişe yapan filmlerden daha çok izleniyor. Çünkü o filmler sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada gösterime giriyor.
Akşam, 27.5.2008
.......................................
Sean Penn sözünü tuttu
(...) Nuri Bilge Ceylan’ın başarısının gerisinde de aynı temel özellikler bulunuyor. ‘Üç Maymun’, kültürel ve toplumsal kökleri bu kez daha belirgin karakterlerin yerel renkleriyle, dünya gerçeklerinden bilinçli bir kesit sunuyor. Özetlendiğinde katıksız bir melodrama benzeyen öyküyü, türün kodlarını tersine çevirerek, insan gerçeğinin derinliklerindeki özü yakalamaya çabalayan sağlam bir duyarlıkla işliyor. Ceylan’ın temel becerisi anlatım gücünden kaynaklanmakta. Kazandığı ‘mizansen ödülü’nun gerisindeki anlam da bu zaten. Dilimize ‘yönetmen’ olarak yaptığımız çeviri, bu önemli nüansı yakalayamıyor. Fransızcada ‘en iyi yönetmen’ demek mümkünken ve birçok festivalde bu tanım altında ödüller verilirken, Cannes’da mizansenden söz edilmesi, bir öyküyü sahneye koyma becerisinin farklı bir anlam içermesinden ve bu anlamın önemsenmesinden kaynaklanıyor.
Mehmet Basutçu, Radikal, 27/05/2008
.......................................
'Üç Maymun'un yankıları sürüyor
Nuri Bilge Ceylan'ın 'Üç Maymun' filminin başarısı Türkiye içinde ve dışında yankı yapmayı sürdürüyor. Nuri Bilge'nin son iki filminin yapımcısı olan Zeynep Özbatur, bu ödülün bundan sonraki filmleri için Ceylan'a büyük kolaylık getireceğini söyledi. Özbatur, konuşmasına şöyle devam etti: "Zaten 'İklimler' ve 'Üç Maymun'da eski bütçeler çok aşılmış, her biri için 2 milyon Euro'ya yaklaşılmıştı. Ama 'Üç Maymun'u daha çekilirken 20 ülkeye satmayı başardık. Şimdi yeni filmimiz için çok daha rahat para bulabileceğiz."
Sadece yaratacak!
Son iki yılda tam anlamıyla bu filme konsantre olduklarını, onun için hiçbir yeni proje konuşmadıklarını, ancak Bilge'nin kafasında yeni tasarılar olduğunu bildiğini söyleyen Özbatur, "Artık o eski filmlerindeki gibi oturup filminin her şeyiyle meşgul olmak zorunda değil! Tüm madddi sorunlarını biz halledeceğiz. O ise oturup yaratış sürecini gerçekleştirecek" dedi. Ödül gecesi, törenden hemen sonra yapılan basın toplantısında Nuri Bilge, yönetici Henri Behar'ın sorduğu "İki ödüllü filmden sonra Cannes'a katılmak bir risk değil miydi?" sorusuna şöyle yanıt verdi: "Belki. Nitekim hiç ödül almayabilirdik de. Gerçi eleştirmenler beğendi, ama her şey jüriye bağlıdır. Ancak Cannes dünyanın en önemli festivali. Ve bu riske atılmak zorundasınız. Başka yolu yok!"
Zafer yemeği...
Filmin yönetmeni, yapımcısı ve oyuncuları daha sonra festival sarayının tepesindeki Les Ambassadeurs salonunda verilen zafer yemeğine katıldılar. Gece geç vakit ise sahildeki Türk pavyonunda 15 kişilik ekipleriyle ve Cannes'daki diğer Türkler'le biraraya gelerek zaferi son bir kez kutladılar. Nuri Bilge ve eşi, önceki gece Roma yoluyla, ekibin geri kalanı ise farklı uçaklarla yurda döndüler.
Atilla Dorsay, Sabah, 27 Mayıs 2008
......................................
Seven Bilge Ceylan’ın en iyi ödülü
Adam (Nuri Bilge Ceylan) Cannes’ın Esas Kısmı’na seçildiğinde DAHİ sevine yazmıştım. Esin’e de (Küçüktepepınar) söyledim sevincimi. Birlikte sevindik; daha ödül yokken ama ihtimali varken.
Zira: Nuri Bilge demek, şiddetli 1 iyi film ihtimali demek.
Çocukluğumdan beri nasıl baş edeceğimi bilemediğim pazar günlerimin süper arkadaşı Esin’in memleketimizin en mühim sinema yazarlarından olması, avantaj (benim için) tabii.
Yani onunla sık sık sinema (da) konuşuyoruz. Nuri Bilge Sineması’nı en az 50 (adet) konuşmuşuzdur.
Pazar gecesi zaplarken NTV’de (böyle tarihi anlar vardır seyircilikte) ‘Aaa!’ baktım karşımda Nuri Bilge ödül konuşmasını yapıyor.
Ne fazla ne eksik bir adam Nuri Bilge Ceylan. Şöyle ifadelendireyim: ödül konuşması yaparken DAHİ insanı utandırmıyor. (Ben kimlerin kimlerin ‘ödül konuşmasını’ dinlerken yerin yedi kat altına geçip kanal değiştirmişimdir. Halk arasında: Düşük Mahçubiyet Eşiği).
Zaten ‘Üç Maymun’la ilgili yazıları okudukça, hop oturup hop kalkıyordum bir an önce izleyebilmek için filmi.
“Ulan, yoksa bu Zeki Demirkubuz’un yıllardır etrafında dolanıp gözünden vuramadığı film mi?” (konu mu yani) olmadım da değil.
Filmi izlemedim! Yanlış anlamayın.
Ama Dostoyevski’den gelen ‘1 Kadın Düşmanı’ ekolünün yılmaz (da) bi temsilcisi ya Zeki Demirkubuz. Mesaj şu: “Dünyada bütün kötülüklerin hem anası hem babası kadındır. Onlar kurbandır. Ama esas erkekler ne biçim aşk/yazgı (kisvesi altında) Kötü Kadın kurbanıdır. Lar.”
Ve fakat ‘Seven Türk’ kimliğiyle şöyle deyip feci şekilde gönüllerimize ipotek atmadı mı Nuri Bilge? “Ödülümü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum.”
Ben, mesela “Ödülümü tutkuyla sevmediğim kafası kalabalık ve çirkinleştirilmiş ülkeme adıyorum” derdim. (Benim derdim: olay çıksın.)
Ama hem (anlaşılan) vatan sevgisiyle dolu biri Nuri Bilge Ceylan, hem de bir Çocuk Ulus olan Türkiye’ye/Türkler’e ‘pedagogca’ yaklaşmak gibi fevkâlâde yararlı bir çizgiyi benimsemiş.
Zira ‘Üç Maymun’la ilgili özetlemelere bakalım bir: “‘Üç Maymun’ küçük zaafların büyük yalanlara dönüşerek parçaladığı bir ailenin, gerçeği örtbas ederek her şeye karşın bir arada kalma çabasını anlatıyor.”
Şimdi burdaki ‘ailenin’ kelimesi yerine ‘memleketin’ (yani: Türkiye’nin) koyun, içinde debelendiğimiz durumu bundan daha iyi tasvirleyebilir misiniz?
Filmle ilgili bilgi notunda ise “Altından kalkamayacağı acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak için gerçeği bilmek istememek, görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak ya da günümüz tabiriyle ‘Üç Maymun’u oynamak, onun var olduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı?” deniliyor-muş.
Şimdi, bizim (Türkiye’nin) Kürt Meselesi’ne, Ermeni Meselesi’neyaklaşımımız (yani bi türlü yaklaşamayışımız) üstüne yukardaki satırlar bi ‘bilgi notu’ olarak kullanılamaz mı yani?
Pek tabii ki ‘Üç Maymun’u ‘Türkiye’ye dair bir eğretileme’ kıvamında izleyip ne Sosyal Biçerik Bacı rolüne sıvanmaya niyetim var, ne de Nuri Bilge Sineması’na denyoluk etmeye.
Ve fakat adamın yurdumuzun yüz akı, dahası dünya çapında bir cevher olduğu pek hakikat. Bunlar da beni bağlamaz gerçi. Ben onun sinemasını beğeniyorum, zevkle izliyorum, yeni bi filmini hasretle bekliyorum. (Nokta.)
Karı-Koca oynadıkları filme gitmemiştim; zira ‘Karı-Koca Sineması’ olarak jenerikleyebileceğim bi sinemaya alerjim var. (Kostüme filmlere olduğu üzre.)
‘Üç Maymun’ buraya gelsin de/salonlara düşsün de, koşa koşa koşa (3 Koş) gideceğim yani.
Seven Konuşması dahi (düşünün!) yerli yerindeydi. Hem eminim seviyor ‘yalnız ve güzel’ ülkesini, hem de Bu Topraklar’a pedagogca yaklaşmak; benim antagonist ve fakat engellenemez yaklaşım tarzımdan ziyade çok daha doğru, yerli, özenilesi.
Metin Erksan da kalkmış “Festivalleri sevmem. Cannes’dan bir-iki parça gördüm; soytarılık! Herifler smokinlerle penguenlere benziyor. Bütün kadınlar da Harry Potter’daki cadılara. Bir kere daha nefret ettim” demiş.
Gel de beğenme bu lafları!..
Nasıl ‘Şahsi Sinemamda Gelmiş Geçmiş En İyi Türk Filmi’ herrr zaman, ama herrr zaman ‘Sevmek Zamanı’ ise, ‘Kadın Hamlet’in yönetmeni böyle laflar edince, beğenmemezlik/hınzırhınzır gülümsememezlik edemiyorum. (Maalesef.)
Zira antagonizm baldan tatlı, balarısından sokucu’dur değerşan okur. Erksan istediği gibi pek tabiidir ki konuşur.
Hakkı var her türlü konuşmaya!
Kalkıp Allah’ın Poparabeskefendisi “Çok film seyrettim habre DVD’den.
Kliplerimi çektim daire daire. Ne kadar yırtış tiyatrocu yenge/amca/nine varsa müsamereletip selpağa selpak dedirtmedim” kafasıyla, her katılana bir ödül yaratıklandırılan Festival İmitasyonu’ndan sonra-
“Neden benim ödülüm yeterince onöre de sarımsaklanmıyor?” yapmasın.İşte bu Doz Aşımı ve de Sınır İhlâli’ne giriyor zira. Gişe başarınla, Hıncal Ağbi’nin göz yaşları ve alkışlarıyla yetinmeyi bil! Ulaşamayacağın ciğere sulanma vs.
Bu yılki Cannes’ın felaket suratı da Cüri Başkanı Sean Penn’in ‘Karadenizli Bahtiyar Teyzeyi’ feci şekilde andıran, kaygılanmaktan buruşmuş, ibibik saçlarıyla gülünçleşmiş, kukla makyajıyla acıklılaşmış suratıydı bana kalırsa.
Yüzünün nasıl yaşlandığı piyangoların en acayibi, en acımasızı, diye alakasızca bitiriyorum.
Bu ödüle ve fakat ama lakin, Metin Erksan angle’larımıza rağmen, sevindik “Hak etmiştir yalnız ve güzel yerden göğe kadar” dedik yani.
Perihan Mağden, Radikal, 27.5.2008
............................................
Tebrik etmek o kadar zor mu?
Artık hiçbir tadı olmayan Eurovision Şarkı Yarışması'ndan sonra pazar günü, Cannes Film Festivali'nin kapanış törenini izlemek için keyifle geçtim televizyonun karşısına. Hem kırmızı halı şıklıklarını görmek istiyordum, hem de oyuncularla yapılan röportajları... Ama asıl önemlisi Nuri Bilge Ceylan'ın adını duymak için sabırsızlanıyordum Ve onun adını duyduğumda yerimden fırladım. Sahneye çıkışına, o kısa konuşmasına, kendinden emin ve sakin tavrına bayıldım. 'En İyi Yönetmen' ödülünü alması muhteşem bir şeydi. Büyük bir şeydi. Bu sevinci paylaşan sinemacıların görüşlerini alalım, 'coşalım, coşkulanalım' dedik... Sinema yıldızlarını, yönetmenleri, yapımcıları aradık. Hepsi çok coşkuluydu. Bu sevinç Hülya Koçyiğit'e dans bile ettirmiş. Yurtdışında olan Müjde Ar, haberi bizden öğrenmiş, yatağından fırlamış. Bunlar çok güzel duygular... Uluslararası bir başarıya alkış tutmak, o duyguyu paylaşmak çok güzel... Ama bazı kişiler; arkadaşlarımıza yanıt vermemiş. "Beni bulmamış olun" demişler, "Filmi izlemedim, onun için konuşamam" demişler. İşte bu feci bir şey. Çok feci bir şey... "Tebrikler" demek bu kadar zor geliyorsa, bunun adı büyük ama çok büyük kıskançlıktır diyorum...
Şengül Balıksırtı, Sabah, 27 Mayıs 2008
...............................
Güçlü Türk’ün yeni temsilcileri...
Bu kez ne sağ var ne sol, ne Kürtler ne Türkler, ne siyaset ne de orayantalist bir lezzet...
Bu kez sadece insan ve sinema var...
Bir Türk sinemacısı, Nuri Bilge Ceylan Cannes Film Festivali'nde kendi sinema dili, kendi dünyasıyla, Üç Maymun filmiyle en iyi yönetmen ödülüne ulaştı.
Bu ilk kez oluyor...
Bir Türk sinemacı bu festivalde ilk kez en iyi yönetmen ilan ediliyor.
Nuri Bilge Ceylan bu topraklardan çıkmış, kendisini burada, bu kültürde, bu kültürün imkanlarıyla dev kılmış bir sanatçı...
Cannes Film Festivali dünyanın en prestijli, yaratıcılığa ve evrensel dile katkıya en çok önem veren festivali...
Hangi açıdan bakarsanız bakın; ister artistik, ister kültürel, ister siyasi, Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da aldığı ödül, şu anda bu ülkede olup biten her şeyden daha önemli, daha anlamlı ve daha kalıcıdır.
Cannes sinemanın Nobel'idir.
Köklü ve anlamlıdır Cannes Festivali. 1938 sonunda, Nazi Almanya ve faşist İtalya hükümetlerinin "Mostra de Venise"deki film seçimine müdahale etmesi üzerine Fransa'nın girişimiyle başlatılmıştı.
Zaman içinde bu kuruluşuna uygun bir çizgide ilerledi ve gelişti.
İnsan hakları, demokrasiyi, kültürler arası eşitliği, yönetmenin bağımsızlığı, yaratıcılığını ve farklı dil arayışını önemsedi...
1968 olaylannda bile yer aldı.
1968 festivalinde jüri başkanı Louis Malle önderliğinde, François Truffaut, Claude Berri, Jean-Gabriel Albicocco, Claude Lelouch, Roman Polanski ve Jean-Luc Godard gibi sinemanın anıtsal hale gelecek isimleri Cannes'da büyük salonu ele geçirip, film gösterimini durdurmuşlar, bu şekilde ülke çapında yapılan öğrenci-işçi greviyle dayanışma içinde olduklarını ilan etmişlerdi.
Yıllar içinde her oyuncu ya da yönetmenin içinde yer almaya önem verdiği bir festival haline geldi.
Cannes sinemanın sanat yüzünü temsil eder...
Orson Welles, Luis Bunuel, Federico Fellini, William Wyler, Rene Clement, Michaelangelo Antonioni, Lindsay Anderson, Vojtech Jasny, Masaki Kobayashi ve Robert Bresson gibi isimler festivalin ödüllü taşıyıcılarıdır.
Nuri Bilge Ceylan'ın bu taşıyıcılar arasına katılması, küçük bütçeli, tavizsiz filmlerden yola çıkarak dünya sinemasına dev isim olarak doğması Türk sineması, kendisi, çevresi için olduğu kadar ülke ve bizler için de onur vericidir.
Ceylan ilk kez boy göstermiyor Cannes'da.
2003 yılında "Uzak" ile Jüri Büyük Ödülü'nü almıştı.
2006'da da "İklimler" ile sinema yazarlannın verdiği FIPRESCI ödülünü kazanmıştı.
Geçen yıl ise bir başka Türk sinemacısı Fatih Akın aynı festivalde en iyi senaryo ödülü almıştı.
Bu açıdan bakıldığında yeni Türk sinemasının ve sinemacısının varlığını ve gücünü temsil eden bir işlev yerine getiriyor Cannes...
Ve yeni Türk sineması Türkiye'nin hiç bir kurumuyla yapamadığını edebiyatla el ele vererek yapıyor, bu topraklan dünya kültürünün çekim merkezlerinden birisi haline getiriyor.
Bu sinemayı temsil edenler her geçen gün artıyor.
Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu. Fatih Akın. Her biri kendisine has, evrensel ama bir o kadar da bu toprakların, bu kültürün rengiyle, tınısıyla iç içe geçmiş bir sinema yapıyorlar...
Cannes'daki konuşmasında, "Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum..." diyordu Nuri Bilge Ceylan...
Bu ülke onu ve onun gibileri her zaman sevecek ve hatırlayacaktır...
Ünlü Fransız deyimindeki "Güçlü Türk"ü artık o ve Orhan Pamuk gibiler temsil ediyor. ..
Ali Bayramoglu, Yeni Şafak, 27.5.2008
...................................
(...) Değerli ve özgün yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'dan büyük bir ödülle döneceğine inanıyordum. Birkaç konuşmamda da belirtmiştim bunu. Jüri isabetli bir kararla "En İyi Yönetmen" ödülünü, "bu yalnız ve sevgili ülkenin" sanatçısına verdi. Başta Ceylan olmak üzere filme emeği geçen herkesi candan kutluyorum.
Zülfü Livaneli, Vatan, 27.5.2008
..................................
Nuri Bilge Ceylan'ı ayakta alkışlıyorum. Sinemayı bilmeyenler, Nuri Bilge Ceylan'ın "Üç Maymun" adlı filmi ile almış olduğu "En iyi yönetmen" ödülünün önemini tartamazlar. Ancak uzun yıllar Fransa'da yapılan Cannes Film Festivali'ni takip etmiş bir gazeteci olarak bu ödülün Türkiye için büyük gurur kaynağı olduğunu söyleyebilirim.
Dünya sinemasının starları arasından sıyrılabilmek öyle her babayiğidin harcı değildir. Ama Nuri Bilge Ceylan bunu başardı.
Kendisini ayakta alkışlıyorum.
İnanın Cannes'da bulunduğum yıllarda hep bir Türk filminin ödül almasını hayal etmişimdir.
Benim o hayalimi Nuri Bilge Ceylan gerçekleştirdi.
Hepsinden önemlisi, ödül gecesinde gönderdiği mesaj daha da önemliydi.
"Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum" dedi.
Başkaları gibi afra tafra yapmadan... Son derece alçak gönüllü bir tavırla ve son derece samimi bir şekilde söyledi...
Ben de Nuri Bilge Ceylan'ı böylesine önemli bir başarıya imza attığı için kutluyor ve bu başarılarının devamını diliyorum.
Mehmet Şehirli, Sözcü, 27.5.2008
......................................
Hollywood starları da 'entel' yönetmen seçti
Nuri Bilge Ceylan daha önce de "Uzak"ve "İklimler" filmleriyle Cannes'da ödül kazanmıştı.
Nuri Bilge Ceylan 3'üncü kez Cannes'dan ödülle döndü. Çekim aşamasındayken onlarca ülkeye satılan 'Üç Maymun' filmine talebin artacağı kesin.
Nuri Bilge Ceylan kimilerine göre Türkiye'nin en iyi yönetmeni, kimileri içinse bütün sinema anlayışı kendisinin ve ailesinin dertlerini anlatmaktan ibaret. Ya da yabancı bir sinema eleştirmeninin tarifiyle filmleri birer "slayt gösterisi". Ceylan'ın Türkiye'nin en iyi yönetmeni olup olmadığı bir yana, dünya çapında en fazla tanınan ve filmleri en fazla izlenilen yönetmen olduğu kesin.
Ticari açıdan önemli
Her ne kadar filmleri Türkiye'de sınırlı sayıda salonda vizyona girmek durumunda kalsa, kendi ülkesinin sinemaseveri tarafından görmezden gelinse de dünyanın herhangi bir yerindeki sinemasevere bir Türk yönetmen ismi sorulduğunda ilk akla gelen ismin Ceylan olacağı kesin.
Öyle ki Ceylan'a "En İyi Yönetmen" ödülünü getiren "Üç Maymun"un dağıtım hakları daha çekim aşamasındayken, Fransız Pyramide International'e satılmış ve daha Cannes öncesinde Fransa, İtalya, İngiltere, İrlanda, İsviçre, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan, Hindistan, Rusya ve Baltık ülkelerine satılmıştı. Önceki gün gelen ödülden sonra bu sayının daha da artması söz konusu.
Ceylan'ın böylesine büyük ve prestijli bir festivalden her gittiğinde ödülle dönmesi -daha önce de Uzak ve İklimler filmleriyle ödül kazanmıştı- ülke sinemasının uluslararası tanınırlığının artmasının yanı sıra ticari anlamda da büyük önem taşıyor. Ceylan'ın uluslararası ünü ve filmlerinin dünyanın birçok ülkesinde gösterilmesi kaçınılmaz olarak Türkiye sinemasına ilgiyi de artırıyor. Geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde düzenlenen film markete gösterilen ilgi ve bu ilginin artarak devam edeceğine dair işaretler de bunun bir göstergesi. Ceylan'ın uluslararası yarışmalar ve festivaller dışında Türkiye'deki organizasyonlarda da filmlerini görücüye çıkarması yabancı dağıtımcıların ilgisinin Türk sinemasına odaklanmasına neden olabilir.
Tam yerine rast geldi
Yeri gelmişken. Nuri Bilge Ceylan'a verilen bu ödülün ve daha öncekilerin Türkiye'de verilen sinema ödüllerindeki tercihler konusunda yapılan tartışmalara ve Cannes jürisinin yaptığı tercihin anlamına da kısaca değinmekte yarar var. Türkiye'de festival jürileri ve özellikle Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) ödül tercihleri kimi gazeteciler ve popüler film yapımcıları, yönetmenleri, oyuncuları tarafından şiddetle eleştirilir. Seyircinin bir sanat eserinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu düşünen bu çevrelere göre 3 milyon değil de ancak on binlerle ifade edilen bir seyirci kitlesi tarafından izlenen filmin ödül alması "entel" bir kastın marifetleri ve bu yaklaşım Türkiye sinemasına zarar veriyor.
Ama görülen o ki, Cannes jürisi de Türkiye'deki "entel" sinema çevreleri ile aynı görüşte. Üstelik jüri başkanlığını dünyanın en popüler sinema oyunculanndan birisi olan Sean Penn'in üstlendiği, bir başka Hollywood starı Natalie Portman'ın da bu jüride yer aldığı göz önüne alındığında, söz konusu "sanat" olduğunda Hollywood yıldızlarının tercihinin de Türkiye'deki "enteller'" ile aynı doğrultuda olabileceği ortaya çıkmış oluyor.
Ceylan'ın filmlerinin dünyanın dört bir yanında gösterilmesinin bütün dünya sinema çevrelerinin gözlerini çevirdiği Cannes'da kürsüye çıkıp "Ödülümü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" demesinin hem kültürel hem de ticari olarak büyük bir karşılığı yok mu?
Şenay Aydemir, Referans, 27.5.2008
.......................................
Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'nde En iyi Yönetmen seçildiği haberini alınca, "çiçek" ne demek?
İçimi renkli kuşlarla dolu gelincikli bayırlar doldurdu.
Bir "öngörümün" gerçek olmasına da pek sevindim.
Zira Nuri Bilge'nin Kasaba adındaki ilk filmini büyük yönetmen ve ölümünü hâlâ kabullenmediğim sevgili dostum Atıf Yılmaz'la birlikte izlemiştik.
Film bitince "Bu adam dünya çapında bir yönetmen" demiştim ve hasetten fesattan uzak bir adam olan Atıf, düşünceme heyecanla katılmıştı.
Bu güzel insanların "kıymetini bilin"!
Güler Kazmacı, Posta, 27.5.2008
......................................
Nuri Bilge sineması bir adım daha attı
Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne lâyık görülen Üç Maymun sinema otoritelerinin büyük bölümüne göre Nuri Bilge Ceylan sinemasını bir adım ileriye taşıyacak bir film. Ayrıca ödül Türkiye için gurur vesilesi. Yılmaz Güney’den sonra en önemli ödüllerden birini kazanan Ceylan için elbette artık bundan sonrası daha kolay olacak. Peki ya Türk sineması... Eleştirmenler ve yönetmenlere hem filmin hem de ödülün Türk sinemasına kazandıracağı faydaları sorduk:
ALİN TAŞÇIYAN • Filmi, Nuri Bilge Ceylan sinemasını ileriye götürecek bir atılım olarak görmüyorum. Ama yönetmenlik olarak başarılı bir film. Güzel görüntüler izliyoruz, senaryoda zaafları olduğunu düşünüyorum, özellikle tam olarak oluşmamış bir kadın karaktere odaklı bir film olduğundan zaafları ortaya çıkıyor. Ama bunların hepsi bir görüş tabii... Nuri Bilge Ceylan’ın yaptığı bu film bile dünya sinemasına baktığınızda ortalamanın çok çok üzerindedir.
Bu ve Nuri Bilge Ceylan’ın aldığı uluslararası diğer tüm ödüller önemli ve faydalıdır. Nuri Bilge Ceylan oraya bir Türk yönetmen olarak çıkıyor, insanlara Türkçe konuşulan bir Türk filmi izletiyor, böyle bir ödülün elbette ki sayısız faydası var. Öncelikle ülke sinemasının prestiji yukarılara taşınıyor. İnsanlar böyle güzel filmlerin yapıldığı bir ülke sinemasını merak ediyor ve daha fazla izlemeye başlıyor.
ATİLLA DORSAY • Bu filmin Nuri Bilge Ceylan sineması için çok farklı yollar açığını düşünüyorum. İlk defa Nuri Bilge Ceylan’ın filminin çok sağlam bir hikâyesi var. Hatta tam bir kara film diyebiliriz. Ve Nuri Bilge Ceylan bu sağlam hikâyeyle birlikte kendi sinemasının tüm özelliklerini biraraya getiriyor. Hem hikâye anlatıyor hem de görselliği koruyor. Söze boğulmadan, sessizliğinde bir anlam kazandığı, bir jestin bir mimiğin çok uzun cümlelerin anlatamayacaklarını anlattığı bir film olmuş. Bu film Nuri Bilgi Ceylan sinemasını içine düşebileceği monotonluktan da kurtarıyor.
Ödül elbette ki çok önemli, çok büyük bir başarıya imza attı, bu ödülden sonra Avrupa’da söz sahibi üç yönetmenimiz oldu. Fatih Akın ve Ferzan Özpetek’e Nuri Bilge Ceylan’da eklendi. Üç sinemacı Türk sinemasını daha da yukarılara taşıyacak ve arkadan gelenlerin önünü de açacaktır.
SEVİN OKYAY • Bu ödül Türk sinemasını dünyanın daha yakından takip etmesini sağlayacaktır, hatta Nuri Bilge Ceylan ismini de dünyada herkesin duymasını sağlayacak. Diğer film yapmak isteyen yönetmenler için finans desteği sağlayacağını, filmlerini daha kolay vitrine çıkacağını düşünüyorum. Ama bu ödülün Türkiye’de Nuri Bilge Ceylan’a çok faydası olacağını sanmıyorum. Çok önemli bir ödül almıştır, çok sevindirici bir başarı ve kendisiyle iftihar ediyorum...
YÜKSEL AKSU • Aslında sadece Türkiye için değil, Ortadoğu ve Balkanları da içine alan bir coğrafya için çok önemli bir ödül bu. Bu ödüller, özellikle üç yıldır Türk sinemasının başarısı, ben ve benim gibi genç sinemacıları daha fazla hevesle sinema yapmaya itiyor. Bizlere bir enerji sağlıyor. Nuri’nin aldığı bu ödülle birlikte uluslararası arenada, ortak yapımlarda daha fazla öne çıkacak artık Türk filmleri. Bu ödül yapımcıların gözlerini Türkiye’ye çevirmesini de sağladı diyebiliriz. Nuri Bilge Ceylan’ın her yaptığı film gibi bu filmi de heyecanla bekliyorum. Ben onun filmlerinden aldığım cesaretle Dondurmam Gaymak’ı çektim ve onun burada yakaladığı başarı hepimizi cesaretlendiriyor. 25 yıla yakın bir zaman sonra Türk sinemasının kazandığı en büyük ödül ve herkes bununla gurur duymalı.
REİS ÇELİK • Ben filmi çok beğendim, ince politik göndermeler taşıyan başarılı bir filmdi. Bence bu filmle birlikte Nuri Bilge Ceylan sineması bir adım daha atmıştır. Tema ağırlıklı filmler yapıyordu Ceylan, şimdi bir hikâye anlatıyor ve hikâyenin zenginliğiyle birlikte görüntülerini de çok iyi kullanıyor. Üç Maymun bence tüm Türkiye’yi anlatıyor.
İlk önce ulusal sinemamız için onur verici bir ödül bu. Nuri’nin tüm çalışmaları gibi... Galasına gittiğimde, her sene Cannes’da kurulan Türk filmleri standının daha da büyüdüğünü ve insanların Türk sinemasına bakışlarının değiştiğinin görmüştüm. Bu ödülle birlikte bir aşama daha kazanacak bu durum. Alıcılar daha fazla ilgi gösterdiği gibi ülke sinemasının gelişimi için atılmış önemli bir adım bu. Nuri Bilgi Ceylan sineması bu ülkenin tüm zenginliklerini, renklerini ve dokularını yansıtan bir sinema, özellikle böyle bir yönetmenin ödül almış olması daha da gurur verici bir şey...
Taraf Gazetesi, 27.5.2008
......................................
(...)Cannes Film Festivali, ciddi bir yarışma. Yarışma gibi yarışma. Jürisi düzgündü, seçilen yarışmacı filmler düzgündü. Sonuçlar da düzgün oldu. Tabii ki Nuri Bilge Ceylan'ın başarısıyla mutlu oldum. Üç kez çağrıldığı Cannes dan üçüncü ödülünü almış olmasıyla daha da mutlu oldum. Nuri Bilge Ceylan, Avrupa'da sanat konusundaki yeterliliğini kanıtlamıştır, biraz da popüleritesini arttırsa? Gerek Türkiye'de, gerek Fransa'da?
Salonda "En iyi yönetmen ödülü" olarak adı açıklandığında alkışlar pek cılız çıktı...
Yılmaz Güney'in büyüklüğü buradaydı, hem halkın adamıydı, popülerdi yani, hem de yaptığı eğlencelik değil, sanattı. Nuri Bilge Ceylan, görüntüyü bozmasın diye son filmine müzik bile döşememiş. Göreceğiz, sanırım beğeneceğiz, umarım seveceğiz!
Yazgülü Aldoğan, Posta, 27.5.2008
..................................
Nuri Bilge Ceylan'a katılmıyorum
Bir yanda ülkesini yerden yere vurarak ödül alanlar, diğer yanda ise aldığı anlamlı ödülü ülkesine adayanlar.
Böyle tuhaf bir coğrafyada yaşıyoruz işte!
61. Cannes Film Festivali'nde aldığı En İyi Yönetmen Ödülü'nü Türkiye'ye adayan Nuri Bilge Ceylan'ı önce ülkesini bu kadar önemsediği için kutluyorum.
Sonra da Türk sinemasını yurtdışında daha bir dikkate alınır, saygı duyulur hale getirdiği için.
Nuri Bilge, kendisiyle Cannes'da yaptığım röportajda karamsar olduğunu, Sean Penn'in başkanlığındaki bu jüriden ödül beklemediğini dile getirmişti.
Ben de "Üç Maymun"da çıkardığı işe hayran kalmış biri olarak ona tam tersini düşündüğümü söylemiştim. Belki Nuri Bilge'ye şimdi sorsak "Üç Maymun"un fazla izleyicisi olmayacağını da söyler.
Ben de ona "Üç Maymun" vizyona girdiğinde sürpriz yapacak ve diğer Nuri Bilge Ceylan filmlerinin aksine ciddi bir gişe başarısı elde edecek derim.
Hatta bu konuda onunla iddiaya bile girerim. Eminim ki bu iddiada kaybeden olmayacak, hem ben hem o hem de zaman ve paralarının boşa gitmediğini gören izleyiciler kazanacak.
"Üç Maymun" iyi yazılmış, iyi çekilmiş, iyi oynanmış, özel bir film.
İzleyince göreceksiniz.
Ömür Gedik, Hürriyet Kelebek, 27.5.2008
...................................
İtalyan basınından 'Üç Maymun'a övgü
"Üç Maymun" filmiyle 61'inci Cannes Film Festivali'nde 'en iyi yönetmen' ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan için İtalya basını 'hakkıyla kazandı' yorumunu getirdi. Roma'da yayınlanan 'The City' gazetesi "Üç Maymun”un diğer ödüllere de ulaşabilecek kadar güzel bir film olduğunu ancak Cannes Festivali ilkesi gereğince tek ödülde kaldığını belirtti.
Jüride yer alan İtalyan yönetmen-aktör Sergio Castellitto, Sean Penn başkanlığındaki jürinin kararlarda uyum içinde hareket ettiğini ancak 'en iyi kadın oyuncu' dalında zorlandıklarını, kazanan Sandra Colveroni (Linha de Passe) dışında Hatice Aslan (Üç Maymun), Martina Gusman (Leonora), Maria Onetto (La Mujer sin Cabeza) ve Arta Dobrishi'nin de (Le Silence de Lorna) son ana kadar ödüle yakın olduklarını belirtirken "Ancak her filme bir ödül verme geleneği sürüyor" dedi.
SKY TV, "Üç Maymun"un kusursuz bir siyasi film olduğunu, etkili ve hümanist mesajlar verdiğine dikkat çekerek. "Sağlam kadrosu ile haklı bir ödül kazanacağı biliniyordu" değerlendirmesinde bulundu.
II Messaggero Gazetesi, "Üç Maymun" ve Nuri Bilge Ceylan'ın zaten favori olduğunu ve ödüllendirildiğini yazarak konuşmasında 'yalnız ülkesinden' söz etmesinin anlamına dikkat çekti.
Reha Erus, Hürriyet, 27.5.2008
.....................................
Ülkesi kadar güzel, ülkesinde yalnız!
PAZAR gecesi gözlerim yaşla doldu, gururlandım, uzun zamandır tatmadığım bir mutluluğu yaşadım. Sessiz, reklamsız, polemiksiz bir sanatçı; ülkesinde tanınmıyor, izlenmiyor, ama dünyanın en prestijli festivalinde üst üste ödüller kazanıyor, ayakta alkışlanıyor. Önce Uzak filmiyle, ardından Iklimler'le. şimdi de bir politik değinmeyle anlattığı Üç Maymun'la, hem de dünyanın en büyük yönetmenleri arasında en iyisi seçilerek... Cannes Film şenliği ve Nuri Bilge Ceylan'dan söz ediyorum. Yıllar öncesinde Paris'te bir sinemanın önünde kuyruklar vardı, neymiş diye baktım, 'Uzak' gösteriliyordu, aynı film bizde birkaç bin kişi tarafından izlenmişti... Ülkemizin ender yetiştirdiği sinemacılardan Nuri Bilge Ceylan'ı hem beğeniyor, hem onunla gurur duyuyorum. Türkiye'de sinema sanatının büyük ustası Metin Erksan'ı yalnızlığa ve unutulmuşluğa iten koşulların, kırk yıl öncesinden daha keskin olduğu bu dönemde Ceylan, kozasını ören ipekböceği sabrı içinde sanatı, sanat için yapıyor. Reklâmı bol, çok konuşan oyunculara gereksinimi yok, gişede şu kadar kazandı diye en büyük olmayı da düşünmüyor; o bir sinema âşığı, zaten iki tutkusu var, biri ülkesi, diğeri sinema...O gece ödülünü ülkesine adadı, "Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme" dedi. Nuri Bilge Ceylan kimsenin adamı değil, grupların dışında kalıyor, onu bir TV programda konuşurken gördünüz mü? Bilge Ceylan'ın adını filmleriyle duyuyoruz, ödül alırken de görüntüleniyor, o kadar. Sokakta adını sorsanız 10 kişiden 9'u tanımaz... O, ülkemizin sessiz ve onurlu sanat elçisi. NTV'de Cannes Festivali kapanış törenini izlerken, bunları düşündüm, benzerine rastlanmayan sessiz bir kahraman olduğu için.
Tuna Serim, Tercüman, 27.5.2008
....................................
Nuri Bilge Ceylan’a helal olsun...
Önce "Uzak"ını izlemiştim. Sonra "İklimler"ini...
Nuri Bilge Ceylan'ı geç keşfedenlerdenim.
Günlük hayatındaki gibi filmlerinde de "az ama öz" konuşuyor. Laftan çok görüntülerle, "suskunlukla" kendisini anlatıyor. Özgün bir sinema dili var.
Müthiş bir "görsellik" düşkünü. Filmlerinin sahneleri, fotoğraf kareleri gibi. İnsan ruhundaki ince detayları hissettiriyor. Minik yalanlar söyleyenin kötü adam olmayacağını da görebiliyoruz. Müthiş bir "ince ayarı" var.
Cannes'da ikinci kez Türkiye bayrağını diktiğinde, bir yönetmen titizliğine bürünüp verdiği görüntüye baktım.
Gözlükleri takınca, biraz da "burun benzerliğiyle" bıyıksız Yılmaz Güney'i andırıyordu. Ama "lümpen" Yılmaz Güney'i değil, frağıyla Cannes'da boy gösteren Yılmaz Güney'i... Zaten Yılmaz Güney’in fazlasıyla mürekkep yalamışı.
Boğaziçi Elektronik mezunu olmasına rağmen sinemacılığı seçmiş "yeni tür" sinemacıyla karşı karşıyayız.
Nuri Bilge Ceylan'ın ödül törenindeki, "Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözü çok hoşa gitti. Filmlerinde olduğu gibi yine az ve öz konuştu. Ben bu sözlerde biraz "Cry, the beloved country-Ağla Sevgili Memleketim" edebiyatı hissetmedim desem yalan olur. "Ya sev ya terket"çilerin hoşuna gitsin diye edilmiş bir "memleket edebiyatı" olduğunu hiç sanmıyorum. Tam tersine "tutkulu ülke sevgisinin" arkasında "derin bir aydın eleştirisi" algıladım.
Türkiye'ye itibar getiren "Üç maymun"u henüz seyretmedim. "Üç maymunu oynayanların" Türkiye'ye hiç itibar getirmediğini ise biliyorum.
Hakan Aygün, Bugün, 27.5.2008
.........................................
“Yalnız ülkem” cümlesinin kodları
Nuri Bilge Ceylan, bu sefer üzerinde smokin var, Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü alıyor ve diyor ki “Yalnız ve güzel ülkeme.” Ceylan’ın hiçbir politik çıkışını, hiçbir tartışmada yer alışını hatırlamıyoruz. Siyasi konularda fikir belirten, yabancı gazetecilere demeçler verip onların iştahını kabartan biri değil. Türkiye’de de medyanın çok uzağında.
İşini yapan bir adam. Gerçek bir sanatçı ve bütün konsantrasyonunu da filmlerine vermiş durumda. Hiçbir çevreden çıkar beklentisi olduğunu da görmedik. Parasal ilişkiler kurduğunu da. Tam anlamıyla bileğinin hakkıyla kazandı ödüllerini. Kendi kendine çalışarak buralara geldi ve her seferinde, ne yapsa dünyada karşılığını buluyor. Sadece sanat yapıyor, birileri de onun yaptığını alkışlıyor.
Peki sizce “Yalnız ve güzel ülkeme” sadece sanatsal bir cümle mi? Ödül kabulünde bu büyük yönetmenin bu kadar yalın bir cümle seçmiş olması düşünülmemiş olabilir mi?
Nuri Bilge Ceylan’ın bu sözü çok önemli bir altmetni taşıyor. Her şeyden önce Fransa’da Türkiye’den “yalnız bir ülke” diye bahsedilmesi Avrupa Birliği sürecindeki bir ülkenin uyarısı olarak yorumlanamaz mı?
Ceylan, apaçık AB’ye mesaj veriyor. Türkiye’yi yalnız bıraktıkları, rejimin tehlikeye atılmasına seyirci kaldıkları ve bugünkü durumda payları olduğu için.
Bir anlamda da çağrı: Türkiye’yi yalnız bırakmayın, burası güzel bir ülkedir demek istiyor. Kendi ülkesinin arkasında duruyor, çıktığı toprakların kendi sanatına katkısını savunuyor.
En önemlisi asla ve asla Türkiye’yi şikayet etmiyor. Yabancılara karşı karalamıyor. Ama bu cümle, hataları olan bir Türkiye’nin yalnız bırakılmadığı takdirde yanlışlarının üstesinden geleceğine dair de bir umut içeriyor.
Bence çok naif ama çok da devrimci bir ödül konuşması. Abartılı ve süslü cümlelerle değil, içtenlikle söylenmiş, gerçekten entelektüel bir cümle. Nuri Bilge Ceylan’ın sol duyarlılığının, gerçek sol’un yansıması gibi.
Bu cümleyi duyduğumda aklıma Orhan Pamuk geldi ister istemez. Onun Nobel konuşmasını yaptığı salondaydım ben de. Dün, Fatih Altaylı da Ceylan’la Pamuk’u kıyaslamış. Aklın yolu bir. Biri Nobel, biri en az o kadar prestijli Cannes Film Festivali’nde onurlandırıldı.
Pamuk “Babamın Bavulu” konuşmasını yaparken, ben de tarihe tanıklık ettiğimi hissediyordum. Ama bugün de bir gazeteci olarak, tarihe not düşme görevi yapıyorsak eğer bazı gerçeklerin de artık dillendirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Orhan Pamuk, sanatından çok sözleriyle gündemde Batı dünyasında. Nuri Bilge Ceylan ise sadece ve sadece işleriyle. Aralarındaki en temel fark bu. Biri çok konuşuyor, öbürü hiç konuşmuyor. Biri konuşarak ödül alınacağını düşünüyor, diğeri hiç konuşmadan da ödül alınacağını gösteriyor.
Biri ülkesini şikayet ediyor, diğeri ülkesinin arkasında duruyor. Biri Türkiye’yi her fırsatta karalıyor, diğeri Türkiye karalanacak bir ülke olmasın diye çağrıda bulunuyor.
Biri ülkesini sevmiyor, diğeri ülkesini seviyor.
Biri ülkesinde hiç sevilmiyor, diğeri ise bu ülkenin insanları tarafından bağrına basılıyor.
Burada birinin diğeriyle arasındaki temel farkları düşünmesi gerekiyor.
Oray Eğin, Akşam, 27.5.2008
...............................................................
Bir, iki, üç... daha fazla maymun!
Nuri Bilge Ceylan, Cannes'da (bir kez daha) ödül alırken "Tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkem"e diye seslenmiş ya...
Ayağım ülkem dışındayken ben de kalbimi koyuverdim onun selamına, gözüm dolmuş, yollayıverdim güzelime...
Sonra, "yalnız ülkesi"ni "tutkuyla seven" o "yalnız ve güzel adam"a, o sırada ya birbirine girmiş yahut Eurovision'a kilitlenmiş "güzel ülkesi" nin ne kadar ilgi gösterebildiğini unutmak istedim.
Sahi, siz hiç "bir Nuri Bilge Ceylan", daha doğrusu "Güzel ülkenin güzel bir Ceylan Ailesi filmi" seyrettiniz mi?
"Üç Maymun"u henüz izlemedim.
Mayıs Sıkıntısı, Kasaba, Uzak, İklimler... Bir adam, yanında eşi, ailesi, dostları ile, mütevazı bütçelerle, güzel ülkenin bazen puslu bazen cıvıl renkleri arasında kamera sabrıyla bir yolculuk yapıyor.
İçimizdeki büyük sinemacının, ruhumuzun çok özel tanığının, "Kameralı adam"ın farkında olabilmek için ancak elinde bir ödül görmemiz gerekiyor.
Filmlerini değil!
Filmin tanıtımında "Konu" şöyle özetlenmiş:
"Parçalanan bir ailenin gerçeği örtbas ederek bir arada kalmaya çabalayışı".
Bu size hangi ailenizi hatırlatıyor?
Ne kadar çekirdeğini, ne kadar büyüğünü, en büyüğünü?
"Parçalanmamak için gerçeği örtbas eden bir aile"niz var mı?
Gerçekleri örtbas ederek birlik ve beraberlik halinde olduğunu sanan bir aileniz?
"Üç maymun", bildiğiniz, gördüğünüz, duyduğunuz o üçlü; kulaklarını, gözlerini, ağzını kapatan maymunlar....
Tarihi, dünyayı, ülkeyi bildim ve hakikati buldum sanmanın, bir safa yazılmanın, başkalarını düşman ve öteki sayarak gururlanmanın, böbürlenmenin, bir sürü "inanma, bağlanma, boyun eğme" halinin "maymuncuk"u değil mi?
Film adını ve kendini, "altından kalkamayacağı acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak için gerçeği bilmek istememek, görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak" diye anlatıyor.
İşte böyle.
Her zaman öyle.
Maymunlaşmanın bir hali de, bildiğini, gördüğünü, duyduğunu gerçek sanıp öyle konuşup durmak olmalı.
O zaman ideal formül şu:
1. Gerçeği bilmek, görmek, duymak, hakkında konuşmak isteyen maymunların susturulması. (Tam yazarken, tam o esnada Tom Waits'in King Kong adlı parçasının "Maymunu kim öldürdü?" nidası denk gelmez mi!)
2. Bir arada, araziye uyabilmek, kurulu düzende kalabilmek, başına bela gelmemesi için; maymunların birçoğunun, gerçeği bilmek istememesi, görmezden, duymazdan gelmesi, hakkında konuşmaması.
3. Maymunların en haslarının, bildiğini, gördüğünü, duyduğunu gerçek sanıp öyle konuşması ve asla başka bakış, görüş, duyuş, ses istememesi.
İyi sinema, bir bakıma çok sanatın, çok sanatçının işini bir arada yapabilme becerisi.
Ceylan, özel bir ressam, iyi bir ozan, güzel bir sinemacı. Çok yerel, çok evrensel.
Ceylanlar' ı ve tüm ekiplerini, Yavuz Bingöl ile Hatice Aslan başta, tüm oyuncuları, oyunculukları; güzel ülkenin bir vatandaşı, bir sinema müridi, azıcık uzakta iken ülkesine içi tutkuyla daha da titreyen kardeşlerinden biri olarak kutlarım.
Bu arada, Kim kimdi, derseniz:
Bingöl, hani türkülerden, dizilerden, magazinden bildik o adam...
Aslan da "En Son Babalar Duyar" dizisinde mutlu olmaya çalışan büyük kızdı, hani hep "Hallederiz" diyen şeyin karısı, kızı da vardı...
"Yalnız ve güzel ülke" de bunu herkes bilir, görür, duyar, konuşur ya!
Umur Talu, Sabah, 27 Mayıs 2008
....................................
Yalnız ve güzel ülkeye adanmıştır
YOOO, bu kadarını beklemiyorduk... ‘’Bu kadarını’’ değil, hiç beklemiyorduk. Cannes Film Festivali’nde ‘’Üç maymun’’ filmiyle ‘’En İyi Yönetmen’’ seçilen Nuri Bilge Ceylan, bizi bu kadar şaşırtmamalıydı.
Hem Fransa’nın göbeğinde ödül kazanacaksın, sonra ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyeceksin...
Hayır Nuri Bilge Ceylan, bizi bu yaşta hıçkırarak ağlatmaya hakkın yok!
* * *
OYSA bizi ne güzel alıştırmışlardı...
Haçlılara yaranmak için, her ödül alan, neler söylemezdi ki! Nerede, Türklerin bir milyon Ermeniyi kestiği, 30 bin Kürdü katlettiği, nerede?
Nerede, Fransa gibi bir yerde ‘’Ermeni soykırımı’’ yapan ecdadı lanetlemek nerede?..
Ya 6/7 Eylül zulmü nerede?
Varlık vergisi faciası nerede?
Nerede, yeni yeni tezgâhlanan ‘’Pontus soykırımı’’ nerede?..
* * *
OLMADI, Nuri Bilge Ceylan olmadı...
‘’Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ ne demek?
Hele ‘’yalnız ve güzel ülkem’’ demenize ne kadar hasret olduğumuzu biliyor muydunuz?
Diyeceksiniz, bilmeden söyler miydim?
Ona ne şüphe!
O kadar tarifsiz duygular içindeyiz ki!
* * *
EVET, bu ülke ‘’Ödülümü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyen Nuri Bilge Ceylan’la gurur duyuyor.
Bu boş bir gurur değil, dopdolu bir gururdur.
Ödül kadar önemli olan ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ sözüdür.
* * *
BU sözü kimse unutmamalıdır, herkes bir yere yazmalıdır...
Tabii, Türkler soykırım yaptı, bir milyon Ermeniyi kesti, 30 bin Kürdü katletti, diyenlerin, bu sözden etkilenmeleri söz konusu değildir.
Onların, ‘’Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır’’ sözünden etkilenip duygulanamayacakları gibi...
Hasan Pulur, Milliyet, 28.5.2008
.....................................
Bilge Ceylan'ın ödül konuşması
Hepimiz etkilendik o sözlerden...
"Yalnız ve güzel ülkem."
Çünkü tıpkı ilk filmlerinde ve fotoğraflarının dünyasında olduğu gibi sakin, yalın ve derin bir ifadeyle büyük bir gerçeği dile getiriyor Nuri Bilge Ceylan...
Yalnız bu ülke.
Onu sevdiğini söyleyenlerin “yalnız" bıraktığı, gerçekten sevenlerinse adeta terk ermeye zorlandığı; boş kibirlenmeler, haksız aşağılanmalarla kendisini iyice yalnızlaştıran bir ülke!
Ve güzel!
Hâlâ güzel!
Korkunç güzel bu ülke!
Haşmet Babaoğlu, Vatan, 28.5.2008
................................
Ödül böyle de alınabiliyor
Bunu tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum... Duyduğum anda içimi titretti. Ertesi sabah okuduğumda gözlerim doldu. Bu sözlerin sahibi 'Üç Maymun' filmiyle Cannes'da 'En İyi Yönetmen' ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan... Geçtiğimiz yıl Fatih Akın, 'En iyi senaryo' dalında ödül kazandı. Gururlandık tabii ki... Ama Nuri Bilge Ceylan gibi bir Anadolu çocuğunun başarısı gönlümüzde ayrı bir yer etti. Ne yalan söyleyeyim Ceylan oradayken ödül törenini izlemek daha keyifliydi. Hele ki, ödül alırken söyledikleri. Türkiye'ye çamur atmadan ödül alınıyormuş.
Filmi izlemedim ama yönetmeninin yüreğini ayakta alkışlıyorum.
Nilgün Tahmaz, Takvim, 28.5.2008
..............................
Politika değil, Türkiye sevgisi
Bundan bir ay önce kalabalık bir ortamdaydık, Yavuz Bingöl kulağıma eğilip "3-4 gün sonra yazarsan sana bomba bir haber vereceğim" dedi.
"Tamam" sözünü alınca fısıldadı; "Cannes'a gidiyorum ortak. Üç Maymun büyük ödül için yarışacak"...
O kadar sevindim ki...
Bir ay sonra da Nuri Bilge Ceylan kürsüye çıktı, "En iyi yönetmen" ödülünü aldı.
Cannes'daki tam bir gurur tablosuydu; Hollywood'un ünlü isimlerinin yanında Türk sinemasından isimler var...
Önce geçen yıl ödül alan Fatih Akın çıktı sahneye, sonra Nuri Bilge Ceylan...
Bu ödül dünya çapında Türk sinemasına ilgiyi artıracaktır.
Umarım sektör bu fırsatı iyi değerlendirir...
Nuri Bilge Ceylan'ın söylediği, "Bu ödülü tutkuyla sevdiğim, benim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözleri bugüne kadar yapılmış en iyi ödül konuşmasıydı.
Politik manalar yüklemeden, sadece ülkesine duyduğu saf sevgi sözleri olarak algıladım ben bunu...
Tıpkı filmlerindeki doğa kareleri gibi...
Kendisinin de söylediği gibi, "İçine kapalı bir insan" Nuri Bilge Ceylan...
Sadece sinema yapıyor, yüreğinin götürdüğü yere gidiyor.
Bu sözleri daha önceden planlamadığını oyuncusu Hatice Aslan zaten açıkladı...
Hem aldığı ödülle hem içten, sevgi dolu konuşmasıyla hepimizin alkışını fazlasıyla hak etti Nuri Bilge Ceylan...
Cengiz Semercioğlu, Hürriyet, 28.5.2008
..............................
Nuri Bilge Ceylan’ı alnından öpüyorum
Ah keşke o salonda olabilseydim. İnanın yerimden fırlar, Nuri Bilge Ceylan’ı kucaklar ve onu alnından öperdim.
O cümlesi var ya o cümlesi, beni tam can evimden vurdu.
Ben yıllardan beri yazı yazıyorum ama yıllardan beri onun o tek bir cümleyle anlattıklarını bir türlü anlatamadım.
Nuri Bilge Ceylan benim yüreğimi sürekli kanatan kahredici gerçeği üç dört sözcükle toplayıverdi: "Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum." Yok yok... Kesinlikle bu cümleye sığdırılmış anlam ve felsefe sıradan bir insanın söyleyebileceği cinsten değil.
Belli ki o acı gerçek, benim gibi onun da yüreğini kanatıp durmuş.
"Yalnız ve güzel ülkem...
Gerçekten de güzeldir ve yalnızdır bu canım ülke.
Hem içerde yalnızdır, hem de dışarda yapayalnızdır.
• • •
Yıllardan beri bu ülkenin yazgısıdır; politikacılar sadece ve sadece kendi çıkarlarını düşünürler.
Sadece kendileri, taraf ve etrafları için çalışırlar.
Onun için siyasi yolsuzluklar diz boyudur bu ülkede.
Siyasi gücü elinde tutan bir sürü çapsız politikacının talanından bir türlü kurtulamamıştır.
Onun için yapayalnızdır.
En büyüğünden en küçüğüne kadar iş dünyasının büyük bölümü de kişisel çıkarlannı daima ülkesinin çıkarının önüne koymuştur.
Meslek erbaplarının çoğu da aynı yoldadır.
Bu ülkede yaşayanlar, bu ülkenin nimetinden yararlananlar Türkiye'yi değil kendi çıkarlarını düşünürler genellikle.
Ve Türkiye uğradığı büyük ihanetlerin ortasında yapayalnız bir ülkedir.
Dünyada daha da yalnızdır.
Yaşadığı zor coğrafyada kurulan her türlü tuzakla, her türlü belayla tek başına boğuşur, boğuşur...
Bütün kalbimle inanıyorum ki, bir gün bu güzel ülkenin yalnızlık yazgısını Nuri Bilge Ceylan'lar kıracak.
Tufan Türenç, Hürriyet, 28.5.2008
.................................
Yaşa Nuri Bilge Ceylan!
Dün gece uykum kaçtı...
Kuru eriklerimle birlikte CNBC-e'deki Cannes Film Festivali'ni baştan sona izledim...
Nuri Bilge Ceylan’ın da ödül aldığını biliyorum, en iyi yönetmen ödülü...
Gazetede okumuş, "Helal olsun!" demiş, başka haberlere geçmiştim... Ama dün televizyon yayınını izlerken fark ettim ki, söz konusu başarı, bu kadarla geçiştirilebilecek bir şey değil! Aman Allah'ım kimler yok ki...
Bildiğimiz ne kadar Hollywood yıldızı varsa orada...
Avrupa sinemasının babaları da...
• • •
Ve bizim ülkemizden bir adam çıkıyor Nuri Bilge Ceylan, bütün O Clint Eastwood'ların, Steven Soderberg'lerin, Dardenne Kardeşler'in yarıştığı yerde, onlarla aşık atıyor ve en iyi yönetmen seçiliyor...
Bu isimler büyük isimler...
Jüri başkanı Sean Penn...
Sonra Natalie Portman var o jüride... Ödülü veren Faye Dunaway... İzleyiciler arasında Catherine Deneuve... Robert de Niro, en alçakgönlüllü haliyle röportajlar veriyor, kendi fotoğraf makinesiyle, onu görüntüleyen kameraların fotoğrafını çekiyor...
Bunların hepsi, dünya çapında birer efsane...
Ve işte bin yıldır bildiğimiz bu isimler arasından bir genç Türk sivriliyor.
Ama ben gazete haberlerinde, açıkçası o coşkuyu göremedim.
Tamam 40 gün 40 gece bayram edelim demiyorum ama bir tuhaflık var. Sanki çok normal bir şeymiş gibi davranılıyor, yok sayılıyor. Hak ettiği değeri görmediğini düşünüyorum.
Nedir bu? Gişesi yok diye mi?
Filmleri sadece 26 bin kişi tarafından izlendi diye mi?
"Halkın beğenmediği filmler ödül topluyor. Sıkıcılar ödül alıyor. Biz de onların haberini veriyoruz ama çok da tantana yapmıyoruz..."
Bu mudur?
Valla, size bir şey söyleyeyim bu adamı ister sevin, ister sevmeyin...
Filmlerini ister sıkıcı bulun, ister bulmayın...
O, dünya çapında büyük bir başarı kazandı.
Onu kutsayacaksınız...
Yücelteceksiniz... Ben böyle düşünüyorum... Hatta onu manşet yapacaksınız... Daha geniş kitlelere tanıtacaksınız... Bitmedi...
Ona yatırım da yapacaksınız!
O, ödülü yalnız ve güzel ülkesine adadı.
Bakalım, ülkesi onun için neler yapacak?
Ayşe Arman, Hürriyet, 28.5.2008
..................................
Nuri Bilge güzellemesi
BU zamana kadar katilinden hırsızına, hortumcusundan vurguncusuna her türlü müptezel adamın karşısına "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye haykıranlann çıktığı şu "güzel ve yalnız" memlekette, çok şükür, şimdi Nuri Bilge Ceylan ile gurur duyuyoruz?
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Günümüzün en yükselen değeri haline gelen yaygaracılığın kapısından adımını atmamış, bunu yaparken de.
"Bakın! Bakın! Nasıl da yaygarasız bir adamım" havasını basmamıştır.
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Aşağılık duygusunun etkisiyle, artık neredeyse bir "vahiy" gibi algılanan "Türkiye'ye söversen ödülü kaparsın" tezini yıkmıştır.
O Nuri Bilge Ceylan ki: İki kıytırık övgü için Hıncal türünden adamlara yalakalık yapmaya tenezzül bile etmemiştir. O Nuri Bilge Ceylan ki...
Başarılarının ardından "Söz söylenmez sözüm üstüne" diyerek, kurum ve cakadan ibaret üstat ayaklarına yatmamıştır...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
"Hazım nedir" bilmezlerin yurdunda hazmı öğretmiştir...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Oğuz Atay "Tutunamayanlar" ile ne yaptıysa, Yusuf Atılgan "Aylak Adam" ile ne yaptıysa... Aynısını yapmıştır...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Taşra denilen yerin bezgin, derinliksiz, tekdüze ve kasvetli yönlerini de, dingin, saf, sahici ve sıcak yönlerini de bütün içtenliği ve hakikiliğiyle, en güzel resimler ve hikâyelerle ortaya dökmüştür.
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Uzak'ta "Kendinin bile ücrasında yaşayanlar" için mükemmel bir şiir yazmıştır... "Kasaba"da geçmişleri bir türlü peşlerini bırakmayan insanlann bitmek tükenmek bilmeyen bekleyişlerinin fotoğrafını çekmiştir.
"Mayıs Sıkıntısı"nda Türkiye taşrasından "Vişne Bahçesi" kıvamında pastoral bir senfoni çıkarmayı başarmıştır. "İklimler"de "kaypak ilgiler" ile "zarif ihanetler" içindeki şehrin insanının bestesini yapmıştır...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Sinemada "Türk Dörtlüleri'' diye selamlayabileceğimiz Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu gibi muhteşem yönetmenlere hem ağalık, hem babalık yapmıştır...
Ahmet Hakan, Hürriyet, 28.5.2008
...........................................
'Yalnız ve güzel ülke'
Nuriİ Bilge Ceylan, Cannes Film Festivalinde "En İyi yönetmen" ödülünü alırken, boğazınız düğümlenmedi mi? Ceylan "ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" dediğinde gözleriniz buğulanmadı mı? Uluslararası ödüller peşinde koşanların nasıl taklalar attıklarını, ülkelerine çamur atma karşılığında nasıl taçlandırdıklarını, nasıl fonlandıklarını, nasıl parlatıldıklarını hatırlamadınız mı? Bir tarafta işinin kalitesine bakılmaksızın yalnızca ülkesine hakaret ederek yükselenlerin, diğer tarafta ise kimseden medet ummadan sessiz sedasız işine bakanların karşılaştıkları farklı muamele adalet duygusunu sorgulatmadı mı? Ceylan'ın ödülünü alırken sarf ettiği "ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" cümlesi derinlerdeki yaralarımızın sızlamasına neden oldu. Bu toprağın evlatlarının, topraklarını reddederek, inciterek aldıkları ödüllere sevinememenin üzüntüsü canlandı hafızalarımızda. Diğer taraftan ödül alabilmek için yapılan Türkiye karşıtlığı yarışını öylesine kanıksamışız ki, Ceylan, ödülünü tutkuyla sevdiği ülkesine adadığını söyleyince ekranlarımızın karşında donakaldık. Ülkesine küfredenlerin alkışlandığı bir ortamda kimsenin bu kadar asilce bir meydan okumayla karşımıza çıkmasını beklemiyorduk belki de. Ceylan'ın siyasi görüşünün ne olduğu önemli değil. Onu farklı kılan basamakları ülkesini şikayet ederek çıkmaması. Türkiye aleyhtarlarının nasıl prim yaptığının ortada olduğu bir süreçte kimseye karşı eğilip bükülmeden de başarılı olunabildiğini kanıtladığı için Nuri Bilge Ceylan'a sonsuz teşekkürler...
Ceylan milliyetçi olmakla suçlanıyor (!)
ÜLKESİNİ tutkuyla seven bir yönetmenin ödül almasına biz nasıl şaşırdıysak, ülkesine küfredenleri alkışlayanlar da bir o kadar şaşırdı. Hatta o kadar şaşırdılar ki, şaşkınlıklarından ne söylediklerini ne yazdıklarını bilmiyorlar. Bakın radikal gazetesi Ceylan'ın ödül haberini nasıl veriyor: "...Bugüne kadar hiç Nuri Bilge Ceylan filmi izlemeyen de 'Helal olsun' diyor. Onun sinemasına mesafeli yaklaşanların da yumuşadığını gözlemliyoruz etraftan. Kuşkusuz Ceylan'ı milliyetçilikle suçlamak isteyenler de çıkacaktır. Onlara da Ceylan'ın 2003'te 'Uzak'la kazandığı Jüri Büyük ödülü'nü Yılmaz Güney'e adadığını hatırlatalım" Ceylan'ın en sade ve samimi bir şekilde dile getirdiği vatan sevgisi nasıl bir rahatsızlık yaratmış bu satırlardan anlamak mümkün... Vatan sevgisinden, ülke sevgisinden nasibini almamış olanlar acemice bir telaş içinde, "Ceylan sizden değil" demeye getiriyorlar. Bununla da kalmayıp, Ceylan'ın milliyetçilikle suçlanabileceği gibi olağanüstü absürt bir cümleyi gazetede yayınlayabiliyorlar. Ceylan'ın sinema tekniği ya da siyasi görüşü ne olursa olsun, bizim için önemli olan, kimsenin karşısında ödül uğruna eğilip bükülmemiş olmasıdır. Ama gelin görün ki ülkesini tutkuyla sevdiğini söylediği için "Milliyetçilikle suçlanabilirmiş" (!) Radikal gazetesinin editörleri, Atatürk ilkelerinden biri olan Milliyetçiliğin ne zamandır suç olduğunu açıklamalı. Milliyetçilik suç ilan edildi de bizim mi haberimiz olmadı? Yoksa radikal editörlerinin şaşkınlığı bilinçaltındaki düşüncelerinin satırlara dökülmesine mi neden oldu?
Lale Şıvgın, Tercüman, 28.5.2008
.......................................
"Yalnız ve güzel ülkem"
Nuri Bilge Ceylan'ın o sözleri neden bu kadar içime işledi bilmiyorum.
Yalnız ve güzel ülkem...
Galiba ben de, aynen böyle hissediyorum Türkiye için; güzelliği her bakışımda içimi aydınlatıyor; o mahzun yalnızlığı ise yüreğimi titretiyor.
Herkesin ülkesini sevişi farklı farklı.
Kimisi onu sarıp sarmalayan bir ana kucağı gibi hissediyor vatanını. En zor zamanlarda, en büyük yenilgilerden sonra yara bere içinde koşup sığınabileceği ve yeniden küçük ve aciz bir çocuk gibi olabileceği bir sığınak gibi seviyor.
Kimisi ise onunla hep gurur duymak istiyor; her şeyde birinci olsun, hep en iyisi, en güçlüsü olsun; herkes önünde selam dursun... Güçle ilgili olarak taşıdığı bütün takıntıları onun üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu zorlayan, hırpalayan bir sevgi türü ve kaçınılmaz hayal kırıklığının ardından da öfke geliyor.
Ben çocuğunu bütün zaaflarıyla, günahlarıyla kabullenen bir anne gibi seviyorum Türkiye'yi. Koruyucu, kollayıcı, affedici bir şefkatle seviyorum.
Bazen, buluğ çağında, kimliğini tam bulamamış, ne yapacağı pek belli olmayan bir genç kızın annesinin duyduğu tedirgin sevgiye benziyor sevgim. Onun için hep endişe duyuyorum. Onun kendine zarar vermesinden, kendi kendini incitmesinden korkuyorum. Kendini incittiği zaman da başına kakmak gelmiyor içimden. Gelsin, başını dizime koysun, "üzülme güzelim, bir dahaki sefere... bir dahaki sefere birlikte başaracağız" diye avutayım istiyorum.
Bazen de hayatı acılar içinde geçmiş, kadri bilinmemiş, itilmiş, kakılmış ama çektiklerini kader diye sineye çekmiş, asla isyan etmemiş yorgun, yaşlı bir bilge oluyor.
Ama hep kadın...
Ben onun savaşkan, iddiacı, "erkek" hallerini sevmiyorum. Öyle olduğu zaman uzaklaştığımı hissediyorum.
"Yalnız ve güzel" Evet çok güzel... Her geri dönüşümde onun kimselere benzemeyen o gizemli güzelliğini yeniden keşfedip yeniden hayran oluyorum.
Ama ille de o yalnızlığı nasıl da içime dokunuyor.
Hayatları boyunca hiçbir yere tam ait olamamışlarda, iki arada bir derede kalmışlarda; kendini bir türlü tam olarak anlatamamışlarda, anlaşılamamışlarda görülen hüzünlü bir yalnızlık bu...
Son sevgilisi de "Biz farklı dünyanın insanlarıyız" deyip çekip gitmiş; bir türlü dengini bulamamış soylu güzeller gibi, iki dünyanın arasında bir yerde, bir başına öylece yapayalnız duruyor.
Gülay Göktürk, Bugün, 28.5.2008
.............................................
(...) ama yine de ben en güzelinin bizim için yine Nuri Bilge Ceylan olduğunu düşünüyorum.
Herkes o kadar hemfikirdi ki! Mesleğine aşık insanları o işte "iyi" olduğuna inandırmak pek mümkün değildir. Kimse 3 kere o ödüle layık görüleceğine inanamayabilir ama işte Allah her zaman azmin ve çalışmanın yanında diye düşünüyorum.
Bu 2 senelik ayrılıktan sonra Türkiye'nin bu derece güzel konuşulduğu; süper yorumlar yapıldığı bir Cannes'da olmak harikaydı.
Ama en güzeli; Nuri Bilge Ceylan'ın ülkesine "ama sadece" ülkesine teşekkür eden cümleleri oldu... Böylece umarım bizler de anlamışızdır; ülkesine, Türkiye'sine sahip çıkarak da ödül alınabildiğini...
Yabancıları çok yabancı sanmayın...
Dünya üzerinde sanat, edebiyat ve müzik kadar hakkı yenemeyen başka bir duruş var mı bilemiyorum... Okuyucunun, izleyicinin ve dinleyicinin kalbine girebilirseniz, siz o an evrensel boyuta çıktınız demektir.
Ben o ıslak Cannes sokaklarında; ilk kez üstelik de Fransa'da Türk olmaktan zevk aldım. Üstelik de bu yağmurlu ve yalnız Cannes günlerimde ve gecelerimde VIP partiler hariç hiçbir yere gidemiyor olmamın keyfine vardım sayılabilir. Taksiler; restoranlar; hatta sokaklar bile doluydu ama dolu değil tıka basa doluydu.
işte bir Cannes daha böyle geçti derken; aklımda yine de Faye Dunaway'in elinden ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan ve oturduğu yerde kocasını deli gibi alkışlayan Ebru Ceylan kaldı...
Berna Ertan, Alem, 28.5.2008
................................................
Ceylan'ın aynasındaki Pamuk silueti
Oray Eğin, dünkü yazısında, Nuri Bilge Ceylan'ın ödül konuşmasının kodlarını muhteşem tahlil etmiş. İzlerken, duygulanmış ve benzer şeyleri geçirmiştim aklımdan. İster istemez Orhan Pamuk'un Nobel'i ve ödül konuşması; Ceylan'ın ödülü, ödül konuşmasıyla karşılaştırıldı. Belki ister olarak yapıldı bu karşılaştırma, belki istemez! Ama iki fotoğraf tarihi, kaderi bir cilveyle yan yana geldi. Belki Pamuk'un kendisi bile bu aynaya baktı.
Wittgenstein'ın dediği gibi dilin sınırları dünyamızın da sınırlarını belirler. Dil düşünce ve eylemin ta kendisidir... İster politikadan söz etsin, ister etmesin daima politiktir! Eğin'in de işaret ettiği gibi, Ceylan kısa ama çok şey anlatan konuşmasında, seçtiği sözcüklerle, sayfalarca süren bir kitapla ya da saatlerce konuşularak anlatılacak bir gerçeği, şiirsel imgelem tadındaki cümleleriyle özetleyerek, en vurucu şekliyle Cannes'daki ödül töreninden dünyaya bıraktı.
Nuri Bilge Ceylan 'kendine ait bir oda'sı olan sinemacılardan. Popüler kültür kodlarına takılmadan işini, tutkuyla yapıyor. 'Hak bildiği yolda yalnız ilerleyen', işini tutkuyla yapan insanları hep sevmiş, kendim de öyle olmayı murad etmişimdir...
Ödül konuşmasının böylesi ön plana çıkarılması, Ceylan'a haksızlık belki, ama bu, onun sinemasıyla olduğu kadar, bu konuşmasıyla da tarihe geçtiği gerçeğini değiştirmiyor.
Ceylan, usta bir edebiyatçı gibi özenle seçmiş 'yalnız ve güzel' sözcüklerini. Ve bu çarpıcı betimlemeye de 'tutkuyla sevdiğim' cümlesini eklemiş. Birisi bir şeyi sevdiğini belirtiyorsa bu başka bir şeydir, 'tutkuyla' sevdiğini belirtiyorsa, bu daha başka bir şeydir.
Fransa gibi, özellikle son dönemlerde, Türkiye karşıtı politikalarla ön plana çıkan bir ülkede Ceylan'ın bu sözleri, en etkili mesajlardan biridir, dünyaya geçilen.
Eğin'in işaret ettiği gibi, Avrupa Birliği'ne, onun Türkiye'yi yalnız bırakışma bir göndermedir.
Konuşmada geçen 'güzel' sözcüğüyle ise; bu yalnız bırakılışa rağmen, gururlu ve kendinden emin bir ülkeden söz eder, alt metinde. Terkedilmiştir ama gene de güzeldir ve tutkuyla sevilmektedir.
Bazen böyle törenlerde, ödül alan kişi, ödülünü alırkenki konuşmasında,, yapımcısından ailesine, yapıtta emeği geçen herkesi sayar döker, teşekkür ederken... Konuşma uzar, insanlar sıkılır, kimse kendisini orada hissedemez. Ama Ceylan bu kısa konuşmasında, bütün bir ülkeden bahsederek aynı zamanda, sevgili eşine, yapımcısına, oyuncularına, ona bugüne değin destek olmuş herkese şükranlarını sunabilmiştir!. Çünkü herkes o ülkenin içindedir...
Bütün yüzleriyle, tarihsel kişilikleriyle, farklı etnik kökenleriyle, farklı yaşam biçimleri ve inanışlarıyla birlikte yaşamayı başarmış ve buna murad eden herkesten, hepimizden bahsedilmektedir. Ceylan'ın lise öğretmeni de o konuşmayı sahiplenebilir, benim bakkalım da... Güzelliği ve gücü buradadır! Gerçek böyle güzel ve ideal olmayabilir, ama sanatçı ütopyadan vazgeçmez... Aslında Ceylan da tıpkı Nazım gibi, ülkesinin hatalarını gören, eleştiren ama buna rağmen onu sevmeye devam eden, bir geleneği sürdürmektedir! Teşekkürler ışık saçan Bilge Ceylan sevincine ortak ettiğin için!
Aycan Saroğlu, Akşam, 28.5.2008
...............................................
'Banal' gerçekler, 'heyecanlı' fanteziler
Benim tat aldığım, severek izlediğim filmlerin çizgisinde işler yapmamasına rağmen Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı çalışmaları ve kariyerini ilgi ve merakla izliyorum. Serde herhalde bir miktar milliyetçilik olduğundan Cannes da ödül almasına çok sevindim. Ödül gecesi Ceylan, mükemmel bir duruş sergiledi.
Yaptığı kısa konuşma da son derece anlamlı ve dokunaklıydı.
Fakat Nuri Bilge Ceylan'ın bu kısacık ithaf konuşmasının sadece bir bölümü medyaya yansıdı.
Ne hikmetse diğer bölümünü pek kimse anmak istemedi. Ne demişti Nuri Bilge Ceylan?: "Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum." Bakın haberlere, medyaya, sadece şu cümleye rastlayacaksınız: "Bu ödülü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum." Niye böyle yapıyorlar sizce? Bir insanın ülkesini tutkuyla sevmesi çok mu 'banal'? Solculuğa sığmıyor mu? (...)
Ali Saydam, Akşam, 28.5.2008
.....................................................
Benim yalnız ve güzel ülkem
Nuri Bilge Ceylan bize umut verdi.
Tek bir cümle ile umudu kırık ruhumuzu yıkadı.
Burası bizim vicdan coğrafyamız.
Tükenmiş Batı'ya bu coğrafyanın ne olduğuna dair kısa ve öz, tek bir cümle ile kudretli bir sonsuzluk türküsü okudu.
İçimizdeki hainlerin azgın köpek salyaları gibi köpürdüğü bugünlerde ihtiyacımız olan bir nefesti.
Nuri Bilge Ceylan nefesi tükenenlere tertemiz bir hava üfledi.
Ortak aşkımızın ılık ve kutsal ruhundan bir nefeslik hava...
Bosna'dan Bağdat'a, Diyarbakır'dan Kabil'e Müslüman kanı döken gözü dönmüş katillerle işbirliği yapan; kendi halkını aldatan bu çeteye karşı durmamız şart.
Her yanımızı her şekilde ahlaksızca kuşatan bu hainlere taş atacağız.
O taşlar kelimelerimiz olacak.
Namuslu ve vicdanlı edilmiş tek bir cümle neleri sarsabilir?
Namussuz ve vicdansız her şeyi ve herkesi...
Bu coğrafyayı aşağılayarak "Batı"nın gözüne giren Orhan Pamuk'u yere göğe koyamayan o liberal aydınlara bakıyorum Nuri Bilge'nin bu çıkışı karşısında sus puslar.
Neden?
Utancınızdan mı acaba? Yoksa...
Tutkuyla sevilen yalnız ve güzel bir ülkeye sahip olamamak mı sorun acaba?
Haftalardır olan bitene, yazılan çizilene bakıyorum.
Tavrınız hainliğinizin tescilidir.
Bir tarafta "bir başka türden" darbe yapmaya kalkışan vizyonsuz, basiretsiz, halkından kopuk örümcek kafalı adamlar...
Öbür tarafta küresel bir çeteye yamanmaya çalışıp artık işi birbirinden rol kapmaya götüren ve Müslümancılık oynayan hainler...
Ve bu tabloda daha da acıklı halde olan kim biliyor musunuz?
Halkını namuslu bir şekilde aydınlatmak ve bu ülke için bir şeyler yapmak yerine "kıyakçılık" yapan aydınlar.
"Kıyakçılık nedir bilir misiniz?
Anadolu'da kavruk kalan inekleri döllemek için boğa getirirler ama boğa bir türlü o devasa cinsel organını hayvanın içine sokamaz.
"Kıyakçılar çağırılır hemen.
Bu adamlar elleriyle o devasa organı kavruk ineğe sokuverirler.
Fethullah Gülen medyası ve AKP medyasında yazan çizen bazı "aydın" kalemlere bakıyorum da siz işte tam da busunuz.
Sizler "kıyakçı"sınız.
Benim güzel ve yalnız ülkemi hem içeriden hem dışarıdan iğfal etmek isteyenlerin kıyakçıları.
Serdar Akinan, Akşam, 28.5.2008
..................................................
Bütün yollar sinemaya çıktı
Yaz tatillerinde dünyayı dolaşan bir gençtir. Uzun süreli bir macera için Londra’nın yolunu tutar. Ve rotası, o günlerde eline geçen bir kitapla çizilir. Himalayalar kitabıyla terk eder Batı‘yı. Oysa bütün yollar aynı yere varacaktır sonunda, sinemaya...
Boğaziçi Üniversitesi mezunu, elektrik mühendisi bir genç... Mesleğini yapmak hiç yok aklında, ne istediğini bildiği de söylenemez, Londra sokaklarında dolanmakta. Boğaziçi yılları onu geleceğinin ‘Batı’da olduğuna inandırmış, o da bu umudun peşine düşüp gelmiş. Fotoğrafçılık, bulaşıkçılık, hatta zaman zaman market hırsızlığı yaparak geleceğini aramakta...
Ve yakalanır bir gün, on beş yaşında bir çocuk tutup kolundan dışarı atar onu... Gururu incinir, aşağılandığını hisseder çok. Sokakta kimseyi görmeden yürürken bir aynada yüzünü görür, ilk kez bu kadar ‘maskesizdir’. İçindeki anlamsızlık duygusuna deva olsun diye geldiği şehir yabancı görünür gözüne birden. Onun geleceği ‘Batı’da değildir galiba...
Ve Nuri Bilge Ceylan’ın rotası, o günlerde eline geçen bir kitapla çizilir. Himalayalar üzerine bir kitaptır bu ve derhal yola düşüp Nepal’e gider. Geleceğini ‘Doğu’da aramaya... Oysa bütün yollar aynı yere varacaktır sonunda, sinemaya...
26 Ocak 1959’da İstanbul Bakırköy’de dünyaya gelir Nuri Bilge Ceylan. Ama çocukluğu baba yurdunda, sonradan ilk filmlerinin platosu olacak Çanakkale’nin Yenice kasabasında geçer. Ziraat mühendisi babası Mehmet Emin Ceylan, Amerika’da öğrendiği tarım teknikleriyle doğup büyüdüğü topraklara yararlı olmayı kafasına koyduğundan 1961’de ailesini alıp döner kasabasına. Köy köy gezer, kahvelerde gece yarılarına kadar tarım teknikleri anlatır.
Nuri Bilge Ceylan için ise sonradan fotoğraf sanatçısı olacak ablası Emine Ceylan ile birlikte ağaçlara tırmanarak, avcılıkla, çete savaşlarıyla geçen özgür bir çocukluk demektir Yenice. Yazlık sinema, Cüneyt Arkın filmleri ve divanda okunan çizgi romanlar da tabii... Mister No’nun gönlündeki yeri ayrıdır. Aldatılabildiği, icabında dayak yediği, kazandığı kadar kaybedebildiği için...
Ablası ortaokulu bitirdiğinde bu mutlu günler de sona erer, Yenice’de lise olmadığı için İstanbul’a dönerler. Ceylan dördüncü sınıftadır. Babası tayinini çıkaramadığı için İstanbul’da uzun süre onsuz ve bir hayli yoksul bir hayat sürerler. Yenice’nin yeşili gitmiş, yerine durmadan tüten ve annesinde farenjit bırakan sobayla anacağı yıllar gelmiştir.
En büyük kâbusu R’lerdi
Bir de hikâye hatırlar o günlerden... R’leri söyleyemediği için ‘Bilge’ adını kullandığını, bir gün edebiyat öğretmeninin “Bu kız ismi” diye onunla dalga geçtiğini, o gece sabaha kadar çalışıp ‘R’ meselesini çözdüğünü... En büyük kâbusudur ‘aşağılanmak’, her şeyi yaptırabilir ona. R’leri de söyletebilir, hayatını değiştirip yollara da düşürebilir... Fotoğrafla lisedeyken tanışır. Hayatını, pek çok kritik anda bir kitap belirleyecektir, bu da bunun ilk örneğidir. Komşuları 15. yaş gününde fotoğrafla ilgili bir kitap hediye eder ona.
Karanlık oda eğlenceli bir oyun gibi görünür gözüne ve evdeki makineyle ufak ufak fotoğraf çekmeye başlar. Ama o zamanlar “İnsanın bir mesleği olur, bunlar yan etkinliklerdir” cümlesine inandığından mühendislik fakültesine girer. Sekiz senede ite kaka bitirdiği üniversitede de fotoğrafa devam eder, bol bol film izler. İçine sinema ateşini düşüren Bergman’ın “Sessizlik” filmini 16 yaşındayken Sinematek’te izlemiştir zaten: Onun fotoğraftaki dünyasına benzer bir atmosfer keşfetmiştir filmde. Üniversitede de keşifleri sürdürür, onu etkileyen diğer yönetmenlerin dünyasıyla tanışır ama hâlâ sinema çok uzak bir hayaldir.
Her şeyden önce sosyal bir insan olmadığı için, tek başına yapabildiği fotoğrafın kendisine daha uygun olduğunu düşünür... Yaz tatillerinde otostopla ya da bisikletle dünyayı dolaşan bir genç olarak mezun olunca da daha uzun süreli bir macera için Londra’nın yolunu tutar. Bu, o ana kadar sorgulamadığı bir kader gibidir onun için...
İstikamet tersine döndü
Ama işte gide gide istikamet tersine döner sonunda. Elinde Himalayalar kitabıyla terk eder Batı’yı. Dağ tepe 400 kilometre yürür ‘anlam’ın peşinde. Ama bakar ki bu kez seyahat derman değil derdine. Bir Budist tapınağından dağları seyrederken fark eder Türkiye’yi ne çok özlediğini... Ve kararını verir: Dönüp askere gidecektir.
Mamak’ta askerlik yaparken hem kaçtığı hem ihtiyaç duyduğu disipline kavuşur ve müthiş zengin bir insan mozaiğiyle karşılaşır. Sinemacı olmaya da bu dönemde karar verir. Hem de gene bir kitap sayesinde: Roman Polanski’nin “Roman”ı. Askerlik bitince İstanbul’a gider ve reklam fotoğrafları çekerek hayatını kazanırken bir yandan da tekrar sınava girip Mimar Sinan Sinema Bölümü’nü kazanır. Okulun en yaşlı öğrencisidir ve artık acelesi vardır işe başlamak için. İki senenin sonunda “Bu kadar yeter” deyip sahalara atar kendini.
Arkadaşı Mehmet Eryılmaz’ın kısa filmi için kamera karşısına geçer önce. Bir yandan işin bütün aşamalarını öğrenir ve sonunda o filmin çekildiği eski kamerayı satın alır. Ucuza eski Rus filmleri de bulur bir yerden ve başlar ilk çekimlerini yapmaya...
Artık ‘ertelemek’ için bahanesi kalmamıştır. Ve sinemacı olmaya karar verişinden neredeyse 10 yıl sonra, 1995 yılında senaryosu olmayan, Yenice’de annesi ve babasını oynatarak çektiği 20 dakikalık ilk filmi “Koza” ortaya çıkar.
“Kendimi fırlatır gibi başladım çekmeye” dediği film, Cannes Film Festivali’ne kabul edilir.
Artık üzerindeki ölü toprağını silkelemiş, kendine güveni gelmiş, her şeyden önemlisi yolunu belirlemiş bir sinemacıdır. Son derece kişisel bir serüvendir onunki. Formülü, düşük bütçe, kısıtlı ekiptir. İlk iki filmini iki kişiyle çeker, sonrasında bu sayıyı beşe çıkarır.
“Koza” gibi Çehov’a selam çaktığı “Kasaba”yı da, ilk renkli filmi “Mayıs Sıkıntısı”nı da Yenice’de çeker ve çoğu akrabası olan amatör oyuncularla çalışır. Böylece ne fazla sosyalleşmesi gerekir ne de kimseye hesap vermesi... Hikâye hiçbir zaman önemli olmaz onun sinemasında. Sıradan insanların yaşadığı sıradan olaylarla ilgilidir... Bir filmi iyi yapan detaylardır ona göre, bir de gerçekçilik.
Daha yola çıktığı andan itibaren filmleri yurtdışı festivallerinde baş tacı edilir ve ödüle boğulur. Ama tabiidir ki ülkesinde, durağanlık ve sıkıcılığın öbür adıdır bir “Nuri Bilge Ceylan filmi”. Bu anlamda gerçek bir markadır hatta. O ise sıkıcı kabul edilmekten gocunmaz, “En sıkılarak izlediğim filmler sonradan hayatımın filmi olmuştur” der.
Yolun sonunda mutluluk
Dördüncü filmi “Uzak”, sayısız ödülünün yanı sıra 2003 Cannes Film Festivali’nde de Jüri özel ödülünü alır. Ceylan ödülü Yılmaz Güney’e ithaf eder...
Başarıları, ödülleri birbirini kovalarken onun sinemaya bakışında bir değişiklik olmaz. Hayran olduğu yönetmen Ozu’yu örnek alır kendine, hep aynı objektifle adeta aynı filmi çeken ve elindeki olanakların tümünü kullanmayı reddeden... Bresson’un sözünü de hiç unutmaz:
“Olanaklarım arttıkça yapabileceklerim azalıyor.”
2006’da beşinci filmi “İklimler”i çeker. Hem de bu kez karısı Ebru Ceylan ile birlikte kendisi de oynar filmde. Cannes bu kez FIPRESCI ödülüyle yolcu eder Ceylan’ı. Daha pek çok yurtiçi ve yurtdışı festivallerde ödüller yine “İklimler”in olur o sene. Ceylan, ne Doğu’ya ne Batı’ya, doğrudan sinemaya varan yolunda kararlı adımlarla yürüyor on küsur yıldır. 2008, Cannes’la flörtünün mutlu sona ulaştığı, En İyi Yönetmen Ödülü’nü kucakladığı yıl oldu. Bir cümleye çok anlam sığdırdığı teşekkür konuşmasıyla da kalpleri bir kez daha fethetti.
Güzel bir ülkenin kendini yalnız hisseden insanlarının yüzünü güldürdü “Üç Maymun”... Ceylan’ın ‘anlam’ı yollarda aramasına gerek kalmadı artık...
Asu Maro - Bir Portre, Milliyet, 28 Mayıs 2008
...................................................
Güzel ve Yalnız
‘Üç Maymun’ filmiyle Cannes’da ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan Türkiye’de günün adamı...
Aldığı büyük ödülle değil.
Çünkü o zaten ödüllerin yönetmeni. Bu, aldığı ilk ödül değil ki... Beş yıl önce de, iki yıl önce de ödüllerle döndü.
Ödül töreninde yaptığı konuşma ile konuşuluyor Ceylan.
***
Özlü sözleri oldum olası severim. Aslında herkes sever. Birkaç kelimede düşünceyi, duyguyu anlatabilmek ne güzeldir... O düşünceyi, o duyguyu isterseniz kitaplar dolusu yazılarla, saatler dolusu konuşmalarla anlatmaya gerek kalmaz artık.
Birkaç kelime yeter.
Ceylan ödül töreninde özlü konuştu: “Kazandığım ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum.”
Sadece on kelime.
On kelimede kitaplar dolusu anlam... Duygu, düşünce...
***
Yabancı medyanın gözü onun üzerindeydi. Dünyada büyük yönetmen olarak tanınıyordu. Avrupa kültür, sanat, sinema dünyası onu iyi biliyordu. Belki, daha önce başkalarından duydukları birkaç kelimeyi ondan da duymak için ağzının içine bakıyorlardı. “Türkiye şu kadar adam astı, bu kadar adam kesti” dediği anda flaşlar patlayacak, kameralar hareketlenecek, televizyonların ve gazetelerin haber merkezleri ayaklanacaktı.
Öyle bir şey demedi?
Öyle bir şey demedi de, ülkesini göklere mi çıkardı. Hamaset mi yaptı?
‘Lider ülkem’ de demedi.
‘Büyük ve güçlü ülkem’ de demedi.
Ne dedi?
‘Yalnız ve güzel ülkem’ dedi.
Tam gerçeği dile getirdi. Ödülünü ‘yalnız ve güzel ülke’sine adadı. ‘Yalnız ve güzel ülke’sini tutkuyla sevdiğini söyledi. Ülkesini yalnız bırakmak için, bırakınız tarihini, değerlerini, insanlarını, taşını toprağını bile aşağılayanlara inat... ‘Türkiye’ deyince, ‘ülke’ deyince, ‘yurt’ deyince dudak büküp burun kıvırtan Türklere inat... ‘Ülkemi ne kadar kötülersem, dışarıda o kadar prim yaparım’ diyenlere inat... Ülkesini sevmenin uluslararası ödül almaya engel olmadığını kanıtlayarak...
***
Nuri Bilge Ceylan, sözleriyle Türkiye’nin gönlünü fethetmekle kalmadı. Bir cümleyle, oturup düşünmenin yolunu da açtı.
Hem ‘güzel’ hem ‘yalnız’ olmanın sancısını belki herkesin hissetmesini istedi. “Üç Maymun’u oynamayın” dedi. “Hem ‘güzel’ hem ‘yalnız’sanız, ortada bir yanlış vardır” dedi.
Ceylan’ın sözlerinden sonra oturup düşünmek gerekmez mi? Çağdaş ükeler ailesinin bir üyesi olmak için yola çıkan ve bu yolda çok büyük mesafe kat eden Türkiye, bugün neden yalnız bir ülke?
Güzel ve yalnız?
Yalnız olmak kötü.
Hem güzel hem yalnız olmak daha da kötü.
Hikmet Bila, Cumhuriyet, 28.05.2008
............................................
Ulusunun yüzünü kızartan yazar...
Cannes’dan En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönen Nuri Bilge Ceylan’ın, ‘Bu ödülü yalnız ve güzel ülkem için alıyorum’ sözü çok tartışıldı.
Bu sözü en anlamayan kişi, kendisine ‘okumuş’ süsü veren yönetmen Abdullah Oğuz’du; Ceylan, ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ diyesiymiş.
Daha neler!
Bence, Ceylan’ın sözü, iç ve dış müstevlilere ince bir göndermeydi.
Dış müstevlileri biliyoruz da... ‘İç müstevli’ nedir ve kimlerden oluşmaktadır?
Bunu da, en iyi, Nuri Bilge Ceylan ve bu satırların yazarı biliyor.
En iyisi baştan başlayayım:
Öyle aman aman bir sinema tutkunu değilim ama, Nuri Bilge Ceylan sinemasını seviyorum.
Söylemesi ayıptır, çektiği her filmi izledim. Fotoğraflarıyla katkıda bulunduğu ‘Taşraya Bakmak’ kitabını ve yine ‘Mayıs Sıkıntısı’ filminin oluş serüvenini anlattığı kitabı (ve tabii senaryosunu) okudum.
Bir görüntü fenomeni olan ‘Uzak’ı, ilk gösterime girdiği günlerde, 25 kişilik bir cep sinemasında izlemiştim. Koltukların yarısı boştu. At kuyruklu bunalımlı orta yaşlı birtakım herifler ve ‘cool’ olmaya özen gösteren gençler... Bir de, üçüncü sınıf bir Yeşilçam yönetmeni vardı; ‘Bakalım bu entel çocuk ne çekmiş’ kıskançlığıyla oturuyordu koltukta!
Nuri Bilge Ceylan sinemasını seviyorum sevmesine de...
Biraz yadırgıyorum.
İçinde ‘yerlilik’ namına bir gram malzeme yok.
Bu kadar mı ‘yabancı’, bu kadar mı ‘uzak’ olunur?
Neyse, sonuçta iyi bir yönetmen...
Biliyorsunuz, ‘Uzak’, Cannes’da ikinci büyük ödül sayılan ‘Jüri Büyük Ödülü’nü almıştı. Filmin başrol oyuncuları Muzaffer Özdemir ve (rahmetli) Mehmet Ali Toprak da En İyi Erkek Oyuncu dalında ‘Altın Palmiye’ kazanmışlardı.
Uzaklığın ve yabancılığın dibe vurduğu ‘İklimler’ ise geçen yıl, Film Eleştirmenleri Derneği (Fipresci) ödülünü almıştı. Üstelik, Almodovar, İnarruti, Loach gibi devasa yönetmenlerle yarışarak...
İşbu Nuri Bilge Ceylan, ‘içeride’ de bazı ödüller aldı.
1999’da, ‘Mayıs Sıkıntısı’yla Sinema Yazarları Derneği’nin en iyi film ve en iyi yönetmen ödülünü aldı. Antalya Altın Portakal Yarışması’nda da en iyi yönetmen ve en iyi ikinci film ödüllerini kazandı.
Filmin tüm oyuncuları ‘Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldüler. Artan ödüller de Zeki Demirkubuz’a pay edildi.
Kendisini ‘gözlem köpeği’ ilan eden Ertuğrul Özkök, o günlerde, ödül töreniyle ilgili bir ‘gözlem yazısı’ kaleme aldı ve aynen şunları söyledi:
‘Televizyonda ödül törenini izlerken çok üzüldüm. Her şeyden önce o sahnede muazzam bir ikiyüzlülük gördüm. Sanatçı beyefendi ödül kazanmış, sahneye davet ediliyor. Sanki büyük bir favör yaparmış havasında sahneye geliyor. Verilen ödül sanki bir angarya. Yüzünde ilgisiz bir ifade, lütfen iki kelime ediyor. Ağzında yapış yapış bir ciklet. Üzerinde rengi kaçmış bir tişört, haftalardır yıkanmamış bir blucin, biraz daha insaflısı ütüsüz bir gömlek ve ondan ütüsüz bir pantolon. Kimi sakal bırakmış. Hadi ona sözüm yok. Ama kimisi de sırf bunun için, bize inat üç günden beri tıraş olmamış. Ödülü yan cebine koymuş, pejmürdeliğin sınırında volta atıyor.’
Özkök’ün kastettiği sanatçılar Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’du.
İkidir bu olayı hatırlatıyorum.
Neden?
Birincisi, ‘unutulmasın’ diye.
İkincisi...
Her iki yönetmen de, bugün, uluslarının yüzünü ağartacak işler yapıyor.
Kendisini ‘gözlem köpeği’ ilan eden Özkök ise, darbelere meşruiyet arayan yazılar yazıyor ve ulusunun yüzünü kızartıyor.
Ahmet Kekeç, Star, 28.05.2008
..............................
Yalnız ama güzel..
Türkiye sözde "aydınlarının" ihanetini o kadar kanıksamış ki, özellikle ülke dışında elde edilen "başarılardan" herhangi bir övünç ve gurur duyma gibi hislerini neredeyse terk eder hale gelmişti.
Çünkü, Türkiye'de "aydın" olarak "entelektüel hegemonya" ilişkileri içinde yer almanın gerek şartı; ülkeye, millete ve devlete küfretmektir.
Bu ülkenin ve toprakların iklimine, tarihine, kültürüne ve hasılı bütün birikimine düşman olmaktır.
Söz konusu çevrelerde "muhalif olmanın" anlamı da bundan ibarettir.
Esasında bu davranışın psikolojik kökenlerinde, "soyunarak meşhur olma" içgüdüsü ile paralellik vardır.
Her ikisinde de "aykırı bir şeyler yaparak" kısa yoldan şöhret olmak gibi bir kolaylık söz konusudur.
Geçtiğimiz Pazar günü 61. Cannes Film festivalinde Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan, "Üç Maymun" isimli filmiyle katıldığı yarışmada "En iyi yönetmen" ödülünü aldı.
Nuri Bilge Ceylan'ın törende yaptığı konuşmada ödülünü "yalnız ama güzel ülkesine" ithaf etmesi bir anda herkesi şaşırttı ve duygulandırdı.
Şaşırtması, Türk toplumunun "aydınların" bu tür uluslararası başarılarda ülkesini değil övmek, yergi ve hakaretlerde bulunmasına alışkın olmasıdır. Yani bu tür "jestler" beklememesidir.
Duygulandırması ise, Nuri Bilge Ceylan'ın ödülünü ithaf ederken sergilediği naiflik, duruluk ve sadeliktir.
Hiçbir yapaylığa kaçmadan, duygularını samimice açıklamasıdır.
İsminde olduğu gibi "bilgece" bir tavır göstermesidir.
Nuri Bilge Ceylan'ın şimdiye kadar olan filmleri, gişe rekorları falan kırmadı. Hatta çoğu insanımız Nuri Bilge Ceylan ismini ilk kez Cannes'deki ödül nedeniyle duydu. Daha önce yaptığı üç film de Cannes'te ödül almıştı ama Türkiye'deki "yükselen değerler" böyle bir yönetmenin varlığının hissedilmesi ve filmlerinin gişe rekorları kırmasına izin vermedi.
Halbuki, Kasaba ve Uzak filmleri, piyasada yönetmen diye geçinenlere sinemacılık öğretecek kalitedeydi.
Buna rağmen Nuri Bilge Ceylan kısa yoldan şöhret olmak gibi bir davranış bozukluğunu seçmedi.
Asil ve bilgece duruşunu hiçbir zaman bozmadı.
Sabırlı bir şekilde yoluna devam etti ve şimdi de Türk milletinin gönlünde taht kurdu.
"Yalnız ama güzel" sıfatlarıyla nitelendirdiği ülkesinin vazgeçilmez bir değeri haline geldi.
Şimdi Nuri Bilge Ceylan, nitelendirdiği ülkesinin sıfatlarıyla kaimdir artık: Yalnız ve güzeldir! Ülkesine küfrederek yabancılardan ödül ve destek almayı "kestirme yol olarak" görenlere de büyük bir ahlaki ve mesleki ders vermiştir.
Birileri belki Cannes'teki törenden sonra kendilerinden utanmışlardır!
Orhan Erdil, Anayurt, 29.5.2008
.................................................
Benim güzel ve yalnız ülkem
Kime sorduysam etrafımda aynı şeyi söyledi. ‘Gözlerim doldu’. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Tutkuyla bağlı olduğum yalnız ve güzel ülkem’ sözü neden hepimizi böyle duygulandırdı?
Bir samimiyet batağına saplandık. Herkesin iki görüşü var. Bir kendi, bir resmi. Hangi saftan olursa olsun.
-
Bu kadar yalın ve samimi bir sevgi ifadesinin olabileceğini gösterdiği için.
- ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ sözündeki ırkçı bakış açısına hümanist bir açılım getirdiği için.
- Vatan, Millet, Sakarya hamaseti dışında da ülkeyi sevmenin büyük bir erdem olabileceğini gösterdiği için.
- Popülist olmadan, ona buna yavşamadan, kendi bildiğini yaparak başarılı olan birinin zarafeti için.
- ‘İti ite kırdırmak’ sazanlığına hep düşüldüğünü gösterdiği için.
- Bu ülkeyi hep çok severmiş gibi yapanların maskesini düşürdüğü için.
- Entel dantel olmakla eleştirilenlerin de ülkesini çok sevdiğini gösterdiği için.
- İmkansız diye bir şey olmadığını gösterdiği için.
- Hayal kurmayı özgürleştirdiği için
Mustafa Hoş, Star, 29.05.2008
....................................................
Ödül pek açmadı!
Bir Türk yönetmen dünyanın en büyük film festivalinde olağanüstü bir başarı kazandı... Nuri Bilge Ceylan sinema sanatının zirve noktasından selamladı tüm dünyayı... Ne var ki bizim medyada bu konuda pek coşku gözlenmedi.. Ortalık sus pus..
Acaba neden?
Yoksa “Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkem Türkiye’ye adıyorum” mesajı bazı sanat çevrelerinde şok mu yarattı? ABD’deki lobilere selam göndermek dururken... “Güzel ülkem” diyerek “aşır yurtsever”! bir tavır sergilediği mi düşünüldü... “Yalnız ülkem” diyerek AB’ye sitem mi yolladı? Keşke şöyle ucundan kıyısından “parti kapatmayı protesto” anlamında bir şeyler mi söyleseydi? Ya da halkların kardeşliği, barışçı çözüm, falan gibi lastikli mesajlar daha mı iyi giderdi? Ne bilelim yani... Bir burukluk var da havada...
Melih Aşık Milliyet, 29.5.2008
.....................................................
Diplomasi durağında kalakaldık!
Cannes daki ödülünü "Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" diyerek alan yönetmen Nuri Bilge Ceylan bir anda kahramanlaştı.
Günlerdir bütün gazeteler, televizyonlar, yönetmenin bu asaletli davranışından söz ediyor övgüyle.
Ve neredeyse bütün köşe yazarları; "Hepimiz Nuri Bilge Ceylan'ız" telaşındalar.
Alkışın ardı arkası kesilmiyor.
Milliyetçilik duyguları tavan yaptı herkesin.
Biri çıkıyor, asaletli bir tavır sergiliyor. Sonra niyeyse bu ülkenin yalnız ve güzel olduğu ancak insanların kafasına dank ediyor.
Yine herkes biri oluyor.
•••
Hiçbirine itirazım yok.
Ne Ceylan'ın asaletine.
Ne de o asaletin arkasından yükselen desteğe.
Aksine bir alkış da benden hepsine.
Ve fakat...
O kürsüden söylenen satırların aslında ne kadar manalı.
Ne kadar diplomatik.
Ne kadar politik.
Ne kadar ağır mesajlarla dolu.
Ne kadar adrese teslim olduğuyla ilgilenmeyip.
Kuru alkışlarla yetiniyoruz ya.
Sindiremiyorum.
•••
Ceylan'ın çıkışı sadece ve sadece "helal olsun"luk bir iş değildi.
Kaldı ki. O çıkışın arkasından mutlak bir siyasi adım da pekâlâ atılabilirdi.
Kültür elçiliği denen bir şey varsa gerçekten ve bu insanlar taaa oralara sadece sanat adına girmiyorlarsa.
Oralardaki lobilerin semereleri buralarda pişiriliyorsa.
Bu ülkenin yönetenlerinin, yurtdışındaki benzer organizasyonları desteklemelerindeki temel sebep
o organizasyonlar marifetiyle oluşacak platformlarda yürütülen lobi çalışmalan değilse...
Eyvallah!
•••
Ama biliyoruz ki.
Benzer organizasyonların tümü, sadece bu ülke için değil, bütün ülkeler için birer diplomatik duraktır.
O duraklarda tanışılır birileriyle.
O duraklarda kurulur kimi ilişkiler.
O duraklarda yapılır kimi anlaşmaların kulisleri, O duraklarda atılır kimi ortaklıkların imzaları. O duraklarda kurulur kimi meselelerin lobileri...
Ne var ki biz o durakta sadece önümüzden geçenin ihtişamına kapılıp, alkışı patlattık. Sonra da işimize baktık.
•••
Bu ülkenin tarihini bir parça bilenler fark edeceklerdir ki, bir imparatorluktan bir Cumhuriyet yaratmanın sırrı; elbette gücü, kararlılığı ve inancı doğru kullanmaktan geçmişti ama, yabancı ülkelerle yürütülen ilişkilerdeki nirengi noktasının her daim kontrol altında tutulması da o gücü perçinledi.
Büyük Önder'in yabancı ülkelerin temsilcileriyle yaptığı görüşmeleri tekrar tekrar okuyunuz.
Ne meydan okumaktan çekinmiş, ne işbirliklerinden, ama hiç bir zaman bir başkasının boyunduruğu altına girmeyi kabul etmemiş.
Her seferinde güçlü tarafın bu ülke olduğunun altını kalın kalın da çizmiş.
Döneminin bütün yabancı siyaset adamlarının hayranlığını kazanmış olduğunu sanırım bilmeyen yoktur.
•••
Peki şimdi sormalı.
Bugünün diplomatlarının yahut siyasetçilerinin, cesaretle atılmış böyle bir adımın arkasından gitmelerini engelleyen ne?
Yahut ellerini güçsüzleştiren?
Diplomatik zaferlerle dolu tarihimiz olamayacağına göre.
Ekonomik hezimetlerle dolu geçmişimiz olabilir mi?
Devrimde Gürler, Olay, 29.5.2008
.......................................................
Tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme...
Uzun uzun seneler önce dünyanın çok uzaklarında bir ülke varmış.Bu ülke öyle bir ülkeymiş ki, kendi içinde çırpınmaktan, kendi içinde çekişmekten fırsat bulamamış kendini anlatmaya. Hep onun yerine başkaları anlatmış, hep o susmuş başkaları konuşmuş. Herkesin içindeyken bile susmuş, yalnız kalmış, hep "o" ülke olmuş. Olmadık şeyler söylenmiş onun için, olanları da "bu kadarda olmaz" dedirtircesine anlatılmış cümle aleme. O hep susmuş, hep dışarıda kalmış herkesin içinde yaşarken. Bulamamış kendini anlatmaya fırsat, bazen de anlatacak fırsatı olanlarını kendi susturmuş. Her söylentiye laf yetiştirememiş, kimi zamanda laf yetiştimeye çalışırken, kendi içinden kendisini anlatabilecekleri yetiştirememiş. Gel zaman git zaman cebelleşirken kendisiyle, konuşmaktan çok yazan birisi çıkarmış kendi içinden. Öyle yazıyormuş ki o vatandaş, herkeste merak ediyormuş ne yazdığını. İlk kez "o" ülkeden birisinin yazdıklarını merak etmişler, okumuşlar yazdıklarını, beğenip takdir de etmişler. Kendilerinden çıkan büyük yazarlarla bir tutmuşlar. O ülkenin vatandaşları sevinmiş, ama sevinçleri kursaklarında kalmış. Gurur duymuşlar ama gögüslerini gere gere sokakta dolaşamamışlar. Başları öne eğilmiş, bizi bizden iyi kimse anlatamaz derken, bizden biri böyle mi anlatmalıydı bizi diye kara kara düşünür olmuşlar. Düşünürken başları iki ellerinin arasında daha da eğilmiş. Çok geçmeden başka birisi çıkmış, ben size gösteririm ne demekmiş o ülkede yaşamak, o ülkeden birisi olmak, o ülkeli olmak. Almış eline kamerasını kah deklanşörüne basmış kah kayıt düğmesine. O ülkeyi önce kendi vatandaşlarına anlatmaya çalışmış. Kimileri sıkılmış kendisini görmekten, kimisi anlamamış gördüğünün kendisi olduğunu kimisi de merak etmemiş gösterimi. Görmeden bakmaya devam etmişler. Durmamış o adam, çekmeye devam etmiş, kendisini, kendisi gibi olanları kendi vatandaşlarına anlatmak için yürümeye devam etmiş. En doğusuna gitmiş en güneyine uzak ülkenin. Göstermek istemiş ne oldukları, nerden geldiklerini, neleri kaybettiklerini. O anlattıkça dinleyenler artmış, dinleyenler arttıkça o daha keyifle, daha kendince, daha bi başka anlatmaya başlamış insanını.
Anlatırken ne gürültü çıkarmış, ne de allayıp pullamış. Sadece kör göze sokarcasına göstermiş. Görenler birbirlerine anlatmış, anlatanlar anlamayanlara tekrar tekrar anlatmış. Kaz dağının diğer tarafında yaşayanların kulağına kadar gelmiş anlatılanlar. Merak etmişler. Gel bize de göster, daha önce biriniz bize gösterdi ama onu da siz görmezden geldiniz, çok çirkin çok güneyinden dediniz ülkenizin, onun sözleri yarım kaldı. Sen anlat bu sefer diye davet etmişler, kendi şölenlerine. Sanmış ki "o uzak" ülkenin yaşayanları, giden oğlan şölende soytarı olacak. Olmamış. Kısacıkta olsa anlatmış. Kısalığından olsa gerek gel sonra tekrar anlat demişler. O "uzak" ülkenin hikayesini uzun uzun anlatmış tekrar gittiğinde. Anlattığı; o uzak ülkeli, iki uzak akrabanın aynı oda içinde yaşarken ki uzaklığıymış. Öyle güzel göstermiş, öyle güzel anlatmış ki alkışlamak için ayakta durmuş diğer ülkenin vatandaşları. Doyamamışlar anlattıklarına, bunu saymayız seneye yine gel demişler. O artık uzağı yakın eder olmuş. Yakından görmeye başlamış kendilerini hem ülkesinde yaşayanlar hem de uzaktakiler. Sonra onca sene susup konuşmayan ülkesini, görüp görmemezlikten gelen, duyupta duymamazlıktan gelen diğerlerine öyle bir göstermiş, öyle bir anlatmış ki, şölendeki dinleyenler onu ağzı açık dinlemişler. Ben gösteririm onlara diyen genç haklı çıkmış. Çıkarmışlar genci yüksek bir yere, halkın önüne "Bu genç bu şölenin en iyi anlatıcısı" demişler takdir edip ayağa kalkmışlar önünde. Ayakta, elinde nişanı, başı dik dururken izleyenlerin önünde, uzaklara bakıp "ödülümü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" demiş. Herkesin onu görebileceği bir yerde, herkesin orta yerinde yalnız ülkesine adamış ona bahşedilen gururu. O öyle bir dik durmuş ki her vatandaşının dik durmasını sağlayacak kadar, öyle bir gurur duymuş ki her vatandaşına yetecek kadar, o öyle yüksekte durmuş ki kendi ülkesini herkese gösterecek kadar. O adam, yalnız ve güzel ülkesine "kendi olmanın" gururunu göstermiş.
O yalnız ve güzel adam...
Krealokus, Hafif.org, 29.6.2008
........................................................
Nâzım’dan Ceylan’a
Önümüzdeki hafta ölümünün 45. yıldönümünde, saygıyla, sevgiyle anacağımız büyük şair Nâzım Hikmet, “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda bu ülkenin güzel, dirençli ve çok acılar çekmiş insanlarını anlatmıştı. Nuri Bilge Ceylan da, bu yıl Cannes’da ödüllendirilen “Üç Maymun”unda aynı duyarlıkla yaklaşıyor bu “yalnız ve güzel ülkenin” insanlarına… Bir farkla, umutsuzluk ve yenilmişlik duygusu ağır basıyor. Karagümrük’teki o daracık evin içinde, dört bir yandan kuşatılmış bir ailenin yaşadığı dram, toplumsal yapıdaki derin çatlağın izlerini taşıyor. Ceylan, politik filmler yapmaya soyunmadı hiçbir zaman. Ama, ‘gerçek’in peşinden gitmekten de hiç vazgeçmedi.
“Kasaba”da, “Mayıs Sıkıntısı”nda, çocukluğunu geçirdiği Yenice’yi izlerken, sinemamızın, Yılmaz Güney’in ardından yeni ve farklı bir damara kavuştuğunu görüyor, bu damarın Güney’in sinemasını aratmayacak denli ‘gerçekçi’ olduğunu düşünüyordum. Sakin kişiliği, filmlerine yansıyordu. Ama, bu sessizliğin gerisindeki fırtınaları sezmemek mümkün değildi. Kasabayı ne denli gerçekçi anlattı ise, insan ilişkilerini de öyle anlattı. Klişelere hiç yüz vermeden, çelişkileri tüm doğallığı içinde sergileyerek. Ailesi ile yola çıktı; “Uzak”ta yakın arkadaşlarını oynattı, “İklimler”de kadın-erkek ilişkisini anlatırken kendisi geçti kameranın önüne, hayat arkadaşı (Ebru) ile. “Üç Maymun”da ise profesyonel oyuncularla çalıştı. Hepsinde de çok başarılıydı. Çünkü, her şeyden önce bir gözlemciydi. İlk tutkusu fotoğraftan sinemaya geçerken ona yol arkadaşlığı eden gerçekçiliği, eşsiz bir estetik duygu ile buluşturmuştu. “Koza”dan “Üç Maymun”a sinemasının görsel değerlerini giderek zenginleştirdi. Son iki filminde, kamerayı Gökhan Tiryaki’ye bıraktı. O da Nuri Bilge Ceylan estetiğini sürdürdü büyük bir sadakatle. Yalnızca güzel değil, her zaman en doğru kadrajları, renkleri seçerek. Hep inandığı sinemayı yaptı. Bir sinema misyoneri gibi yoluna devam etti kararlılıkla. Yalnız kalmayı seçmedi, başkaları ile de paylaştı yaratma serüvenini. Eşi Ebru ile birlikte senaryo çalıştı (bu ikiliye yakın dostları Ercan Kesal da katıldı), son filminde çevre tasarımını ona emanet etti (filmin gerçekçiliğinde Ebru’nun titiz çalışmasının büyük payı var). “Uzak”ta, taşra-kent ikilemini, sıradan orta sınıf insanı ile aydınlar arasındaki çelişkileri, Doğu ile Batı arasında kalmış bir ülkenin insanlarını anlattı. Bu kez, gene büyük kentin küçük insanlarının dünyasını anlatıyor. Sınıf atlama özlemleri, hayalleri, hayal kırıklıkları ile… İlk önce “Hayaller” koymayı düşünmüşler filmin adını, sonra “Üç Maymun”da karar kılmışlar. Duymama, görmeme, konuşmama üstüne temellenmiş, yalanlarla örülü bir dünyayı tanımlamak adına.
“Üç Maymun”daki kadın karaktere sempatiyle yaklaşmadığından söz eden, filmi ‘kadın düşmanı’ bulan kadın eleştirmenleri, “Kadını suçlu olarak değil, âşık olarak gösterdim” diye yanıtlarken, Ebru Ceylan da “Senaryoda kimin cellat, kimin kurban olduğundan emin değilim. Kimse tam olarak masum ya da suçlu değil” diye ekliyordu. Bana kalırsa da, filmin kahramanları arasında ayrım yapmıyor, hepsine aynı empati ile yaklaşıyordu. En olumsuz kahraman -patron- bile ‘kötü’ insan değildi, herkes kadar, belki biraz daha fazla ‘sahtekâr’dı…
Vecdi Sayar, Cumhuriyet, 30.05.2008
........................................................
Nuri Bilge, üç maymun dönemini bitirdi
Yurtdışında ödül alan Türklere hep küçümseyerek ve suçlayıcı bir şekilde yaklaşılırken, Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun filmiyle Cannes'da ödül almasıyla bir şeyler değişti. Başarılı sanatçılar konusunda artık üç maymun oynanmayacak gibi gözüküyor.
Üç Maymun'un sinemamıza getirdikleri
Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'dan En İyi Yönetmen ödülüyle dönmesi, Türk sinema camiasında bir dostluk havası esmesini sağladı.
Üç Maymun filmi, şimdiye dek dışarda aldığımız ödüllerden farklı biçimde karşılandı. Türklerin dışarda ödül alması, ülke içinde hep sorun yaratmıştır. Bu ödüller hep şüpheyle karşılanır, öküz altında buzağı aranır, böyle bir olayın keyfi, zevki ve onuru etrafında birleşmek yerine kazananı küçümsemeye, alçaltmaya, suçlamaya, hatta yok etmeye kadar giden bir ilkel dürtü ortaya çıkar. Yaşar Kemal'den Orhan Pamuk'a, Yılmaz Güney'den Fatih Akın'a, Leyla Gencer'den Fazıl Say'a hep bu sendromu yaşadık, yaşıyoruz. Ve 40 yılda bir ulusça mutlu olmak yerine şüpheyi, kuşkuyu, inkârı yeğliyoruz. Bu bizim ulusal bir hastalığımız.
Kuşkucular bile sevindi
Bu kez öyle olmadı. Öncelikle bu başarı tümüyle gözlerimizin önünde cereyan ettiği için... Hem bizler, yani festivali günü gününe izleyenler, bu zafere halkımızı hazırladık, hem de NTV olayları anında aktardı. Ve kapanış gecesi, yorgun, haşarı çocuk suratlı ve kirpi saçlı Sean Penn'in son derece bozuk şivesiyle "Nuri Bilji Seylan," dediğini toplumca izledik. Olay gözlerimizin önündeydi, bu sevinci birlikte yaşamıştık, şüpheye mahal yoktu. Genç Türk sinemasına kuşkuyla bakanlar bile mutlu oldular, gazetelerde genelde başkalarının zaferlerini hazmedemeyen eski ve yeni Yeşilçam mensupları sevinçlerini haykırdılar. Benim görebildiğim, asla ve asla mutlu gözükmemeyi varlık nedeni yapan ve her şeyi iğne deliğinden iplik geçirircesine eleştirmeyi görev sayan bir sivri dilli kalemin dışında herkes, buolaydan nasıl sevinç duyduğunu belirtti. Bu ödül, böylece kendisini aşan bir öneme kavuştu. Öncelikle böylesi ödüllere aslında toplumca nasıl aç olduğumuzu ve eğer 'mani yoksa', böyle bir olay karşısında birleşebileceğimizi gösterdi. Ayrıca, daha Cannes öncesi sinemacılarımızın Ceylan'a verdikleri yemekten başlayarak, mesleğin içinde bir birlik, bir ittifak ve dostluk havasının esmeye başladığı ortaya çıktı. Kendi adıma bu gelişmeyi Cannes ödülünden daha çok önemsiyorum. Ve kendi içinde birlik olmuş bir ulusal sinemanın, daha çok başarılara erişeceğini sanıyorum.
Atilla Dorsay, Sabah, 30 Mayıs 2008
........................................................
‘Yalnız ve güzel ülkem’
Daha önce aldığı bir ödülü Yılmaz Güney’e sunmuştu. ‘Nasıl incelikli bir davranış’ demiştim. Paris’te, Per Laşez Mezarlığı’nda yatan ustasının anısına saygısını sunuyor. İnsanı duygulandıran bir vefa örneği gösteriyor. Bir dil ve anlatı ustasının önünü kesip, ülkesini ve insanlarını karalayıp, dışarıda Atatürk Cumhuriyeti’nin düşmanlarını, içerde köşe başlarını tutmuş kimi “yurtsevmezleri” memnun edecek sözler etmedi. Yurdunun sevincini, hüznünü, kuşatılmışlığını, yalnızlığını ‘teninde’, etinde duyan bir yurtsevere yakışan sözlerle dile getirdi duygularını. Şimdiki ödülünü ise “yalnız ve güzel” ülkesine sundu. Bu sözler onun ağzından gösterişsiz “vakur” bir sadelik içinde döküldü. Anadolu insanına yakışan onurlu bir duruş sergiledi. O an, tanımı zor bir sevinci yaşadım. Bir şiir dizesi gibi güzel sözlerdi duyduğum sözler: “Tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkem...”
B. Necatigil’in, “Bazı şiirler bekler bazı yaşları” dizesinden esinlenerek o gece şöyle bir tümce kurdum: ‘Bazı sözler anımsatır bazı şiirleri.’ Ataol Bchramoğlu’nun, “Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum” şiirinden dizeler geçti içimden. Gece, derin bir sessizlikte, Nuri Bilge Ceylan’ın başarısını bir şiir ve şarapla kutladım. Andığım şiirin ilk ve son üç dizesini alıntılıyorum. Dileyen şiirin tümünü bulup, sevincine Nuri Bilge Ceylan’ın sözlerinin güzelliğini ve sevincini de ekleyerek mutluluğunu çoğaltabilir.
“Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Boynu bükük ayçiçeği şiirin ve aşkın geleceği /.../ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum Zinciri altında kımıldayan Bitecek sanıldığı yerde başlayan”
Metin Demirtaş, Cumhuriyet, 30.05.2008
...........................................................
Ulusalcıların sefaleti
(...)Bu iki konuyu da ayrı ayrı yazmak istiyorum ama bugün, ulusalcıların sefaleti başlığı altında, Sayın Nuri Bilge Ceylan’ın aldığı ödüle verilen tepkilere değinmek istiyorum; aslında tüm bu konuların maalesef büyük bir ortak ‘sefalet’ paydası var.
* * *
Sayın Nuri Bilge Ceylan Cannes film festivalinde en iyi yönetmen seçiliyor; bu ödül önce kendisi ve ekibi sonra da ülkemiz için büyük bir başarı, büyük bir sevinç kaynağı.
Sayın Ceylan da ödül töreninde yaptığı kısa konuşmada bu ödülü ‘yalnız ve güzel’ ülkesine ithaf ettiğini açıklıyor.
Ve bu açıklama sonrası da ülkemiz sözde elit ulusalcıları bu açıklamanın üzerine atlıyorlar.
Çok yakın geçmişte de Sayın Orhan Pamuk Türkiye’nin ilk Nobel ödüllü yurttaşı olmuş ama aynı sözde elit ulusalcı çevreler bu ödüle giden muazzam çabayı, özveriyi değil Pamuk’un galiba Almanya’da yaptığı bir konuşmada kullandığı ‘otuz bin kürdü, bir milyon ermeniyi öldürdük’ ifadesini tartışmayı tercih etmişler idi.
Yeri gelmiş iken bir kez daha değinmek istiyorum, dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in ilk kez Nobel alan bir yurttaşımızı, muhtemelen yukarıdaki bu ifadeye kızdığı için kutlamaması, Çankaya’ya davet etmemesi inanılması olanaksız bir gaf olmuştur; Sayın Sezer’in Pamuk yerine KanalTürk’ü ‘onurlandırmaları’nın isabet derecesi bugün daha bir netleşiyor.
Hem Sayın Orhan Pamuk’un hem de Sayın Nuri Bilge Ceylan’ın bu büyük başarılarının arkasında senelerce sürden bir çalışma, didinme, özveri ve diğerlerinden farklılaşabilme konuları yatıyor.
Ortada yazılmış onlarca başarılı ve elli küsur dile çevrilmiş roman, çok sayıda uzun metraj film duruyor ama bizim sözde elit ulusalcılarımız Pamuk’u yermek, Ceylan’ı da kutlamak için iki dakikalık konuşmaları temel ve esas almayı tercih ediyorlar.
Gazetelere baktığımızda bu sözde elit ulusalcı grubun yaklaşık tümünün Cannes festival ödülüne ilişkin yaptıkları yorumlara ve beğeni ifadelerine ‘yalnız ve güzel ülkem’ sözünün hakim olduğunu görüyorsunuz; bu sözde elit ulusalcıların Sayın Ceylan’ı güya kutlamak için tercih ettkileri bu yöntem aslında Sayın Ceylan’a büyük bir ayıp zira ortada Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi yıllarından beri süren büyük bir emek ve farklılaşma çabası varken bu başarıyı bir ‘yalnız ve güzel ülkem’ sözüne indirgemek büyük bir haksızlık ama onları da anlamak gerek zira bu sözde elitlerin sinema dendiği zaman anladıkları da herhalde ‘Vurun kahpeye’ düzeyi.
Aynı sözde elit ulusalcıların onlarca çok önemli roman ortada dururken Orhan Pamuk eleştirisini bir Almanya salon toplantısı konuşmasına indirmeleri de aslında kendilerine tuttukları bir ayna.
Son Cannes ödülü örneği de ayrıca bir türkün yabancılardan ödül alması için illaki de Türkiye’yi sert eleştirmesinin gerekmediğini aynı sözde elit ulusalcılara göstermiştir diye düşünüyorum zira bu yabancı ödül jürileri bizim ulusalcılar gibi meselelere sloganlar üzerinden bakmamayı galiba tercih ediyorlar.
Eser Karakaş, Star, 30.05.2008
............................................................
'Bilge' bir sinema
Ne yalan söyleyeyim bir önceki filmi İklimler'i beğendim ama o kadar sevmedim. Bana yeteri kadar açılmış bir film gibi gelmedi. Çok güzel ve sezgilerle yüklü birçok sahnesine rağmen bende bazı düğümleri çözülmemiş bir film izlenimi uyandırdı. Sonra birkaç kez daha izledim ve bu düşüncemi koruduğumu gördüm. Ama Cannes'da çok prestijli Fipresci Ödülü'nü kazandığını öğrendiğimde alabildiğine sevindim ve yeni filmini beklemeye başladım.
Uzak'ı daha ilk gördüğümde ise çok etkilenmiş, sonra oturup bir yazı yazmıştım. Cannes'daki Büyük Ödülü sonuna kadar hak edilmiş bir ödüldü. Ondan önceki filmleri Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ise zaten unutulmazlar arasına girmişti. Şimdi ben de herkes gibi büyük bir merakla ödül kazanan son filmini bekliyorum.
Oda sineması
Nuri Bilge Ceylan benim oda sineması dediğim yeni Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden birisi, hatta birincisiydi. Sinematografisinin bütünlüğü açısından bakılırsa yeni sinemanın ondan çok güç aldığını belirtmek gerekir. Öteki yönetmenlerde görülen tıkızlıklar onun yavaş-hareketli sinemasında yoktur. Ceylan'ın sineması izlenimseldir ama bir o kadar da anlatımsaldır. Belli bir öyküye dayanır. Fakat bunlar onun çok özel bir dille kotarılmış müthiş bir görsel şölen olmasını engellemez. Öte yandan son derecede etkileyici bir oyuncu yönetimine dayanır bu filmler. Unutmayalım ki, filmlerinde profesyonel starlar değil kendisi, ailesi, tanınmamış insanlar rol alır.
Sanat sinemasının utkusu
Aldığı ödül açıklandığında bunun Ceylan'ın sinemasının değil Cannes Film Festivali'nin tescili olduğunu düşündüm. Çünkü, bu ödülle, Hollywood sineması ve endüstrisinin onca baskısına rağmen bu festival ' sanat sineması' denilen bu alanı bilinçli olarak tercih ettiğini ortaya koyuyordu. Bu prestijli festivalde kendisine özgü bir sinemanın adamı olan Ceylan üçüncü kez ödüllendiriliyordu ve kendi dışında kalan dünyaya bir mesaj veriyordu. Festival sinemanın bir 'sanat' olarak görülmesinde diretiyordu.
Nedir sinemanın sanat olması? Öncelikle salt zaman öldürmeye, eğlenmeye, salt teknolojinin imkanlarını kullanarak insanları ikonolojik bir biçimde etkilemeye dayanmayan bir gerçeklik olmasıdır. Tıpkı bir büyük roman, bir büyük resim gibi insanın çok çeşitli meseleler üstünde düşünmesini sağlayan özel bir dünyanın yaratılmasıdır. O dünyanın özel bir görsel dille kurulmasıdır. Bu bakımdan da Ceylan'ın sineması aynı zamanda 'edebi' bir sinemadır. Yani insan üstünde düşünen bir sinemadır. Bu yönüyle de Bergman gibi, Tarkovski gibi, Antonioni gibi sinemacılarla bir kan ve hısımlık bağı içindedir. İşte, Cannes, bu sinemayı tercih ettiğini şimdi ortaya koyuyor. Bu aynı zamanda (belli örneklerine benim hiçbir itirazımın bulunmadığı) popüler sinemaya karşı meydana getirilmiş bir direnme hattıdır.
Egzotik değil, kendisi
Bununla birlikte bu sinemanın bir önemi daha var ki, bence Ceylan'ın aldığı son ödül o bakımdan da önemlidir. Sanat sineması bugün sinemayı tanımlayan üç kategoriden yalnızca birisidir. Diğer kategorilerden birisi Hollywood sinemasıdır. Onu dışarıda bırakırsak son kategori 3. Dünya sinemasıdır . Ortadoğu, Hindistan ve Uzakdoğu gibi dünyaların sinemaları bu alana girer. Söz konusu sinema Batı'yı egzotizmiyle etkiler.
Ceylan, bu kategoriyle hiçbir ilişkisi olmayan, bütünüyle Avrupa sineması geleneğinden türeyen bir sinema yaparak elde ediyor ödüllerini. O bakımdan da bu sinemanın daha şimdiden büyük Avrupa sinema geleneği içine oturduğunu düşünmek gerekir. Kendisi olduğu için ödüllendirilmiş bir sinemadır bu ve elde ettiği büyük bir utkudur.
Ceylan, ödülünü Türkiye'ye adadı. Umarım Türkiye de Ceylan'a hak ettiği önemi verir. Buna Ceylan'ın değil bizim ihtiyacımız var. Çünkü belki böylelikle içinde yaşadığımız büyük kültürel yozlaşmadan bir nebze olsun kurtulma imkanını elde ederiz.
Hasan Bülent Kahraman, Sabah, 31 Mayıs 2008
...........................................................
Bravo Ceylan...
Nuri Bilge'nin, Cannes Film Festivali'nde "En İyi Yönetmen" ödülünü aldıktan sonra, gayet soğukkanlı şekilde podyuma çıkıp, "Bu ödülü benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum" demesi, harikaydı. O sahneye neresinden bakarsanız bakın güzeldi.
Cannes Film Festivali'nde ödül alması... Vücut dili, konuşması ve sözleri...
Bu satırları milliyetçilik duygularıyla yazmıyorum.
Bilge'yi çok keyifle seyrettiğim ve tebrik etmek istediğim için yazıyorum. Dikkat edecek olursanız, bu tip ödüller artık "olağanüstü bir başarı" muamelesi de görmüyor. Her yıl Cannes'e katılım artıyor. Her yıl ödül alan bir Türk'ün heyecanı yaşanıyor. Bundan daha gurur verici ne olabilir ki...
Mehmet Ali Birand, Posta, 31.5.2008
...............................................................
En büyük Nuri Bilge Ceylan
'3 Maymun'u henüz görme fırsatımız olmadı. Ama Nuri Bilge'nin en iyi yönetmen ödülünü niye aldığını anlamamız için filmi görmemize gerek yok. Kimilerinin durağanlığı ve hiçbir şey olmaması ile eleştirdiği Nuri Bilge filmlerine, ben oldum olası bayılırım.
Durağandır tabii ama o durağanlıkta bir dolu şey saklıdır. Anlamak isteyen için çok derin hisler barındırır. Öyle "Bu ne dedi şimdi?" türü bir durağanlık değildir yani.
Henüz görmediyseniz Nuri Bilge filmlerini, "Mayıs Sıkıntısı" ile başlayın. O kadar beğenmiştim ki zamanında, sihri bozulur diye bir daha seyredemiyorum.
Nuri Bilge Ceylan’ı tüm kalbimle kutluyorum. Yaptığı konuşma için de ayrıca kutluyorum.
Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" dedi. Konuşması bitince niyeyse aklıma Orhan Pamuk geldi ve o 'Nobel' alırken niye bu kadar duygulanmadığım.
Yasemin Altan, Posta, 31.5.2008
.............................................................
Pamuk’u kaçırttılar sıra Ceylan’da
Biz uzun yıllar uluslararası yenilgilerimiz sonrası ‘Türküz, Müslümanız ya hakkımız yendi’ diye söylenip durduk. Bu nedenle haksızlığa uğrayan hiç olmadı mı? Elbette olmuştur ama ya sonraki uluslararası başarılara ne demeli? Bu başarıların sahipleri ne dinden çıkmışlardı, ne de vatandaşlıktan. Nitekim daha sonra bu sözler mağdur edebiyatına sarılanlarla alayın, mizahın parçası oldu.
Uluslararası son başarı Nuri Bilge Ceylan’ın, şüphesiz kalpten söylediği sözleri medya tarafından ülkeşümul bir boynu büküklüğe dönüştürülürken insan ‘Yahu Türkler kazansa da mutsuz, kaybetse de’ diye düşünmeden edemiyor. Hani neredeyse eski söylemin yerini ‘Türküz, Müslümanız ya kazandık’ alacak. Bir başarıdan mutsuzluk çıkarmak Türklere mahsus!
Esas gerçeğin yani Ceylan’ın en iyi yönetmen seçildiği gerçeğinin Orhan Pamuk mukayeseli nasıl örnek vatansever olunur dersine dönüştürme gayretlerine de pes. Sanatın, edebiyatın üzerinden tezgah açıp vatanını seven Ceylan, sevmeyen Orhan Pamuk savaşını başlatmak isteyen McCartizm şeytanlıklarının tıpkı Orhan Pamuk’a verdikleri gibi Ceylan’a zarar vermek istediklerini düşünüyorum. Unutulmamalı ki Ceylan’a Cannes’da vatansever olduğu için değil filmi iyi yönettiği için ödül verildi.
Necef Uğurlu, Star, 31.05.2008
..............................................................
Hem güzel hem de yalnız
Geçtiğimiz hafta Nuri Bilge “Bu ödülü güzel ve yalnız ülkeme adıyorum” dediği zaman da aniden okul yıllarıma geri döndüm. Aslında Nuri Bilge’nin gayet şiirsel ve basit bir şekilde ‘güzel ve yalnız’dan ne demek istediğini anlıyor gibiydim. Yoksa anlamıyor muydum?
Kendi kendime kalmak için işyerinin patronlar katı tuvaletine kaçak giriş yaptım ve 1.5 metrekarelik yalnızlık şatomda Nuri Bilge Ceylan’ın lafını düşündüm. Ne kadar da sade ve iyi niyetli bir laftı aslında. Ama bir saniye, acaba gerçekten de ‘güzel ve yalnız’ ne demek olabilirdi? Bir insan nasıl güzel olup bir de üstüne yalnız kalabilirdi?
(...) İşte yukarıda da düşündüğüm gibi,
-her ne kadar Nuri Bilge daha şiirsel bir estetikle söylediyse de- gerçekten de belki Türkiye güzel ve yalnız bir ülke. Güzel, çünkü doğası tabiatı, insanları, iklimi, denizi, suyu güzel. Yalnız çünkü gerçekten de çok bakımsız, hiçbir kuralı yok, vahşi, uygulanan doğru düzgün bir şeyi yok, neresinden tutsanız elinizde kalıyor, onunla beraber olmak istemiyorsunuz, çünkü her an her şey olabilir. Ters yönden gelen bir tır sizi ezebilir. Belki bu yüzden yalnızız.
Nuri Bilge de kurtaramaz!
Kaan Sezyum, Radikal, 31.5.2008
..........................................................
'Yalnız ve güzel'
Nuri Bilge Ceylan, Cannes'da aldığı ödülü "tutkuyla bağlı olduğu" ülkesine adamış. Bir de, Türkiye'yi "yalnız ve güzel ülke" diye nitelemiş.
Bir insan ülkesine "tutkuyla bağlı" olabilir mi? Ülkesini neden "güzel" bulur? "Güzel" bulduğu ülkesine neden bir de "yalnızlık" yakıştırır?
Bunlar öylesine geçiştirilecek sözler değildir. En azından, bu tür tutku ve bağlanmaların "arkaik" sayıldığı, giderek "milliyetçilikle" özdeşleştirildiği günlerde üzerinde biraz durmayı hak etmektedir.
* * *
Türkiye "güzel" bir ülke midir?
Ülkeler söz konusu olduğunda güzelliğin objektif bir ölçüsünü bulmak çok güçtür. Çöldeki bedevi de kendi ortamını güzel bulabilir. Kimileri için İsviçre, kimileri için Çekoslovakya "güzel" ülkedir. Saymakla bitmez.
Ama belirli bir ölçüye göre Türkiye'yi çarpıcı ilginçlikte, bu bakımdan "güzel" saymak mümkün olabilir. Örneğin Türkiye, iklim, bitki örtüsü ve yüzey şekilleri açısından başka pek az ülkede görülebilecek bir zenginliğe ve çeşitliliğe sahiptir. Bu nedenle, Avrupa'nın tümündeki endemik bitki türlerinin büyük bir bölümü Türkiye'dedir; iklim ve bitki örtüsü kuşakları arasındaki geçişlerin sıklığı, ülkeyi bu bakımdan "zengin" kılmaktadır.
Bu zenginliği ve çeşitliliği sevenler olabilir, bunda garipsenecek bir yan yoktur. İsteyen, buna etnik köken çeşitliliğini de ekleyebilir. "Anne tarafım yarı Kürt yarı Arap, baba tarafım Boşnak, benim eşim ise Çerkez" türü açıklamalar öyle her yerde kolay görülmez. Bu zenginlik ve çeşitliliği sevmekte de tuhaf bir yan yoktur.
İnsanlar doğup büyüdükleri ülkelerine öteden beri sevgi duymuş, bağlanmışlardır. Üstelik bunların arasında entelektüel birikimleri ve sanatsal duyarlılıkları açısından hayli "seçkin" sayılabilecek kişiler de vardır. Örneğin Nazım'ın ülkesine "tutkuyla bağlı olduğu" inkâr edilebilir mi? Devam edersek, bir başka örnek 1913 Nobel Ödülü sahibi Rabindranath Tagore'dir. Kendisi, Hindistan ve Bangladeş'in ulusal marşlarının söz yazarıdır. İkincisinin bağımsızlığından önce yazılan şiir, "Benim Altın Bengal'im", daha sonra bu ülkenin ulusal marşı olmuştur. Tagore de, doğup büyüdüğü topraklara "tutkuyla bağlı" biriydi.
Peki, Woody Guthrie'yi bilir misiniz? ABD'li bir halk ozanı ve şarkıcısıdır. Resmen parti üyesi olmamış olsa bile sağlam komünisttir. Üstünde "bu alet faşist öldürür" yazılı gitarıyla ülkesini bir uçtan ötekine dolaşmıştır. Sevmiştir ki, şunları yazabilmiştir: "Bu ülke senin ülken, bu ülke benim ülkem/California'dan New York adasına/Redwood ormanından Golfstream sularına/bu ülke senin ve benim içindir."
Ulusal Marş söz yazarı Tagore 1941, ABD'de ilkokul çocuklarının bile dilinde dolaşan şarkının yazarı Guthrie ise 1967 yılında ölmüştür. Epey önce öldüklerinden, "milliyetçilik", "şovenizm", "resmi ideoloji söz yazarlığı" gibi suçlamalara muhatap olmaktan kurtulmuşlardır.
* * *
Ya "yalnızlık"?
Türkiye "yalnız" bir ülke midir? İlk bakışta pek böyle gibi görünmüyor. Başta AB komiserleri, şeyhler, kraliçeler, Devlet ve Hükümet Başkanları, işadamları ve heyetleri, starlar, şunlar bunlar, kısacası ipini koparan Türkiye'ye geliyor. Türkiye'den de resmi-özel bir sürü heyet başka ülkelere gidiyor. Türkiye öyle Myanmar veya Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi bir ülke değil. Küba gibi de değil; üzerinde herhangi bir "ambargo" yok.
Peki, bütün bunlar Türkiye'yi "yalnızlıktan" kurtarmakta mıdır?
İşin aslına bakılırsa, kapitalist sistemin adına "küreselleşme" denilen bugünkü uluslararası entegrasyonu iki yönlü işlemektedir. Sermayenin alabildiğine serbest dolaşımıyla, iletişim araçlarıyla, kitle kültürüyle, çeşitli düzeylerdeki anlaşmalarla birbirine yaklaşan ve birçok bakımdan "içice geçen" ülkeler, diğer yandan bunlara koşut başka süreçlerle içlerine kapanmakta, bu anlamda yalnızlaşmaktadır. "Küreselleşme"nin fazla bol geldiği yerlerde "size yerellik verelim" denmektedir. Bu anlamda, "küreselleşen" her ülke daha fazla yalnızlaşmaktadır. Ancak, Türkiye'nin yalnızlaşması diğerlerinden daha ileri boyutlardadır ve gelinen noktada Türkiye'yi "yalnız ülke" saymakta sakınca yoktur.
Söylenen, daha çok Türkiye'nin "itibarıyla" ilgilidir. Önüne gelenin Türkiye'nin "önemine" işaret etmesine, önüne gelenin AB üyeliğinden AKP'nin kapatılmasına kadar her konuda ahkâm kesmesine bakmayın, Türkiye bugün Cumhuriyet tarihinin en itibarsız dönemini yaşamaktadır. Bu kadar ilgi, verilen bunca akıl, çizilen yol haritaları, yapılan uyarılar, birbirini izleyen tavsiyeler, üretilen senaryolar, yüksek tirajlı yabancı dergi ve gazetelerde çıkan "Türkiye ne olacak?" mealli yazılar, hepsi ancak itibarsız bir nesneye yakışır içerikte ve üsluptadır. Bir ülkenin "avantajları" dendiğinde akla "modern" ordusundan ve her koşulda en düşük ücretle bile çalışabilecek genç nüfusundan başka bir şey gelmiyorsa, o ülke artık kaybetmiştir.
Hiçbir zaman dostu olamayacak meraklıları arasında yalnız bir ülkedir.
* * *
Daha kötüsü, egemen sınıfların ve onların siyasal iktidarlarının hamhalat politikalarının sonucu olan bu itibarsızlaşma ve yalnızlaşmanın, en genel anlamda "halka" da sirayet etmesi, uzantılarıyla toplumu da "anlaşılmazlık" ve "değer verilmezlik" psikolojine itip yozlaştırmasıdır.
Daha da kötüsü, kimden ne dileneceği, nereden ne çalacağı, kimi nerede ve neden linç edeceği, hangi yabancı kadına nerede tecavüz edeceği belli olmayan güruhların yavaş yavaş "toplum" denen şeyin yerini almaya başlamasıdır.
En kötüsü, "çürümenin", sosyolojik ve sınıfsal bir yapı olarak toplumu erozyona uğratmasıdır.
* * *
Gelgelelim, bütün bu olumsuzluklara karşın Türkiye doğası ve insanıyla gene de güzel bir ülkedir.
"Bir şey çıkmaz" denilen en olumsuz durumlarda bile içinden çok şey çıkartabilmiştir ve bundan sonra da çıkartabilecektir.
Doğal zenginlik ve çeşitlilik dedik, öyle bitirelim. Diyarbakır ile Siverek arasındaki Karacadağ eski bir volkanik kütledir. Baktığınızda dağ izlenimi bile vermez. Çevresi püskürme bazalt taşlarıyla doludur ve ortalıkta bir tek ağaç bile göremezsiniz.
İşte böyle bir Karacadağ'da bile endemik flora çeşitliliği inanılmaz boyutlardadır ve üzerinde nice bilimsel araştırmalar yapılmıştır.
Kısacası, "bir şey çıkmaz" demeyin, çıkar.
Metin Çulhaoğlu, Sol, 31 Mayıs 2008
..........................................................
Ceylan’ın sineması mı mühim konuşması mı?
Malumunuz, Nuri Bilge Ceylan, şahane filmi Üç Maymun ile İngilizce ve Türkçede ‘en iyi yönetmen’, Fransızcada ise, ‘en iyi mizansen’ denilen ödülü aldı ve hiç bir filmini görmemiş, üstelik de Cannes Festivali hakkında hiç bir şey bilmeyen bir sürü insanın yorumlarına konu oldu.
Bu yorumlar sinema ile ilgili değildi, ‘büyük şehirde köşe dönmüş hemşerisi hakkında konuşan taşralının gıpta etmesine’ benzeyen tepkiler içeriyordu daha çok. Kimisi ‘vay be dünyaya bizi ne biçim tanıttı’, kimisi ‘yanlış oldu politik manada bu mesaj’ buyuruyordu. Batılıların ‘bu sıkıcı sinemaya’ ödül verişinde bir hinoğlu hinlik arayan bile vardı. Gayet meşhur bir gazeteci ise, ne Ceylan’ın ne kadar önemli bir yönetmen olduğundan ne de Cannes’ın öneminden haberdardı: Ödül törenini televizyonda seyrederken salonda bir sürü yıldız olduğunu görünce işin ehemmiyetine uyanmış: ‘Aman’ diyordu, ‘sinemasını sevmesek bile alkışlayalım, baksanıza kimler vardı orada.’ Ve hepsinin ortak yanı Üç Maymun’u seyretmemiş olmalarıydı.
Batılıların Ödülü
Cannes Festivali, sinema endüstrisinin kalbi. Hollywood’un en büyük stüdyolarından herhangi bir savaş bölgesinde çekilmiş bir kısa metraja kadar her türlü sinemaya yer var burada. ‘Resmi Yarışma’ bölümünün ödüllerini verenler ise, farklı coğrafyalardan ve farklı tarzlardan gelen dokuz sinema insanı. Yani, o yılın jürisi olan dokuz kişinin seçimi söz konusu. Elbette ki gerekirse festival yönetimiyle fikir alışverişinde bulunabiliyorlar ama normalde jüriyi etkilemek yasak. ‘Batılıların ödülü’ diye tüm Batı’yı kompakt bir varlık gibi kabul edenler, bir kere şuraya kadar anlattığımı anlayabildiler mi acaba?
Gelelim filmlere: Komiteler, bir yıl süren bir çalışmayla, dünyanın dört bir yanından gelen filmlerden bir önseçim yapar ve festival yöneticisi Thierry Frémeaux son bir eleme yaparak yarışma filmleri listesini oluşturur. Bunu yaparken kimi kez duygusal seçimler yaptığını da saklamaz. Örneğin bazı filmlerin festivale yetişip yetişmeyeceğine göre başka filmleri yedekte beklettiğini, birçok filmi daha montajı bitmeden seçtiğini, bazı filmleri konusu için aldığını açık açık söyler. Hatta bazen çok iyi bir filmi, yönetmene zarar vermesin diye özellikle seçmediğini bile itiraf etmiştir.
Sınıra Karşı Sanat
İşin film seçimi ve jüri işleyişi kısmını böylece özetledikten sonra, gelelim yorumlara: Türk basını, Ceylan’ın sinematografisi üzerinde değil, ödül konuşması hakkında bol bol ahkam kesti. Fransız basını ise filmden çok söz etti ama ‘yalnız ve güzel ülkesi’ hakkında tek satır yazmadı. Bunu Türk düşmanı bir komploculuk olarak görenlere, aynı Fransız basınının, Altın Palmiye alan Fransız yönetmenin ödül konuşması hakkında da yorum yapmadığını söylemekle yetineyim. Çünkü ‘Avrupa’ya kim olduğumuzu gösterdik’ gibi futbol seyircisi yorumları, birey değil vatandaş yetiştiren ülkelerde oluyor ancak. Sadece bir yönetmen ile aynı pasaportu taşıdığı için filmlerini bile seyretmeden onun aldığı ödülden gurur duyanlara buralarda pek rastlanmıyor.
Ben Nuri Bilge Ceylan’ı çok ama çok seviyorum. Hayır, sadece ödülünü alırken az ve öz konuşmayı becerdiği için değil. O şahane sinemayı yaptığı için. Ben yıllardır onun tüm filmlerini seyrediyor, usul usul içimize yerleştirdiği atmosferin derinliği hissediyorum. Heykeltıraş gibi yonttuğu ışığın ve gölgelerin, kamera hareketlerinin, kullandığı objektiflerin, açıların, içlerini şiirlerle doldurduğu bulutların güzelliğine bakmaya doyamıyorum. Aktörleri sevmeden sinema yapan bu kadar yönetmen varken, oyuncuların yüzlerini ne kadar severek peliküle nakşettiğini görüyorum. Sadece televizyon karşısında pizza yiyerek aksiyon filmi seyretmeyi sevenler beni anlar mı bilmiyorum ama sanatı sınırdan üstün tutanların ne dediğimi anladıklarını umuyorum.
Sedef Ecer, Star, 01.06.2008
........................................
Nuri Bilge Ceylan olmak!
Büyük onur yaşadık, Nuri Bilge Ceylan'in sayesinde. Oscar'dan sonra ikinci büyük ödülün, Cannes Film Festivali'nin en iyi yönetmeni seçildi.
Hem de, Türkiye'nin saklısız, gizlisiz, açık düşmanı Fransa'da.
Fransızlar'ın bu ödünsüz duruşunu, Türkiye'nin düşmanı olsa da, dansöz dostlarımıza bin kere tercih ederim.
Nuri Bilge Ceylan, kendinden emin adımlarla kürsüye geldi, sanki evinin başköşesinde bu ödüllerden çokça varmış gibiydi.
Ne bileyim, belki de bu ödülü çok da önemsemiyordu.
Kontrolsüz bir sevinç görmedim, adam gibiydi adam.
İstanbul'un çeşitli tepelerinde dalgalanan Türk bayrağından rahatsız olan, milliyetçilik denince kafatasçılık anlayan bazı sinema sanatçılarına Ceylan, öyle bir ders verdi ki. bu yıllarca akıllardan çıkmaz.
"Bu ödülü, birine ithaf ediyorum dedi Ceylan, salonda herkes pür dikkat o kişiyi merakla beklemeye başladı.
"Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme"...
İşte milliyetçilik budur.
Gerçek sanatçılık, adamlık da budur.
Tek işleri, dünyada alıcısı kalmayan komünistlik satmak olanlara bu kocaman bir tokattır.
Bu sözler, Avrupalı iflah olmaz. Türkiye ve Türk düşmanlarına da yanıttır.
Son yıllarda duyduğumda tüylerimi diken diken eden bir başka söz anımsamıyorum.
Bu yalnız ve güzel ülkenin bir ferdi olmaktan bir kez daha onur duydum.
Teşekkürler Nuri Bilge Ceylan, bize, kendimizi anımsattığın için!
Kadir Çelik, Ogün, 1.6.2008
....................................
Altın Palmiye'den değerli!
Ceylan film yapmak için bu topraktan, kendi insanından, ailesinden besleniyor ve bu ülkeyi, bu insanları tutkuyla sevmesi, güzel bulması kadar doğal bir şey olamaz. Filmlerinin Avrupa festivallerinde ilgi görmesinin, nedeni de basit aslında; Batılılar nicedir kaybettikleri insan sıcaklığını, insani değerleri, özlem duydukları samimiyeti görüyor onun yapımlarında.
Nuri Bilge Ceylan, sanatsal anlamda dünya sinemasının en itibarlı film festivali sayılan Cannes'daki basanlarına bir yenisini eklerken, ödül töreninde yaptığı kısacık konuşmayla da gündeme oturdu. Yılmaz Güney'in yıllar önce "Yol" filmiyle Altın Palmiye'yi Costa Gavras'm "Kayıp"ıyla paylaşmasının ardından, 2003'te "Uzak"la bu festivalde Büyük Jüri Odülü'nü, 2006'da da "Iklimler"le Uluslararası Sinema Yazarları Birliği (FIPRESCI) Odülü'nü kazanan Ceylan, çoktandır "kırmızı halının gediklisi" muamelesi görüyordu. Bu nedenle Cannes'da yeni bir basan, sevindiriciliğinin yanında, kimse için sürpriz olmadı denilebilir. En îyi Yönetmen Ödülü'nün, Amerikan sinemasının en politik, en anti-Amerikan, yalnızca Bush'tan değil "sistem"den nefret ettiğini her fırsatta dile getiren temsilcilerinde! Sean Penn'in başkanı olduğu bir jüriden gelmesi de eminiz ki Nuri Bilge Ceylan için ayn bir gurur kaynağı olmuştur.
BATI'NIN GÖZÜNE BAKA BAKA
Bunun ötesinde Ceylan'ın "Tutkuyla sevdiğim güzel ve yalnız ülkeme..." şeklindeki, nereye gideceğini ne anlama geleceğini çok iyi kurgulayarak sarf ettiği sözleri de çoğumuz için "Altın Palmiye'den de değerli" bir anlam taşıdı hiç kuşku yok ki. Herhangi bir uluslararası ödülü kabul ederken, "normal koşullarda" söylenmesi aslında son derece normal sayılabilecek iki üç cümlenin yarattığı yankıya bakılırsa, ABD enstitülerinde yetiştirilmiş, Batı fonlarıyla satın alınmış "büyük" yazarlarının kapı kapı dolaşıp, soykırımcı, katil, barbar vb.
ilan etmeye çalıştığı bir milletin evlatları olarak, adam gibi bir sanatçının çıkıp dünyanın gözü önünde ve Batı'nın gözünün içine baka baka adam gibi laflar etmesini çok özlemişiz demek ki. Saçma sapan yersiz-yurtsuzlaşma teorileriyle vatansızlık edebiyatının pompalandığı; vatanın ilk fırsatta "bir kadın memesine" satılabileceğinin ilan edildiği; "Türk olmaktan, Türkiye'de yaşamaktan utanıyorum'' demenin, Türklerle alay etmenin iyi prim yaptığı bir atmosferde, her şey o kadar çürümüş, o kadar kirlenmiş ki, en yalın haliyle bir "Türkiye'yi seviyorum" vurgusu bile yüreğimizi ferahlatır hale gelmiş. Hani, ünlü "kahramanları olmayan ülke" ve "kahramanlara ihtiyaç duyan ülke" ikilemindeki gibi, ülkesini sevmeyen aydınlarla dolu bir Türkiye'ye mi, yoksa ülkesini tutkuyla sevdiğini söyleyen aydınlara bu kadar ihtiyaç duyar hale getirilen bir Türkiye'ye mi "yazık!" demek gerektiği, bilinemez olmuş.
TÜRKİYE "YOKSUL" BİR ÜLKE DEĞİLDİR
Ama ne olursa olsun, ne denirse densin, Nuri Bilge Ceylan, tıpkı ünlü belgeselinde "italya Yoksul Bir Ülke Değildir" diyen sosyalist sinemacı Joris Ivens gibi, çok estetik biçimde "Türkiye yoksul bir ülke değildir" dedi, ülkesinin "zengin ve dolu" olduğunu, meydanın boş bulunmadığını gösterdi. Batılı kültür-sanat çevreleri, Türkiye'yi sevmeyen, Türk olmaktan utanan, ülkesinin aleyhine çalışan ıvır zıvır Türk aydınlarıyla birlikte kirli rüzgâr estirmeye o kadar alışmış durumda ki, Ceylan'ın temiz bir esinti niteliğindeki kısa konuşmasıyla, Berlin'de, Paris'te, Zürih'te emperyalist yalanların karşısına dikilmek kadar önemli bir şey yaptığını söylemek, abartı olmayacaktır. Kaldı ki zaten bazı tarihi anlarda küçük bir esinti bile, yaklaşan fırtınayı haber veriyor olabilir.
RUH ÜŞÜMESİNE TUTULANLAR
Ceylan'ın ödül konuşmasından sonra, haklı olarak Orhan Pamuk'un kulağını çınlatan bazı yazılar okudum. Türkiye'yi AB komiserlerine sinsi sinsi şikâyet eden bakan ve milletvekillerinin "Şimdi bu da nereden çıktı!" dediklerine emin olduğum gibi, Pamuk'un kulaklarının da o gün bugündür fazlasıyla çınladığına, çınlamayı sürdüreceğine eminim.
Altangiller ve onların ekürisi sayılabilecek bilumum kalemin, "Ceylan tabii ki çok iyi sinemacı ama ben olsam tutkuyla 'sevmediğim', çirkinleştirilmiş ülkemden söz ederdim" diyen hastalıklı tiplerin rahatının kaçmış olduğu da açıkça ortada. Kimileri için kelebeğin kanat çırpışı gibi tatlı bir esinti niteliğindeki sözlerin, onlarda ciddi bir ruh üşümesi yarattığı söylenebilir.
ŞİFRE ÇÖZÜCÜLER!
Bir de konuya son yıllarda hayli moda olan "kodlar" ve "şifre"ler açısından yaklaşanlar var. Adam, açık ve net olarak "Ülkemi tutkuyla seviyorum" diyor, bu kesim, "Ne demek istedi" diye merak ediyor...
Adam, "Türkiye güzel bir ülkedir" diyor, aynı şey tekrarlanıyor, "Acaba ne demek istedi, bence şunu dedi"..."Yalnız bir ülke" diyor, peşi sıra "Bu cümlenin kodlarını, şifresini çözdük" diye yazılar döşeniyor. Yazar çizer sinemacı takımımızın bir bölümü, ülke sevgisi, Türkiye'nin güzelliği, bir ülkeye tutkuyla bağlılık vb. konularda açık ve net tutum almaktan o denli uzak kalmış ki, birisi çıkıp da açık seçik biçimde "Ben Türkiye'yi seviyorum" deyince, bunun ne anlama geldiği ne anlama gelmediği sorgulanıyor.
Oysa hem sözler son derece net ve açık, hem de ille bir şifre çözümü ya da kodlama yapılacaksa, en iyi yöntem doğrudan doğruya Nuri Bilge Ceylan filmografisine başvurmak.
BATI'NIN KAYBETTİKLERİ
Küreselleşme ve postmodernizm eleştirileriyle tanınan Marksist düşünür Fredric Jameson, altı yedi yıl önce İstanbul'da verdiği konferansta, küreselci kültürel saldırganlığa karşı koymanın en iyi yolunun "ulusal-yerel sinemalar" yaratmak olduğunu, "Yeşilçam genleri" de düşünüldüğünde Türk sinemasının bu konuda çok güçlü avantajlara sahip bulunduğunu söylemişti.
Nuri Bilge Ceylan filmlerinin ne derece "Yeşilçam geni" taşıdığı ayrı konu, ama yönetmenin 1995'te orta metrajlı çektiği ilk filmi "Koza"dan başlayarak, "Kasaba" (1998), "Mayıs Sıkıntısı" (2000), "Uzak" (2002), "İklimler" (2006) gibi yapıtlarının tümünde, son derece düşük ya da oldukça mütevazı bütçelerle, anne-babasını, akrabalarını, yakın arkadaşlarını oynatarak, alabildiğine minimalist, "bizden", köyde bir yaz gecesi yakılan odun ateşi başında mısır ayıklarken yapılan aile sohbetleri gibi alabildiğine sıcak samimi öyküler anlattığı, Türkiye'ye ait insan gerçeklerini aktardığı düşünülürse, "şifre" de çözülmüş oluyor.
Ceylan, filmlerini bu topraktan, kendi kasabasından, kendi insanından, kendisinden, ailesinden, arkadaşlarından çıkarıyor ve bu ülkeyi, bu insanları tutkuyla sevmesi, güzel bulması kadar doğal bir şey olamaz. Bu filmlerin Avrupa festivallerinde bu kadar ilgi görmesinin, ödüllendirilmesinin nedeni de basit aslında; Batılılar nicedir kaybettikleri insan sıcaklığını, dostluğu, dayanışmayı, insani değerleri, özlem duydukları samimiyeti görüyor bu filmlerde.
Birileri, "Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir" diyorsa, birilerinin de çıkıp "Türkiye'yi tutkuyla seviyorum" demesi şaşırtıcı olmamalı. Sonuçta kazananlar, ülkelerini tutkuyla sevenlerdir çünkü!
Tunca Arslan, Aydınlık, 1 Haziran 2008
.................................................
Nuri Bilge Ceylan Cannes'da aldığı "En iyi Yönetmen" ödülünü "güzel ve yalnız" ülkesine adayınca, cümlesi, filminin ötesine geçiverdi, elbette "dışarıda" değil, "içeride". "Yalnız" ülkenin, "yalnız" insanları duydukları cümleyi kendilerinden yana çekiştirmenin telaşına düştü. Kimisi, Ceylan üzerinden Orhan Pamuk'a bile parmak salladı, çünkü o bir haindi, ülkesini kötüleye kötüleye bitirememiş, bu yüzden kırk değil, yüz, hatta iki yüz yılda bir yaşanacak, "ulusal bir sevinç"i ellerinden almıştı, havaalanında ya da meydanlarda birikip çığlıklar atılmamış, kimse okuma oranındaki düşüklüğü kapatacak bu Nobel örtüsünü üzerine çekememişti. Nuri Bilge Ceylan, Pamuk gibi değildi işte, ödülünü, karısına, babasına falan değil, ülkesine adamıştı, o ülkeye ve insanlarına sahip çıkmış, onları kötülememişti! Alkışı hak ediyordu, övülmeyi, gururlanmayı... Ceylan'ın sözcüklerinin altında hüzün arayanlar, yalnızlığının, yalnızlığına dokunduğunu hissedenler de vardı, yalnızlığı "dışarı"nın itmişliği, "içeri'nin hazımsızlığı olarak görenler... Oysa Ceylan bir tek cümle kurmuştu, filmlerinin yalnız karakterlerinin sözcüsü gibi... Orhan Pamuk da savrulan, ne oralı ne buralı olan karakterlerine "böyle de yaşanabilir"! anlatmaya çalışmıştı usul usul, yeter ki size rağmen size yön verenlerin şiddetinden ve karanlığından kurtulabilin...
Peki Türkiye gerçekten yalnız bir ülke mi? Uluslararası sermayeye katılıp sınır ötesi operasyonlara kalkışan, yayılmacı politikalarıyla kendisi emperyalistleşen, küreselleşmeye tam gaz karışan, Dogulu-Batılı ülkelerle dansta, adımlarını daha uyumlu hale getiren bir ülke ne kadar yalnız olabilir? Şiddetini içine akıtan bir ülke Türkiye, kendi vatandaşını yalnızlaştıran, itip kakan, yoksul bırakan, tercihlerine kansan, taleplerine onay vermeyen bir ülke... Uluslararası Af Örgütü'nün geçen hafta açıklanan Türkiye'de işkencenin arttığına ilişkin raporu, yine geçen hafta eşcinsel örgütü Lambda'nın kapatılma karan, transeksüel Esmeray'ın polisler tarafından dövülmesi, siyasetçilerin birbirini dinleterek derinleşmesi... Bir haftalık gazete haberleri bile, Türkiye'nin değil, ama vatandaşlarının yalnızlaşma öykülerinin gerekçesi...
Her insan kendinin ülkesidir aynı zamanda. Yalnızlık dışanda değil, içeride, o iç ülkede ve göğüs kafesini kıra kıra aşılacak bir insanlık hali, kabullenilmesi de ağır işçiliktir... Ama tercihen olmayan her yalnızlığın arkasında var olan o şiddetle hesaplaşılmazsa kafes yerinde dursa da göğüs hayata yenilir... Bu da insanın kendini imha edişidir.
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Pazar, 1.6.2008
...................................................
Cannes hiç bu kadar politik olmamıştı...
Dünyanın en prestijli film festivalinde, Nuri Bilge Ceylan'ın kazandığı En İyi Yönetmen ödülü, sinemamızın son yıllarda giderek yükselen başarı çizgisinin yeni bir kanıtı oldu.
Festivalin yarışmalı bölümüne bu yıl Amerika, Avrupa ve Asya kıtalarından 22 film seçilmişti. Sean Penn başkanlığındaki jürinin, "Üç Maymun" adlı son filmiyle Nuri Bilge Ceylan'ı En İyi Yönetmen ilan etmesi, beklentilerimizin nedensiz olmadığını gösteriyordu. "Üç Maymun", Ceylan'ın ölçülü ve etkileyici anlatımı, oyuncu yönetimindeki başarısı ve sağladığı içerik-biçim uyumu ile festivalin en iyilerinden biriydi gerçekten de. Ödül bekliyorduk. On iki gün göz açıp kapayıncaya kadar geçti, heyecan içinde... Sonuçta, hak edilen bir zaferle döndük Cannes'dan. İşte, festivaldeki izlenimlerimizden bir demet.
Ödül töreninden sonraki davette, Nuri Bilge'yi, filmin oyuncuları Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal'ı jüri üyeleriyle tanıştırıyorum, Konuşabildiğimiz üyelerin hepsi de, filme ve oyunculara hayranlıklarını dile getiriyor. Sean Penn. "Festivalin en şiirsel filmiydi. Yönetmen ödülünün yanı sıra, bir de 'En Şiirsel Film' diye bir ödül vermeyi bile düşündük" derken. İsrail asıllı Amerikalı oyuncu Natalle Portman. Yavuz Bingöl'ün oyunculuğunu çok beğendiğini vurguluyor.
Fransız basınının bir bölümünün olumsuz eleştirileriyle karşılanan "Üç Maymun", diğer ülkelerin eleştirmenlerinin en beğendiği filmlerin başında geliyordu.(...)
Vecdi Sayar, Cumhuriyet, 1.6.2008
...........................................................
'Üç Maymun' cehennemi
Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da söyledikleri konuşuldu bütün hafta: "ödülümü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum." Bir türlü uzlaşılamayan ülkemizde genç, yaşlı, kadın, erkek, sistem içi,
sistem dışı, muhalif, ılımlı, radikal herkes bu sözlerin değeri üzerinde uzlaştı. Ekşi Sözlük'te Nuri Bilge Ceylan'ın konuşmasını yorumlayan Jokond'la aynı fikirdeyiz hepimiz: "Yüzlerce sayfa yazsan, sağından girip solundan çıksan, tepeden tırnağa resmetsen; bir ülkenin içinde bulunduğu durumu bundan güzel anlatamazsın." NBC'nin filmi de sözleri kadar benimsense; acayip şeyler yaşanır, gişelerde kuyruklar olur, yer gök inler 'Üç Maymun', 'Üç Maymun' diye... Lakin farkındayız; bu ülkede bir film rekor kıracaksa eğer, o rekor kayıtsız şartsız 'Recep İvedik'indir. Yalın, güzel, şiirli ve samimi konuşmasında 'yalnız' sözcüğünü geçirmeseydi, sadece tutkuyla sevilen güzel ülkeden söz etseydi Nuri Bilge Ceylan, yine bu kadar hayranlık duyulur muydu? Birkaç kelimeyle hislerimize tercüman olabilmesinin sebebi, bu ülkenin 'yalnızlığını' vurgulaması... Dertlendiğimiz, yüreğimizi burkan konu bu bizim. Kırgınız çünkü, bizi Avrupa Birliği sevdasıyla oyalayıp kapılarda süründüren ikiyüzlü Batı'ya... Çocukluğumuzdan itibaren zihnimize kazınmış bir hakikati yeniden kavrıyoruz; Türk'ün Türk'ten başka dostu yok! İyi de sormak lazım; herhangi bir işi tek başına yapmayı bir türlü beceremeyen, sağlıklı bir yalnızlık kültürüne sahip olamayan insanların ülkesi değil miydi burası? Pamuk o kadar mı yanlıştı? Derin yalnızlığımızda bizim hiç mi suçumuz olmadı? Görmemeyi, duymamayı, konuşmamayı tercih ederek, 'kol kırılır, yen içinde kalır' diyerek oluşturmadık mı biz bu omuz omuza ama kimsesiz insanlar topluluğunu, 'üç maymunlar cehennemini?
Nuri Bilge Ceylan'ın başarısına içtenlikle sevinmekle birlikte, bunu Orhan Pamuk'un Nobel başarısını küçültme sebebi olarak kullananlara kızıyorum. Ve Akşam Kitap'ta Pamuk'a dört koldan yöneltilen saldırgan tutumu yorumlayan Nurdan Gürbilek'in sözlerine katılıyorum: "Pamuk'a karşı girişilen harekatta, onu sonunda kendi toprağından, kendi dilinden etmeye varan hoyratlıkta kişisel hüsranların ve ulusal gurur yaralarının rolü vardı. Bu memleketin esas sahibi olduklarına inananlar, muhalif bir yazarın Batı'nın takdirini kazanmasına kızdılar. Batı Türkiye'yi takdir etmiyor, ama Orhan Pamuk'u takdir ediyor; bunu hazmedemediler." Özetle, sadece sinemasına değil, bir salyangoz misali kendi kabuğunu oluşturup ulaşılmazlığını korumak için o kabuğun duvarlarını sabırla sağlamlaştırmasına da hayranlık duyduğum Nuri Bilge Ceylan Cannes'da, hasetten doğacak saldırı ihtimallerini de stratejik bir cümleyle ortadan kaldırdı bir bakıma.
Şimdiki halde Sezen Aksu'ya 'Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk' sözünü armağan ederek Türk popüler kültürünün en yaralayıcı şarkılarından birinin yaratılmasına vesile olan ve kalbinin kırıklığı yüzünden saldırganlaştıkça içimi sızlatan yönetmen Metin Erksan dışında herkes Ceylan'a hayran. Yeraltı gururuna eşlik eden incinmişliğini artık gizleyemeyen Erksan sınırsız ama anlaşılır bir kıskançlıkla 'Ben kapıyı açmasaydım, NBC oralara adım bile atamazdı' diye sayıklıyor, 'Fatih Akın'ın anası babası bile borçlu bana' diyor, 45 yıllık yalnızlığının hesabını soruyor... Ne gam! Bize yalnızlığımızı hatırlatarak yaralarımıza merhem olan Nuri Bilge Ceylan'a sahip çıkmaya karar verdik aniden. Hakikaten yalnız olanlarsa hiç umurumuzda değil.
Gülenay Börekçi, Akşam, 1 Haziran 2008
.........................................................
Ödüller yüzümüzü güldürdü
‘Türkler İçin Avrupa’da Kısa Yoldan Kariyer Yapma Kılavuzu’ diye bir el kitabı yazılacak olsa meraklılarına şu önerilerde bulunulmalı:
• Avrupalı TC hükümetine destek çıkıyorsa sen ondan fazla destekleyeceksin. Eleştiriyorsa sen de eleştirecek, argümanlarını zenginleştirmek için yeni bakış açıları geliştireceksin.
• Türkiye’nin, Batı’nın ekonomik ve siyasi desteği olmadan demokratikleşmesinin imkânsız olduğunu savunacaksın.
• Azınlıklara el uzatılmasını, maddi manevi desteklenmelerini isteyeceksin.
• Avrupalının hoşlanacağı kişileri tanıtıp, Türkiye’de bağlantılarının olduğunu göstereceksin.
Böyle hareket edenlere bütün kapılar açılır. İstendiği gibi hareket etmeyenleriyse derneklerde bile barındırmazlar.
Bu manzaralar tiksinti yaratacak düzeye geldiğinden Nuri Bilge Ceylan’ın sözleri yüreğimize su serpti. Daha öncekiler gibi, barış, özgürlük, insan hakları gibi piyasa ağızları yapmadan, kürsüde ödüle yakışır bir kare çekiverdi. Üstelik tek karede her şeyi anlatıverdi: “Ödülü yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum.” Yumuşacık, okşayan ama aynı zamanda kurşun gibi laf. Cannes havasına girmeden, şımarıkça pozlar vermeden, sesini yükseltmeden atılan tokat. Tebrikler Bilge yönetmen.
Osman İkiz, Cumhuriyet, 01.06.2008
.........................................................
‘Yalnız ve güzel’iz...
Son zamanların en anlamlı ve en “yürek dolusu söz”ünü, bilmem ki nasıl kucaklasak?
“Kazandığım ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum...”
“Üç Maymun” filmiyle Cannes’ın kılı kırk yaran jürisinden “En İyi Yönetmen” ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan’ı, bu tarihsel “ithaf”ından ötürü acaba nasıl “kutsa”yabiliriz?...
Yalnız olmayanlar
Duyar duymaz “kimler”i düşündüm biliyor musunuz?
Hayır; bu gibi ödülleri “Ülkemde beni dövecekler...” gibisinden sözlerle alıp, aynı ödül paralarıyla dünyanın öbür ucunda mal mülk sahibi olanları asla...
Onlara artık “us”umda bile yer ve zaman ayırmak istemiyorum; ne halleri varsa görsünler...
Peki, kimleri mi?
Ardı ardına gelip giden “yabancı konuk”larıyla hiç de “yalnız olmayan”; aynı konukların ülkemi aşağılayan sözleriyle birlikte “yalnız bırakmadıkları”; dahası güzel vatanımın tüm değerlerini pazarlarken de yine yabancılarla el ele, gönül gönüle “yalnız kalmayan”ları...
Türkiye, onların yarattığı tahribatla baş başa değil mi? En çağdaş ülke geçinenler bile, 85 yıllık çağdaşlaşma yürüyüşümüzü geriye çevirmeye çalışanların yanında yer almıyor mu?
Laikliğin, demokratik ve sosyal hukuk devleti olmanın tüm kazanımlarını günbegün yıpratanlara karşı direnen ülkemin “bağımsız yargı”sı bile sömürgecilerin saldırıları karşısında adeta “yapayalnız” değil mi?
Türkiye, hiçbir dönem, kendine ve değerlerine çullananlara karşı siyasi temsilcileri tarafından böylesine yalnız bırakılmamıştı...
Yurdunu “tutku” ile seven yönetmenimizin sözünden işte bunları anladım. Dünyadaki en “kutsal yalnızlığımız”a, dünyanın en büyük sanat ödüllerinden birinin ithaf edilmesi, dünya durdukça kuşaktan kuşağa onurumuz olacaktır...
‘İmar gazileri’miz
“Yalnız ve güzel” ülkemiz, yedi düvelin hukuk dışı ve çirkin kuşatmasına karşı direnirken; hukuka aykırı yapılaşma kararlarının mahkemelerimizce durdurulmasında artış var.
Nedeni ise kente karşı suçlarla birlikte, duyarlı kesimlerden yargıya başvuruların da giderek artması...
Özellikle meslek odaları, yerel ve merkezi yönetimlerin ülke ve toplum yararı yerine bireysel rant çıkarlarını hedefleyen imar kararlarını durdurabilmek için, mahkeme mahkeme dolaşıyorlar…
Bu dur durak bilmeyen hukuk savaşımındaki kazanımlardan ötürü toplumun ve yetkililerin “davacı”lara teşekkür etmeleri şöyle dursun, “saldırı”lar başladı.
Örneğin İskenderun’daki imar oyunlarına karşı hukukun devreye girmesini sağlayan mimar Ercüment Kimyon hastanelik edilirken; Samsun’da kıyı alanına yapılacak projeye dava açan Mimarlar Odası’nın şube binası basıldı...
Kanal B’de bu gece 23.00’ten itibaren yayımlanacak İmar Dosyası programımız, kentsel talanı durdurmaya çalışanları hedefleyen bu terörün “imar gazi”lerini konuk ediyor.
Oda’nın Hatay Şubesi eski Başkan Yardımcısı Ercüment Kimyon, İskenderun’daki talanı; Samsun Şube Başkanı Selami Özçelik, kenti denizden daha da ayıracak hukuk dışı projeleri; İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Eyüp Muhçu da güzel kentimizi “küresel yağma metropolü”ne dönüştüren “ayrıcalıklı kuleleşme”yi anlatacak.
Bütün bunlara karşı açtıkları imar davalarından ötürü başlarına gelenler de bu gece İmar Dosyası’nda...
Oktay Ekinci, Cumhuriyet, 01.06.2008
.........................................................
Yalnız ve Güzel Ülkem...
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da kazandığı ödül ve ödülünü alırken yaptığı konuşma herkes gibi beni de çok etkiledi. “Tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme…”
Şu birkaç sözcüğe hepimiz farklı farklı anlamlar yükledik, hâlâ da yüklemeye devam ediyoruz.
Örneğin “tutkuyla sevmek” üzerinde durulmadı hiç… Ama ben inanıyorum ki Ceylan’ın bunca başarılı ve özgün filmler yapmasının kökeninde bu tutkuyla sevmek var… Sadece ülkesini, toprağını, suyunu, havasını değil, yaptığı işi de tutkuyla seviyor.
Ülkem çok güzel, ondan hiç kuşku yok. Ama ah ülkem aynı zamanda öyle çirkin ki… İnsan onuruna, yaşama, emeğe saygı göstermediği her an sizce de biraz daha çirkinleşmiyor mu?..
Üzerinde en çok durulan nokta ülkemizin “yalnızlığı” oldu. Hani dış dünya karşısında yalnızlığı… Ama bence iç yalnızlığı da konuşmamız gerek. İç yalnızlığı, ruh yalnızlığını, yaraların derinleştirdiği yalnızlığı… Nuri Bilgi Ceylan gibi içine kapalı ve az konuşan, az ama öz konuşan bir insanın sadece dış dünya karşısındaki yalnızlığı kastettiğini sanmıyorum… Onu ayrıca filmlerindeki şiiri, tören sırasında birkaç sözcüğe sığdırdığı için de kutluyorum…
Zeynep Oral, Cumhuriyet, 01.06.2008
.........................................................
Cannes'dan köyüne gitti
Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldıktan hemen sonra çocukluğunu geçirdiği Yenice'ye giden Ceylan'ın hayatında bu kasabanın önemli bir yeri var. TIME dergisinin 'Cannes'da şöhret oldu, evinde kimse tarafından önemsenmiyor' haberini doğrularcasına, baba toprağında pek çok kişi bu ödülden habersiz.
Çanakkale'ye bağlı Yenice ilçesi, Nuri Bilge Ceylan'ın çocukluğunu geçirdiği ve ilk filmlerini çektiği yer. Bu küçük ilçenin akıbetini öğrenmek için Yenice'ye gittiğimizde, gördük ki Ceylan da Cannes'da aldığı ödülden sonra ailesiyle birlikte soluğu burada almıştı. Ama Yeniceliler bu başarıdan pek haberdar değildi..
Yenice, Nuri Bilge Ceylan'ın büyüdüğü, nereye giderse gitsin hiç kopmadığı, Koza, Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı filmlerini çektiği küçük bir ilçe. Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldıktan sonra, Ceylan'ın üzerinde bu kadar etkisi olan bu ilçeyi merak ettik ve yola düştük. Yenice'ye adım atar atmaz merkezindeki Garaj Taksi'deyiz. Burası, Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı filminin bir sahnesinde de görünen taksi durağı. Şoför Recep Önel anlatıyor: "Bilge'yi (Yenice'de herkes Bilge diyor) çok eskiden beri tanırım. Sık sık gelip gider..." Cannes'da ödül aldığında ne hissettğini soruyoruz. "Ödül aldığını hiç duymamıştım. Haberimiz olmadı. Biz burada bütün gün öylece otururuz. Bir televizyonumuz bile yok," yanıtını veriyor; TIME dergisinde 'Cannes'da şöhret oldu, evinde kimse tarafından önemsenmiyor' başlığıyla yayımlanan haberi kanıtlarcasına... Arkasından anlatıyor: "Bilge burada, dün gece geldi!" Bunun üzerine kendimizi Nuri Bilge Ceylan'ın kapısının önünde buluyoruz ve eşi Ebru Ceylan ile annesi Fatma Ceylan'ı kapıdan çıkarken yakalıyoruz. "Şimdi köylere gidiyoruz, bizi akşama arayın," diyorlar. Ve biz de başlıyoruz, Nuri Bilge Ceylan'ı ve Çanakkale'ye bağlı bu ilçeyi Yeniceliler'den dinlemeye... Yenice'de ödülden haberdar olanlar -ki bunlar çoğunlukla Ceylan'ın arkadaşları- en çok ödülünü alırken söylediği "Ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum," cümlesine vurulmuş. Ayrıca bir Türkün almasından ziyade bir Yenicelinin bu başarıyı göstermiş olmasından mutlular. Nuri Bilge Ceylan'ın burada en çok gittiği yerlerden biri Öğretmen Evi. Hatta film çekimleri sırasında ekibiyle birlikte burada kalmış. Öğretmen Evi'nin müdavimleri "Küçük bir ekibi vardı ama çekimlerden sonra herkes burada yayılırdı. Bir tek Bilge inmezdi. Odasında otururdu, herkes yattıktan sonra inerdi," diyorlar. Mahalleden arkadaşı, sınıf öğretmeni Nail Günay, Ceylan'ı "Filmleri gibi sessiz sakin biri," diyerek tanımlıyor ve anlatıyor: "Çocukken de hep ketumdu. Konuşmayı sevmez. Ama kasıntı veya popüler biri olduğu için değil; hep böyleydi. Bu arada gençliğinde hızlı solcuydu." Küçüklüğünden beri Yenice sokaklarında babası gibi bisikletle dolaşan Nuri Bilge Ceylan, son gelişinde siyah cipinin içinde görülüyor. Nereye gitsek, "Dün buradaydı," veya "Sabah buradan geçti," ifadeleriyle karşılaşıyoruz. Arkadaşı öğretmen Şuayip Odabaşı, "Sabah evlerine gittim, babası Mehmet Emin Bey evdeydi ama kapıyı açmadı. Oğlu tembihlemiş herhalde," diyor. Ardından çocukluk anılarını anlatmaya başlıyor. Örneğin Kasaba filminin en etkileyici anlarından biri olan, sobanın üzerine asılan ıslak çoraptan damlayan su sahnesi, Ceylan'ın küçüklükten gelen gözlemlerine dayanıyor. Rivayete göre bir gün yağmur yağarken, ateş yakmış ve damlalar ateşe düşerken nasıl ses çıkardığını izlemiş. Bir başka rivayete göre ise yine bir gün arkadaşlarına "Gelin yanımıza hiç yiyecek almadan, karşıdaki dağda bir hafta kalalım," demişti. Amacı bir yandan da en büyük tutkusunu gerçekleştirmek, yani fotoğraf çekmekti. Oraya gittiler ama tahmin ettiklerinden önce döndüler... Bu hatıraları Ceylan'dan değil, arkadaşlarından dinledik. Çünkü Nuri Bilge Ceylan kesinlikle röportaj yapmama kararı almıştı. Ödülünü aldıktan sonra ailecek baba evine dinlenmeye gelmişti. Ve kimseyle konuşmak istemiyordu. Ama en azından babasının Yenice'ye bağlı Çakıroba Köyü'ndeki, Ceylan'ın filmlerine de mekân olan tarlaya ailesiyle yaptığı geziden birkaç kare fotoğrafa sahip olabildik...
Nuri Bilge Ceylan, oğlu Ayaz ile birlikte babasının Çakıroba köyündeki tarlasında. Bu tarlanın ve kablumbağaların Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı filmlerinde önemli bir yeri var. |
Nuri Bilge Ceylan'ın Yenice'deki baba evinin 50 metre yukarısındaki kahvedeyiz. Kimse bırakın Nuri Bilge Ceylan'ın aldığı ödülü, ismini bile bilmiyor. Sonra annesinin, babasının adını söyleyince hatırlıyorlar... Ama ünlü bir yönetmen olduğundan haberleri yok. 72 yaşındaki Mehmet Şipka, kasabalılığa özgü gitmekle kalmak arasındaki ikilemi hatırlatıyor: "Burada doğdum ve büyüdüm. İzmir ve Ankara'da 10 yıl askeriyede memur olarak çalıştım. Sonra toprağıma geri döndüm. Zaten herkesin bir gidip geri gelme hikâyesi var." Niye geri dönüyorlar peki? "Bir kere doğası çok bakir. Ayrıca dükkânın önünde malın durur, gece bile kimse almaz. Kapını kilitlemene gerek yoktur," diyorlar. Şikâyetlerini ise şöyle anlatıyorlar: "Yenice büyüdü ama gelişme yok. Çünkü buranın insanı tembel. O yüzden burası da gelişemez."
Nuri Bilge Ceylan özellikle ilk filmlerinde oyuncu seçimlerini hep kendi çevresinden yaptı. Öğrencileri canlandıracak oyuncular için sınıfları tek tek dolaştı. Kasaba'daki okul içinse öncelikle Cumhuriyet İlköğretim Okulu'nu seçmişti. Duvarlarını, sıralarını inceledi ve eski bir görüntüsü olduğu için burada karar kıldı. Çekimlere başlamadan önce hizmetlinin duvarları boyamasının üzerine arayışlar yeniden başladı. Mayıs Sıkıntısı'nda çaycı rolünü canlandıran Yakup Çakıl'ı ise Öğretmen Evi'nde buldu. Eskiden gerçek hayatında da terzilik yapan, sonradan çaycılığa geçer Çakıl, nasıl rol teklifi aldığını şöyle anlatıyor: "'Sana rol versem oynar mısın?' dedi. İşini de iyi biliyor! Taktı koluna beni, gezdirdi, 'Beni büyük dertten kurtaracaksın,' dedi. Sonunda ikna etti." İşin ilginç tarafı Yakup Çakıl filmde kendini hiç izlememiş. "Filmde beni ne kadar gösteriyor bilmiyorum, hiç seyretmedim ki kendimi! Ödülden de tesadüfen haberim oldu. Popstar Alaturka'yı izliyordum. Osman Tan, Nuri Bilge Ceylan'ın ödül aldığını söyledi." TIME'ın bahsettiği kültür erozyonu veya hızlı tüketilen ürünlerin yarattığı alışkanlık, burada da kendini gösteriyor.
Ceylan'ın ilk filmlerinde önemli yer tutan Çakıroba Köyü, babasının doğduğu yer. Annesi ise yan köy olan Nevruz'dan. Çakıroba'da konuştuğumuz 70 yaşındaki Ali Özbir, köyün 300 yıl önce kurulduğunu anlatıyor. Mehmet Emin Ceylan'ın beyaz badanalı evini gösteriyor. Ama evde kimseyi bulamıyoruz. Köyde 10 yıl öncesine kadar eğitim veren bir okul varmış. Şimdi taşımalı eğitime geçildiği için, burası çocukların oyun mekânı olmuş durumda. Köylüler, bu okulun Kasaba filminde kullanılan okul olduğunu söylüyor...
Ece Koçal, Sabah Pazar, 1 Haziran 2008
..........................................
Yalnız ve güzel ülkem
(...)Bu ödülü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözleri duygulanmanın ötesinde bir bilinç aydınlanmasına götürmüştü beni.
Bir sanatçının hayata karşı duruşunu yansıtan ortaya koyduğu yapıtlardır elbette. Ama onun dünya / hayat hakkında düşündükleri üzerine, bu yapıtının dışında, ettiği / edeceği sözler o sanatçı duruşunu tümler diye düşünüyorum.
Ortaya koyduğu filmlere baktığımızda, hayatla böyle bir sorgusu / alışverişi olan Ceylan; yapıtına dönük bir ödülü ülkesinin varlığıyla özdeş kılması anlamlı, duyarlıklı bir yaklaşım örneği, ama asla onun duruşuna aykırı değil.
Ceylan`ın sinema yolu
Kasaba filmini izlediğimde, Çehov duyarlığında bir hikâye anlatıcısıyla karşı karşıya olduğumuzu gözlemiş, bunu da bir yazımda dile getirmiştim.
Ceylan, hayatın en durağan yer(ler)ine bakarak çatışan / dönüşen ne varsa, sessiz derinlik, görsel yoğunluk içinde bunların gerçekliği üzerine kurar sinemasını.
İçgözüyle bakar bu dünyalara.
Ceylan , bir yere / bir insana / hayatın bir yanına bakarak dünyanın seyrini anlatmayı, ülkenin gerçekliğini yansıtmayı bilen bir sinemacı. Kendi sinemamızda onun ezber bozan bir yönetmen olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Ülkeye adanış
Ceylan `ın bu sözlerinin yansılarını okurken, birçok insanın özlediği bir duygu / düşünce yaklaşımının nasıl onda simgeleştiğini gözledim.
Sanırım, Ceylan `ın filmlerini bu duygu tınısıyla izlemek gerek.
Bundan birkaç yıl önce dilimize çevrilen Isabel Allende `nin Yüreğimdeki Ülkem (*) kitabını okurken beni çekip içine alan duygunun insanın ülkesine kendini nasıl adayabileceği düşüncesi olmuştu.
Ömrü sürgünde geçen Şilili romancının dünyanın bir ucunda, ülkesinden ayrı ülkesine dair yazarken o yeri / yurdu nasıl içinde hissettiğini derinlikli biçimde anlatması öğretici / düşündürücü de gelmişti bana.
Dönüp baktığımızda, Ceylan `ın bu filmleri, aslında bundan sonra yapacakları için de bir ipucu veriyor, Oradaki düşünceleri ise, onun yurduna hangi duygularla bağlı olduğunu anlatıyor.
Onun sinema yolculuğunu birlikte izleyelim, yüreğimizdeki ülkemizi daha çok seveceğimizi bize sık sık hatırlatacaktır, Nuri Bilge Ceylan .
Feridun Andaç, Dünya, 2008-06-02
...............................................
Güzel ama yalnız
Üzerinden biraz zaman geçmesini göze alarak konuyu geciktirdim. Gürültünün dinmesini, sözün duyulabilir olacağı zamanın gelmesini bekledim. Nuri Bilge Ceylan`ın Cannes Film Festivali `nde Faye Dunaway `in elinden "En İyi Yönetmen " ödülünü alması Türk sineması için son derece önemlidir. Ödülü aldıktan sonra sahnede söylediklerini de çok şık buldum ve duygulanarak izledim. Ülkesinde güzel filmler yapmış, ama hep yalnız bırakılmış bir sanatçının bundan etkilenmesini, içinde öfke biriktirmesini zaten beklemezdim. Ancak yine de sahnede söylenebilecek milyonlarca kelime içinde belki de geceye en yakışacak iki kelimeyi bulup çıkarmasına fazladan övgüler sunmam gerekiyor. O iki kelime; "yalnız" ve "güzel"... Türkiye `yi tarif etmesi için bulup çıkardı onları Nuri Bilge dağarcığından... "Tutkuyla sevdiği" ülkesi için...
Çok içten, çok sahiciydi. Hemen karşılığını buldu bu ülkeyi tutkuyla seven diğer insanlarda. Herkesi duygulandırdı. Bu iki kelimenin ülkemize ne kadar yakıştığını, ne kadar uygun düştüğünü bir parça burkularak fark ettik. Güzeldi velhasıl...
Bir sanatçının söylediği ve ait olduğu toplumun insanlarının sessizce sahiplendiği bu duygular medya araya gyrmese muhtemel ki daha uzun süre etkisini sürdürecekti. Ama media araya girdi ve daima sessizce işini yapan bir sanatçının filmlerine göstermediği ilgiyi o tek cümlesine, özellikle de o cümlenin o iki kelimesine gösterdi.
Medyanın önde gidenleri (bu yazının icadı da bu tabir olsun), coşkuyla karşıladılar yönetmenin cümlelerini. Çoğu filmlerini bu kadar coşkuyla karşılamamıştı. Çoğunun bir kısmı muhtemelen hayatında hiç Nuri Bilge Ceylan filmi de izlememişti. Ama maydanoz olmadan edemedi hiçbiri.
Uzatmayıp işin mihenk noktasını yazayım: Türkiye`nin yalnız ve güzel bir ülke olduğunun ifade edilmesini coşkuyla karşılayan insanların tamamı bu iki kelimenin içini kafalarına göre doldurdular. Dolayısıyla bu iki kelime yalama oldu. Yönetmenin Türkiye`yi neden güzel ve yalnız bulduğunu anlayamadık. Çünkü bunu yönetmene soran olmadı. Kalemi, köşesi, ekranı olan herkes, Nuri Bilge`nin kendi kafasındaki bir şeyi ifade ettiğini vehmetti sadece. O da her zamanki gibi (muhtemel ki biraz da pişmanlıkla) sessizce işine baktı.
Ben bu süreçte Türkiye`nin yalnızlığı ve güzelliği hakkında kelam eden insanları şöyle bir gözden geçirme imkanı buldum. Tek bir konuda bile anlaşamayan bu insanların bu `duygu `ya böyle balıklama atlamalarını anlayamadım. Öyle ya birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bu kanaat erbabı, nasıl oluyordu da böyle bir konuda aynı şeyi aynı coşkuyla söyleyebiliyordu.
Bir kalem/köşe sahibi olarak kanaatimi söyleyeyim; bu konuda laf etmekten geri durmayan zevatın çok büyük bir kısmı Nuri Bilge Ceylan `ın bu iki kelimeye yüklediği anlamı hiç anlamadılar. Filmlerini olduğu gibi kelimelerini de ıskaladılar. Sadece Türkiye hakkında kötü olmadığını düşündükleri sözler söylediği için Nuri Bilge Ceylan `ı övgülere boğdular. Oysa bu iki kelimeden özellikle biri, yani "yalnız" kelimesi, üstünde çokça düşünmeyi gerektiriyordu. Zaten cümleye duyguyu ekleyen kelime de buydu.
Sezgilerim, yönetmenin "yalnız" derken yalnız bırakılan bir ülkeden sözetmediğini söylüyor. Peki neden sözediyor? Korkarım bu cevabı gazete okuyarak bulunabilecek şeylerden değil!
Gökhan Özcan, Yeni Şafak, 2.6.2008
..............................................
Yalnız ve güzel
Nuri Bilge Ceylan, ‘tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkesine’ Cannes’dan selam yolladığında o anı izlerken yaşadığım coşku biraz soğuyunca bu sözlerin de vasatın bekçileri tarafından içinde çırpındığımız bataklık diline hoyratça tercüme edileceğinden kuşku duymaz olmuştum. Nitekim o sözlerin meali çeşitli yorumlar halinde akıllıların köşelerinde boy gösterdi.
Kimileri Ceylan’ın bu sözleriyle milliyetçiliğini göstermiş olduğunu iddia ediyordu. Kimilerine göre Ceylan, başta AB olmak üzere dünyaya bir mesaj yolluyordu.
En aklıevveliyse Ceylan’ın ‘Türk’e Türk’ten başka dost yok’ demeye getirdiğinden emindi.
Fırsatçı küçük beyler de Ceylan’ın konuşmasına alkış tutarken Orhan Pamuk’la bir türlü kapatamadıkları hesabın peşinden münasebetsiz karşılaştırmalarla Nobelli yazarı bir kez daha vatan haini ilan ediyordu. Vatan mevzubahis ise her şey teferruattırcılar için elbette Ceylan’ın sineması da sadece bir tesadüf, bir propaganda platformuydu. Kaldı ki henüz Ceylan, Pamuk gibi kendi denetimlerinden tamamen kopmuş, ulaşamayacakları bir noktada değildi.
Kimileri Ceylan’ı yeterince Türk olmamakla, filmlerinde Türklük kültüründen izler taşımamakla eleştirdi. Bir de onu yapsa, filmleri tadından yenmezdi. Vatanını seven bir yaratıcı olarak pekâlâ Türkiye’nin imgesinin ıslahında kullanılabilirdi.
İşte tam da bu noktada başlıyor aslında, Nuri Bilge’nin, bu ülkenin, hepimizin yalnızlığı.
Yarı açık bir hapishane olarak tasarımlandırılmış Cumhuriyet devletimiz ve yılmaz bekçileri, bu sınırları aşıp dünyaya karşı bir yükselti üzerinden söz alan her vatandaşını, benzersiz savunma rafleksiyle, zanlı olarak görür ve değerlendirir.
Üstelik, burnunu herhangi bir sınır kapısından dışarı uzattığı anda kendisine bir temsilcilik, bir fahri konsolosluk görevi de yükleyiverir.
Nitekim, şirin popçuların, aç açına çalıştırılmış sporcuların, güzellik yarışması galiplerinin ‘Türkiye’yi en iyi şekilde temsil etme’ şiarında yadırganacak bir şey yok. Ancak farklı kültürlere tercüme edildiğinde böylesine fetihçi ruhlu, böylesine mücahit duyargalı, varlığını Türk varlığına armağan etmiş vatandaşların totaliter bir rejimi işaret edebileceğini de belirtmek gerek.
Ceylan’ın ‘yalnız ve güzel’ ülkesine yolladığı tutkulu selam, bana kaçınılmaz olarak Nabokov’un ‘sonsuza dek yitirdiği’ Rusya’sını hatırlatıyor.
Bu sözlerde de sürgünlüğün şiiri var elbette.
Kaldı ki Ceylan’ın sinemasının ıssız hüznü, sürgünlük duygusundan beslenen, sürgün olma halini kucaklayan bir duygudur. Kasabalılığa, şehirliliğe, çocukluğa, kadınlığa, erkekliğe sürgün edilmiş bireyin yalnızlığına, sıkıntısına yaklaşır. Yerleşik olanların kendini çoktan kaptırmış olduğu hız ve tekrar dünyasına söyleyecek sözü yoktur.
Belki sonsuza dek yitirmiş olduğu yalnız ve güzel ülkesine duyduğu hasretle bakar geçen zamana. Usulca. Kimileyin yakıcı bir sükunetle.
İlk filminden itibaren büyük bir inat ve sadakatle çalıştığı dünyasına biraz tanıklık etmişliğiniz varsa, onun çıkıp AB’ye, ABD’ye, Türk milliyetçilerine, irticacılara, laikçilere ya da kendi çıkınımızda ne ve kim varsa onlara yönelik imalarla konuşacak bir yaratıcı olmadığını gayet iyi bilirsiniz. Ama onun sözünü vasata eklemlemek, onun duruşunu vasat inşaatına payanda yapmak elbette olağanüstü cazip.
Vasat, toplumun her katmanına nüfuz eden totaliter bir örgütlenmedir.
Sarsılmaz iktidarının dışında kalanlara uyguladığı zulmün ağırlığı, toplumdan topluma değişir elbet. Ama farklı olmanın, muhalif olmanın bütün imkânları, büyük sermayenin dağıtım mekanizmalarına bağlanmış üretimle iğdiş edilmiş durumda.
Ama mesele bu değil. Mühendisinden öğrencisine, siyasetçisinden edebiyatçısına, her Türk vatandaşı, kişisel serüvenini Türkiyeli olmanın çarpıntılı varoluşundan çıkarmaya çalışıyor. Herkes, Türkiye’yi temsil etme azmi içinde dünyaya açılma gayreti içinde. Türkiye, sonsuz sayıda yoruma açık kriptik bir kutsal metinmiş gibi sürekli anlatılan, bütünlenmeye çalışılan, her fırsatta sınırları çizilen bir kavram. Dünyanın yegâne yabancısı olduğunu inanan milyonlarca Türkiyeli, birbirleriyle itişe kakışa dünya metropollerinde Türk’ün aslı olarak asıl Türkiye’yi anlatmak için üstüne çıkacak kürsü arıyor. En derinlerimize sinmiş cemaat duygusuyla ele güne Türkiyeli olmanın insanlara şöyle ya da böyle; dertli ya da gururlu, acılı ya da eğlenceli, kârlı ya da zararlı HAZIR bir kimlik sunuyor olması. Dünyaya karşı yapayalnız Türk imgesinin hemen her Türkiyelinin saklısında kendini yenileyip durduğunu anlatmak istiyorum.
Nuri Bilge’nin, aslında bire bir kendi serüvenini, kendi sinemasını, kendisini anlatan ‘yalnız ve güzel’ tanımlamasının kimi çevrelerde bu kadar heyecanla karşılanmasının sırtında işte böyle bir anlam yükü var. Onu da sürüye katmanın zamanı geldi, duygusu.
Onun sinemasını ‘küçük gören’, seyirci sayısıyla ölçen, ‘entel dantel’ bulanların Cannes başarısı sonrası ikircikli sevinçlerinde de Ceylan’ı benzetme; onun sinemasını hiçbir şeye benzetemeseler de kendisini ortalamanın hizasına getirme, benzetme hevesi var.
Konsolos sanatçı
Devletçi bakış, sanatçının farklı, kendi dünyasına sadık duruşu karşısında kimileyin alaycı, kimileyin kıyıcı ama her halükarda düşmanca davran ır; toplumun bu en kırılgan kesimi üstünde gerçek bir tehdit oluşturur. Bu tehdidin en önemli silahlarından biri, bu bakışın sanatın ölçümlerini saptama konusunda gösterdiği gayretkeşlikte tetiğini kurar. “Ben sanatçının ahlaklısını, milletini yurtdışında iyi temsil edenini, halkına devletini sevip saymasını; onu her şeyden üstün tutmasını öğretenini severim” der. Sanatçıyı bir diplomat, mümkünse bir kolluk gücü olarak tarihe yazmaya çalışan bu Devlet dili, sonuçta bir başbakanın tarihe geçme ihtimalinin bir sanatçınınki yanında pek küçük olduğunu iyi bilir. Bir milletin serüveninin, bir dilin aracılığıyla bütün dünyada akrabalar edine edine dolaşıma girebilecek bir güç edinmesinin ancak sanatla mümkün olabileceğini bilir. Denetimi üstünden eksik olmasın ister.
Oysa sanat, vatansızdır. Sanatın vatanı, kendi özgül dilidir. Tarihin gözü dönmüş iktidar çeşitlemelerinin ikide bir sanatçısını ‘vatan haini’ ilan etmesinin gerisinde bu uzlaşmazlık yatar işte. Sanatçı, elbette vatansız, dolayısıyla da gırtlağına dayanan; erdemini, yaratımını kısıtlayan vatanına belirli bir uzaklıktan bakan, gerekirse ona düşman olandır. “Sanatçının milliyetçisi olamaz mı, sanatçı ille de her konuda çıkıntılık yapıp vatanına sorun çıkarmak zorunda mı?” sorusuyla sanat ve kamuoyu, sanatçı ve aklıselim arasında kendini bir arabuluculuk göreviyle memur eden zevata cevap yapıştırırken hiç duraksamamak gerekiyor. Hayır. Sanatçının milliyetçisi olmaz. Sanatın kendi kaygısıyla egemen görüşün belirlediği milli menfaatlerin korunması arasında hiçbir bağ olamaz. Sanatçı, elbette ki sorun çıkarandır. Varoluş nedeni sorun çıkarmaktır. Kimi insanların banka memuru, kimilerinin marangoz kimilerininse sanatçı olduğunu ve bu insanların farklı dillerle farklı hayatları meşrulaştırmaya çalıştıklarını kabul etmek zorundayız. Şayet bu görüş size bir seçkincilik dayatmaya ayarlı gibi geliyorsa, yüreğinizi kabartan bu gereksiz suçluluk duygusundan bir an evvel kurtulun. Sanatçı, kendi seçimini yapmıştır bile. Özgür iradesiyle seçmesi mümkün olmamış da sürüklenmişse dahi kendini bulduğu nokta, tekinsiz, esintili bir kapı aralığıdır. Oranın etik’i farklıdır. Orada ılımlılık bir küfür, diplomasiyse züldür. Sanatçı, ölene dek devlet bursunu uygun taksitlerle ödemek zorunda olan bir vatandaş değildir. Sanatçının devletinden en fazla isteyebileceği; gölge etmemesi, sanatın dolaşımına müdahale etmemesidir. Sanat , öncelikle tenezzülsüzlüktür. Tenezzülün sarı suratı kapı eşiğinde beliriverdi mi sanat yenilmiş, hayat kazanmıştır. Güçlünün, zorbanın, zulmün yazdığı hayat.
Nuri Bilge Ceylan’ın tutkusu; hiç kimseye, hiçbir koltuğa borçlanmadan kurduğu sinema dünyası, onu çoktan dünyalı kıldı. Kendi ülkesinin seyircisi, kendisini onun dünyasına teslim etmekten kaçındı. Onun gözlerine, onun zamanına, onun diline kapalı tuttu kapılarını.
Belki bunun için yalnızdır Türkiye. Ve Nuri Bilge Ceylan gibi bir sanatçı çıkarabildiği için de güzel.
Yıldırım Türker, Radikal, 02.06.2008
.................................................................
Nuri Bilge Ceylan'ın ithafı nasıl yorumlanmalı?
12 Eylül ' den sonra hızla sığlaşan toplumsal entelektüel sermayemizin vardığı noktada şimdi üç kelimeyle yuvarlanıp gidiyoruz : Tutku, yalnız ve güzel .
Nuri Bilge Ceylan' ın ödülünü aldıktan sonraki ithafında yer alan "Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum..." çok manalı göndermesi, entelektüel hayatımızın heyecanı olmaya devam ediyor.
Sanki büyük bir şifre gizli Ceylan'ın bu kelamında. Kimileri, ülkenin yalnızlığını deşiyor, kimileri de güzelliğin üzerinde duruyor ya da tutkunun medyada özellikle hasıraltı edilmesinden, söz edilmemesinden yakınıyor.
Bu arada, Türkiye'nin yalnızlığına yeni bir anlam katılarak bu yalnızlık kutsallaştırılıyor : "Dünyadaki en 'kutsal yalnızlığımıza', dünyanın en büyük sanat ödüllerinden birinin ithaf edilmesi , dünya durdukça kuşaktan kuşağa onurumuz olacaktır... Yalnız ve güzel ülkemiz , yedi düvelin hukuk dışı ve çirkin kuşatmasına karşı direnirken; hukuka aykırı yapılaşma kararlarının mahkemelerimlzce durdurulmasında artış var."( Oktay Ekinci )
Bugüne kadar hep apolitik halleri ve demeçleriyle bilinen Nuri Bilge Ceylan da böylece ulusalcıların gözbebeği oluverdi birden ve tarafsızları da kapsayıverdi aynı zamanda.
Nuri Bilge'nin, kamu vicdanını titretmeye yönelik bir proje çerçevesi içinde toparladığı bu kelamın, şu ara Türkiye'de estirilen milliyetçilik rüzgârının, milli olarak tanıtılmaya çalışılan kültür ve değerler esintisinin dışında hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur aslında; zira bu rüzgar dindiğinde, bu kelam da sadece havada asılı kalır.
Bu arada, bu entellektüel zafiyet içinde yine de - en zor durumlarda bile ortaya çıkan- farklı sesler (buna sağduyunun sesi de diyebilirsiniz) duyulabiliyor tabii.
Bir Telesiyej okurundan gelen aşağıdaki örnekte olduğu gibi.
Ödemiş Hakimi, yazar Faruk Özsu, gönderdiği mailde diyor ki : "Nuri Bilge Ceylan, 'yalnız ülkem' diyerek metropol yalnızlığına gark olmuş kent yorgunu abla ve ablalarımızın ümitsizliğini mi anlatmak istiyor, ya da insanımızın birbirinden kopukluğunu mu? Niyet okuyucu olmak da istemiyorum ama riske gireceğim izninizle : Hiç sanmıyorum. Ama asıl mesele o sözlerden ziyade altında yatan ahlaki sorun bence; yani Sayın Ceylan, söylemek istediklerini birkaç anlama gelecek şekilde söylüyor. 1- Lafları en kaba haliyle anlayan sevgili halkına, sonuna kadar haklı ama dürüstlüğü ve doğruluğu nedeniyle dokuz köyden (İkiyüzlü Avrupa) kovulup yalnız bırakılmış mağrur ve yalnız ülke imasıyla 'ben de milliyetçiyim izleyin artık benim filmimi' mesajını veriyor. (Bu milliyetçi mesaj öylesine sevimsiz ki, mesajına katılmayacakların da huylanmamasına dikkat edilmekte, yani imayı fark etmeyen insanları aldatmakta beis görmemekte). 2- Diğer yandan kendi gibi apolitik olan ve apolitik sanat seven ama her şeyden ürküveren orta sınıfın 'sanatsever', 'ilerici' çoğunluğunun da bu şiirsel lafıyla ağızlarına bir parmak bal sürüp 'ödüllü bir film seyretmenin gururunu' yaşatmak niyetinde. (Normal sinema izleyicisi zaten bakacaktır filmine...) Anlayacağınız Nuri bey'in menzilinden kimse kaçamayacak ve filmini izlemeyecek kimse kalmayacak (bu kadar bölünmenin olduğu bir ülkede doğrusu bu kurnazlık tutarsa 'başarısını' tebrik etmek gerekebilir aslında, ama benim bildiğim şehvetin ne kadar büyükse, yani hedefi ne kadar geniş tutarsan ve ne kadar çok insanla kucaklaşmak istersen o kadar da çuvallama ihtimalin vardır.) Tüm bunlara ilaveten, 'masum ve çaresiz meleğin(yani Türkiye'nin) tecavüzcü Coşkun (yani Avrupa) karşısındaki onurlu yalnızlığı' gibi sığ bir göndermeyi çakacak olanlara da 'ben onu demek istemedim ki, ben zaten apolitiğim, benim derdim melankoliydi, kem küm... ' şeklinde bir kıvırtma payı hesap edilmiş. (Arkadaş benim mi içim karardı, ben de mi paranoyak laikçilerden oldum bilmiyorum ama şark kurnazlığının kokusu sizin de burnunuza gelmiyor mu? Nitekim lafla ilgili olarak Yavuz Bingöl'ün : 'Nuri , Avrupa'nın ikiyüzlülüğüne gönderme yapmıştır' demesiyle; 'köfteyi çakan' burnu delik gazeteci abilerimizin 'Beni bu yaşta hüngür hüngür ağlatmaya hakkın yoktu Nuri Bilge Ceylan' gibisinden hissiyat boğulmaları yaşamaları da; paranoyada çok da haksız değilim gibi düşündürüyor doğrusu. Malum 'biz bize benzeriz biz birbirimizi çok iyi anlarız") Faruk Özsu."
Nuri Bilge Ceylan'ın kelamında gizlenmiş, deşifre edilmeye muhtaç bir şifre varsa, şaka bir yana, sahiden bu şifrenin sadece melankoli olduğunu umut etmek istiyorum.
Telesiyej, Taraf, 6.6.2008
..................................................
Ödüller ve insanlar
Bir hikâyeyi orijinal anlatıcısının kelimeleri olmadan nakletmek imkânsız. Yine de denenebilir. F. Şensoy ödülle ilgili bir toplantıya katılamayıp düşüncelerini bir faksla iletmişti. Yıllar önce. “Ödül iyi bir şeydir” diye söze başlayarak. Son olarak, Fransa’da garlarda çok satılıp okunduktan sonra atılan romanların yazarı San Antonio’nun bir cümlesini aktarmıştı. “Ödül, basur gibidir hangi def-i hacet deliğine kısmet olacağı belli olmaz!” (Ben cümlede Şensoy’un tercüme ederek kullandığı kelimeyi değil, onun
bana kullanmamı önerdiği terkibi kullandım.) Ödül söz konusu olunca hatırlanmasa olmaz bir hikâye.
N.B. Ceylan’ın Cannes başarısını önemsememek olanaksız. Tam üzerine düşünürken bir başka ödüllü, O. Pamuk’un Avrupa Kupası, F. Terim, ultra-milliyetçilik konusunda Der Spiegel’e demeci. Onun üzerine Tarkan’ın (onun ödülü var mı, varsa da bilmiyorum) “Allahım bu ülkede yaşamayı nasip ettiğin için şükürler” açıklaması... İster istemez insan derin derin düşünüyor.
Ceylan, sinemada festivallerin önemini azımsamıyor. Ancak bütün o törenler, kırmızı halı, TV yayını, ritüelini ‘oyun’ olarak niteliyor. Kötü anlamda değil. Sahici bir oyun. Bence Altın Palmiye başarısının getirdiği o heyecan (ve gurur!) bulutu arasında hafif arada kaynamış bir değerlendirme. Tüm bu debdebenin, övgülerin, payelerin, pırıltılı şeylerin ‘gibi olduğunu’ söylüyor. Hem de ödül almış bir sanatçı olarak.
Hayatın içinde bir parantez olarak yer alan, kendine göre kuralları olan, hayatı yeniden düşünmeye götüren bir şey, oyun. Ceylan bir yandan ödülü alırken, öte yandan oyun değerlendirmesini yapıyor. Oyunu, sanat ve hayat gibi iki şeyden ayrı tutarak.
Ödülün hayatın içine çekilmeye çalışıldığı durumlar yok değil. Ya da sanatın boyası haline getirilmeye
uğraşıldığı durumlar. Her ikisi de beyhude. Ödül oyun olmaktan öte gidemiyor. Ceylan’ın ödülü belki
filmlerine biraz daha gişe yaptırır. Belki onu da yaptırmaz. Ne olursa olsun o tümüyle zihin dünyasının
ürünü sinemasına devam eder. Kendi yolunda yürür. Yalnız ve kararlı.
Kısa ve dümdüz, tek cümlelik ödül konuşmasına gelince. “Tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum.” Söylemek istediğini düpedüz söyleyen bir sanatçının cümlesi. Şairane. Üzerine en güzel yazıyı Y. Türker yazdı. Gerisi laf. Herkes bir yana çekmeye çalışsa da nafile. Bu sade cümlenin büyüsü bozulmaz.
Şimdi Üç Maymun’u beklemek lazım. Ödülün ilk anda gördüğü ilgi diner dinmez. ‘Küçük zaafların büyük
yalanlara dönüşü’ diye yazılmış bir yerlerde. Kusurlu, iyi insanların cennet-cehennemi. Sinema eleştirileri dijital çekim, montajda renklere müdahale, profesyonel oyuncular diyecekmiş, desin. Sinema yaparken hikâye anlatmaya takılmadan, kendi dilinde ve bir kocaman boşluk yaratarak yürüyen bir sanatçı.
Bir de büyük zaaflar var. Büyük zaaflara yer olmayan bir dünyada sanatın yanılsaması da düpedüz
yalan oluyor. Yerini büyük bir boşluk ve anlamsızlık alıyor. Bu boşluğu daha da büyütmek ise
kolay değil. Ceylan bunu başarıyor.
Ödül aslında bir bedeldir. Bedeli göze alamayan ödül oyununu oynamasın.
Sanata gelince. O ödülden anlamaz.
Serhan Ada, Radikal, 7 Haziran 2008
.........................................
Hayatın sıkıcılığıyla dürüstçe yüzleşen sinemacı
(...) Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde Lale Müldür'ün köylü amcaya anlatmaya çalıştığı şeyi, "yaşama sıkıntısı"nı anlatıyor durmaksızın. Fark şurada ki, muhatap(lar) bu kez neden bahsedildiğini gayet güzel anlıyor. Anlıyor ve çok büyük bir bölümü, onları kendi sıkıntılarıyla yüzleştiren bu aynadan nefret ediyor. Çok küçük bir bölümü ise gerçeklikten kaçıp yalan bir dünyada yaşamaktansa gerçeklikle yüzleşmenin daha dürüst bir tavır olduğu inancıyla o filmleri nimet sayıyor. Nuri Bilge Ceylan da zaten filmlerini sayılarının çok az olduğunu bildiği o insanlar için yapıyor. Onunla ilgili olarak yazılmış bir metinde dendiği gibi: "Stilindeki ısrarcılığın nedeni, bu dünyada kendisi gibi var olanların varlığına duyduğu inançtı." (Merih Akoğul, Milliyet Sanat Dergisi, Nisan 2007).
Nuri Bilge Ceylan sinemasının izleyicilerine bir ayna tuttuğunu ve izleyicilerin o aynada, bastırdıkları doğal varoluş sıkıntısını gördüklerini söylemiştim. Nuri Bilge Ceylan sinemasının "sıkıcılığı" üzerine kalem oynatanların bu eleştirilerini belirgin bir öfke eşliğinde yapmalarını ya da izleyicilerin çoğunun filmini izledikten sonra basitçe "beğenmedim"le yetinmeyip tuhaf bir sinirlilik içine girmelerini ben sözünü ettiğim bu "ayna"yla açıklıyorum.
Hayatını da öyle yaşıyor
Varoluş sıkıntısının (tersinden; yok olacağını bilmenin sıkıntısı da diyebiliriz) delirtici sahiciliğine ve gücüne karşı insanoğlu bugüne kadar iki tür tavır geliştirdi: Yokmuş gibi davranmak ve yüzleşmek. Nuri Bilge Ceylan, yüzleşmeyi tercih edenlerden... Ama o aynı zamanda bir davetçi... Hepimizi, mutlak yalnızlığımızı hatırlamaya çağıran bir davetçi:
"insanın toplumdaki yalnızlığı kadar evrendeki yalnızlığı da beni ilgilendiriyor. Bu nedenle insanın varoluşunu kozmik bir boyutla da ilişkilendirebilmeyi isterim."
Hayatını da öyle yaşıyor. Yalnızlık, basitlik ve yavaşlık tercihi, çoğunluğun kaçtığı, pek azımızın tercih ettiği "hatırlama"ya yönelik tercihler... Oysa "unutma"yı seçenler kalabalığa, tantanaya ve hıza yöneliyorlar.
Fotoğrafçılığı, kalabalıklarla teması gerektirmeyen bir meslek olduğu için seçtiğini defalarca söyledi. Derdini sinemayla daha iyi anlatabildiğini kabul etse de "Yalnız yapabileceğim bir sanattan kopmak istemem" diyen de o. Fotoğraf çekerken neler hissettiğini anlattığı şu satırlarda daha iyi anlarız onun yalnızlığa, sessizliğe, kendi kendiyle olmaya duyduğu ihtiyacı: "Gidersin rüzgârı hissedersin, yalnızsındır, bir huşu duygusu kaplar içini."
En güçlü, en derin, en sahici diğerkâmlıkların, en şiddetli vicdan patlamalarının, insanın "insan" üzerinde gerçekleştirdiği, ucu delirmeye açık derinlemesine tahlilden geçtiğini biliyordum. Nuri Bilge Ceylan'ın o insanlardan olduğu konusunda da bir kuşkum yoktu. Peki, onun kişiliğinde gösterebilir miydim bu ilişkiyi? Kendisiyle yapılmış söyleşilerde rastladığım iki anekdot, yanılmadığımı gösterdi bana. Bakalım siz de ikna olacak mısınız:
"Geçen sene IFSAK'ın düzenlediği kısa film yarışmasında tek seçiciydim ve bir süre kararsız kaldıktan sonra iki gencin çektikleri bir filme ödül vermemiştim. Birtakım teknik sorunları olduğunu düşünmüştüm. Belgesel dalında katılmışlardı ve kimsenin suçu olmadığı halde parçalanmak zorunda kalan bir aileden bahsediyorlardı. Zamanla bu film benim içime oturdu; çok dokunaklı gelmeye başladı, hatta bir yıl geçmesine rağmen aklımdan çıkmadı. Bir suçluluk duygusuyla IFSAK'tan filmi tekrar isteyip izledim ve çok beğendim. İşte bu yüzden de, bir sonraki projelerinde katkısı olsun diye ödülümü onlarla paylaşmak istedim. Onlar da gazetelerden öğrenip arayarak teşekkür ettiler. Şu anda da bir film yapmak üzerelermiş ve maddi sıkıntıları varmış. Yerine oturmuş gibi geldi bana."
Bu da ikincisi: "Geçenlerde, sevmediğim ve hiçbir zaman sevemeyeceğimi düşündüğüm bir insanı gördüm; tesadüfen önümde yürüyordu bir akşamüzeri. O omuzlarının düşüklüğü, o kafasının hafif yamuk duruşu öyle içime dokundu ki, onu her şeyiyle bağışladım. İnsanlar arkadan daha savunmasız görünüyor kesinlikle. Siz de özgürce vicdanınızı çalıştırarak izleyebiliyorsunuz onları."
Maksimum politik mesajı
Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü aldıktan sonra yaptığı kısa konuşmadaki sözlerini duyunca, eyvah dedim, şimdi birileri en istemediği şeyi yapacak, politik mesaj verdiğini söyleyecek. Öyle oldu nitekim. "Ödülümü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözlerini "Orhan Pamuk'a cevap", "ABD ve AB'ye cevap" diye yorumlayanlar dahi çıktı.
(...) Nuri Bilge Ceylan'ın "yalnız ülkem" derken "politik"ten çok "kültürel" bir şeyler söylemek istediğini ne kadar az insan anladı; ama sanırım buna da hazırlıklıydı. Sözünü ettiği ülkeyi hâlâ "dünyanın taşrasında" gördüğünü birkaç kez söylemişti ama kaç kişi durmuştu bunun üzerinde? Sonra taşra ile yalnızlık duygusu arasındaki gerilim üzerinde yükselen bütün o filmler; bu sözler o filmlerden bağımsız mıydı tümüyle?
Bari Nuri Bilge Ceylan'a "politika" yapmasaydık!
Alper Görmüş, Yeni Aktüel, 5-11 Haziran 2008
..............................................................
Sinemanın filozofu
İngiliz Dergisi Wallflower Press'te "Uzak" filmiyle ilgili bir makalesi yayımlanan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü'nden Doç. Dr. Ruken Öztürk Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını değerlendirdi.
"Nuri Bilge Ceylan son yıllarda Türk sinemasının en yaratıcı yönetmeni kuşkusuz. İsmi gibi bilge, bir başka deyişle sinemanın filozofu. Çanakkale'nin Yenice Kasabası'nda geçen çocukluğu, ablası, babası, eğitimi sırasında devam ettiği sinema dersleri ve fotoğrafçılığı, özel yaşamı, kısaca her şey sinemasını da derinden etkiledi. Sineması, kasabasından kaçma uğraşları içinde olan karakterlerle dolu. 1995'te kısa filmi Koza ile başlayan serüveni ilk uzun filmiyle yeni bir yola girdi: Kasaba (1997), Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak (2002) ve İklimler (2006). Yönetmenin ilk uzun üç filmi birbiriyle sıkıca örülmüş ve birlikte okunabilecek denli ilişkili tek bir çalışma gibidir. Önceki filmlerinde olduğu gibi taşradan kaçmaya çalışan erkek karaktere Uzak'ta bir başka mutsuz ve bu kez kentli erkek karakter eşlik eder. İklimler, kentteki hayatından mutsuz olan erkek karakterin mutsuz ettiği kadınları da içine alır. Bir anlamda Uzak'ta kısacık işlenen ve boşluklar bırakılan mutsuz sonla bitmiş ilişki, İklimler'de yönetmenin asıl ilgi alanına girer. Girmekle kalmaz eşi Ebru Ceylanla birlikte bu filmde oynarlar da.
Nuri Bilge Ceylan, son filmi Üç Maymun (2008) ile Cannes'da En İyi Yönetmen ödülü aldı. Aslında uluslararası alanda aldığı ilk önemli ödül değil bu. Mayıs Sıkıntısı ile başlayan çıkışı Uzak'la doruğuna ulaştı ve onun geniş ölçüde tanınmasının yolunu açtı. Öyle ki Uzak filmiyle uluslararası alanda Tarkovsky'ye ve Antonioni'ye benzetildi. Tanıtma için hep bir yerlere referans veren eleştirmenler Mayıs Sıkıntısını övmek için de İran sinemasının usta yönetmenlerinin elinden çıkmış kadar doğal olduğunu söylemişlerdi.
Uzak'la Cannes'da Jüri Büyük Ödülü aldığında ödülünü yurdundan uzakta, sürgünde ölen büyük yönetmen Yılmaz Güney'e adadı. Aynı filmle Muzaffer Özdemir ile Mehmet Emin Toprak'ın En İyi Erkek Oyuncu seçilmeleri de ayrı bir sevinçti. Ne yazık ki bu sevinç trajediyle de iç içeydi, çünkü kuzeni Mehmet Emin Toprak birkaç ay önce Ankara Film Festivali'nde ödülünü aldığı gece yeni arabasıyla yola çıkmış, ödülünü ailesine göstermek için Çanakkale'ye giderken kaza geçirmiş ve o sabah hayatını kaybetmişti. Üç Maymun Türkiye'de gösterime girene kadar bir süre sabırsızca bekleyeceğiz. Üç Maymun, yazıldığına göre gerçekleri gizleyerek ayakta kalmaya çalışan bir ailenin dramını anlatıyor. Ancak filmin ismi bile bilinçli bir biçimde görmeyen, duymayan, bilmeyen insanın o evrensel kötücül yanına odaklanıyor. Tıpkı diğer filmleri gibi bu filmin de çok katmanlı bir yapısının olması kimseyi şaşırtmayacak. Nuri Bilge Ceylan sineması çoğu zaman kişisel ve otobiyografik olma özelliği taşır. Bir tahmin yürüterek belki de Üç Maymun'da kişisel yönün her zamanki gibi şiddetle kaldığını ama otobiyografik kısmın gittiğini, belki giderek daha çok politikleştiğini göreceğiz... Ekibi hep çok küçük, ama son yıllarda bu yaratıcılığın en büyük paydaşlarından olan oyuncusu ve eşi Ebru Ceylan'ı unutmak olmaz. Türkiye'de seyirci Uzak'a ve İklimler'e epey uzak kalmıştı, artık izleyici "üç maymun"u oynamaktan vazgeçmeli. Ceylan, "Ödülümü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" diyerek gönlümüzü de çaldı. Bu kez sıra bizde; tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkenin insanlarının Ceylan'a teşekkür etmesinin zamanıdır."
Ruken Öztürk, Yeni Aktüel, 5-11 Haziran 2008
..............................................................
Nuri Bilge Ceylan Ergenekoncu mu?
Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri, Cannes’da söylediği sözler kadar tartışılmadı “yalnız ve güzel ülke”sinde. Liberal kesimden siyasal düzlemden çıkıp şairliğe sığındığı veya düpedüz milliyetçilik yaptığı eleştirileri gelirken “merkez medya” Ceylan’ı Cannes’lara göklere sığdıramadı.
Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri, Cannes’da söylediği sözler kadar tartışılmadı “yalnız ve güzel ülke”sinde. Liberal kesimden siyasal düzlemden çıkıp şairliğe sığındığı (Gökhan Özgün, Taraf) veya düpedüz milliyetçilik yaptığı (Telesiyej, Taraf) eleştirileri gelirken “merkez medya” Ceylan’ı Cannes’lara göklere sığdıramadı.
Merkez medyaya kızmaya gerek yok, zira o işini yapıyor, üstelik adamakıllı da iyi yapıyor. Althusser’in dediği gibi bir ideolojik aygıt olarak “tüm ‘yurttaşları’ günlük milliyetçilik, şovenizm, liberalizm, ahlakçılık vb. dozlarıyla besle”meye devam ediyor. “Atatürk milliyetçisi” büyük medyayla faşist yavruları, her ‘Türk’ gibi Nuri Bilge’nin de Avrupalılara “tokat gibi cevap” verdiğini düşündü. Zira bu “yalnız ve güzel ülke”de her daim milliyetçilik rüzgârları eser, o yüzden de bu durum şaşırtıcı değil (Ne kötü değil mi, hiçbir şeye şaşırmaz olduk artık.) Solun, İslamın bile ‘ulusalcılık’ adı altında faşizmden “Atatürk milliyetçiliği”ne kadar çeşit çeşit, soy soy milliyetçilikler soyladığı bir ülke burası. Ve her zaman “güzel ve yalnız” olduğu kadar “küstah ve milliyetçi” de.
3 Maymun’u seyretmemiş olsam da bildiğim kadarıyla Nuri Bilge’nin politik olandan kaçınan bir sinematografisi var. Oysa belki de sırf bu yüzden alttan alta politik de. Ama buna milliyetçi demek mümkün mü? Üstelik ilk filmlerinde (Mayıs Sıkıntısı, Kasaba) kendi şehrini ve ailesini anlatmasına rağmen ne “yerel bir dil”, ne de “asabiyyet” mevcut Nuri Bilge’de. Bilakis kendi memleketinde Çehov’u dillendiren, Uzak’ta kar altında bir İstanbul’u çekerek, kozmopolit bir şehri bile nötr hale getiren, evrenselleştiren bir yönetmen:
“[K]ar dış dünyayı kolayca hiçleştirir. Evrene tek bir renk verip evrenselleştirir. Barınan varlık için evren, tek bir sözcükle, kar sözcüğüyle dile getirilir ve ortadan kaldırılır.” (Bachelard, Uzamın Poetikası, İthaki.)
Porno filmi Tarkovski’nin Stalker’iyle kamufle eden de Türk aydınından ziyade evrensel bir orta-aydın ikiyüzlülüğü değil midir zaten? (Yoksa yönetmen Uzak’ta “hemşehrisine kötü davranan şehirli-yabancılaşmış apış arasına düşkün yarı-aydın”ları anlatarak Türk misafirperverliğine ve geleneklerine ağıt mı yakmaktadır?)
Nuri Bilge Ceylan’ın sözünün başını unutmamak gerekir: “Büyük bir tutkuyla sevdiğim… Yalnız ve güzel ülkeme…” Tutkunun şairaneliği bir yana kelimenin (passion) ikili anlamı bizi eros bağlamından öteye götürür. Zira passion (tutku) aynı zamanda ‘çile’ de demektir. Bu toprakların sanatçısı ülkesini her iki anlamda da ‘passion’la sever ve ona “kalan, şehidi [martyria: şahit] olmayan bir çilenin [passion: tutku] mutlak yalnızlığıdır,” (Derrida, Çile, Kabalcı.)
Dolayısıyla bu ülkeyi sevmek hem tutku hem de çile doludur. Nefret edercesine, kaçmayı düşünerek seversiniz. Bir gün düzelir umudu ve “bu memleket adam olmaz” karamsarlığıyla seversiniz. Ortaya koyduğunuz eserin takdir edilmediğini görseniz de seversiniz; takdir edildiğinde Ceylan örneğinde olduğu gibi ‘hatalı’ takdir edilmesine kahrolarak seversiniz. “Bu cennet, bu cehennem”i ateşli bir çile ve sabırlı bir tutkuyla, tutkulu bir çilekeş yalnızlığıyla seversiniz. Böyle sevdiğiniz için de bayrak-asanlar, “gerisi teferruatçılar”, katiller, tetikçiler, miting-teyzeler, sosyal faşistler, Türkçe bilmez lumpenproleterler sizi sevmez…
Ceylan, filmlerinde gündeliğin altındaki cinsiyet veya kimlik politikalarını anlatarak yeterince politik bir dile sahip zaten. Üstelik ‘çile’sinin de farkında. Bunun ötesinde kör gözüm parmağına ajit-prop filmler yapmak zorunda değil. Ama bu apolitiklikten vazgeçer de, mesela Ergenekon’un filmini yapacak olursa bir karnaval, daha da iyisi bir ‘sirk’ ortamı kurabilir. Bu hem “üç maymun”u oynayanlara uygun olur hem de Fellinivari olması sebebiyle Avrupa’da ses getirebilir. Ha, tabii bambaşka yollarla da çekebilir filmi: Team America gibi, ‘kukla’larla… Bilmem anlatabildim mi?
Celil Civan, Kafa Ayarı, 10 Haziran 2008
...................................................................
Güzel ve yalnız yönetmen
Yalnızlık yabancılaşma, şehirde/taşrada sıkışıp kalmışlık, iletişimsizlik ve daha bîr sürü can yakıcı konuya değindiği, her sahnesi bir fotoğraf karesi olan filmleriyle Türk sinemasının yüz aklarından olan Nuri Bilge Ceylan, 2008 Cannes Film Festivalİ ' nden en İyi yönetmen ödülüyle döndü. Atom Egoyan ve Clint Eastwood gibi önemli rakiplerini geride bırakarak hem de. Ama Ödülü kazanmasından çok ( zaten kendisi artık kazanınca sevindiren değil kazanamayınca üzen bir yönetmen olmuş bulunuyor diye düşünüyorum ) Türkiye ' yle İlgili kurduğu cümleyle kazındı daha çok akıllara; "Bu ödülü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum." Çok kapalı bir söz olduğu çok açık. Yalnızlık ve güzellik gibi kavramlar kişiden kişiye pek değişmez, hatta hemen hemen herkesin yalnızlık ve güzellik tanımları birbirine benzer diyebiliriz . Ama sözün sahibi yalnızlık temasını filmlerinde derinlemesine inceleyen ve estetik anlayışıyla çok farklı bir yerde duran Nuri Bilge Ceylan olunca, "yalnızlık" vurgusu Türkiye ' nin uluslararası camiadaki yalnızlığından, aynı şekilde " güzellik " vurgusu da ülkemizin pastoral güzelliğinden çok daha farklı şeyler ifade ediyordur diye tahmin ediyorum. Elbette benimki de bir tahminden ibaret. En nihayetinde dünyanın en prestijli film festivallerinden birinde en iyi yönetmen Ödülü almış birinin o anki duygularını tahmin etmek kolay değil. Ama öyle ya da böyle, bu söz söylendi ve o an Ödül törenini izleyen televizyon karşısındaki herkes önce Nuri Bilge Ceylan ' ın adını (Sean Penn ' in telaffuzunda biraz problem olsa da) sonra da Türkiye ' nin yalnız ve güzel bir ülke olduğunu duymuş oldu. Kahin olmaya gerek yok, bu film de Türkiye ' de hak ettiği ilgiyi görmeyecek. Tıpkı İkisi de yalnızca 35 bin seyirci tarafından İzlenen "Uzak" ve "İklimler" gibi, bu filmin kaderinin de aynı olacağını söylemek hiç de zor değil. Bunun temel sebebi kuşkusuz Ceylan ' a en iyi yönetmen ödülünü kazandıran "Üç Maymun". Nuri Bilge Ceylan'ın daha çok kalburüstü sinema izleyicileri tarafından tercih edilen bir yönetmen olması. (Bîr sanat dalı İçin "kalburüstü sanatsever" tanımı yapmak çok ironik olsa da, bu maalesef bir dünya gerçeği.) Oturup "Recep İvedik" le Nuri Bilge filmlerinin kıyaslamasını yapmak çok anlamsız bu yüzden.
Kültür elçiliği
Ama başka bir mukayeseye girişmek istiyorum, ki sanırım daha can alıcı, o da " kültür elçiliği " kavramı üzerinden olacak. Türkiye - yalnızlığından olsa gerek- kendini dünyaya tanıtma konusunda en hevesli ülkelerden biri. Mesela yurtdışına futbolcu gittiğinde Türkiye liglerindeki maçlar kadar heyecanlı izlenir "lejyonerlerîmizin" maçları. Onların takımı kazandığında kendi takımı kazanmış kadar sevinenler çok. Veya futbolu değil de, kültürün daha çok öne çıktığı müziği ele alalım. Tarkan'ın Fransa'da görece popülerleştiği yıllarda dillere dolanmıştı Tarkan ' ın kültür elçisi olduğu. Tarkan sanırım Fransa ' da unutulup gitmiştir ama Türkiye ' de hâlâ akıllarda, kültür elçimiz oluşu. Tabii bu alanda tek değil, Sertab Erener de Eurovision başarısıyla bir senelik kültür elçimiz oldu. Ancak kültürel anlamda nihai başarılara ulaşan iki isim, Orhan Pamuk ve Nuri Bilge Ceylan hiç göremedi aynı ilgiyi. İngilizce şarkıyla kazanılan Eurovision'un kabarttığı milliyetçi duygular kadar olamadı Nobel ödüllü bir yazarı orijinal dilinde okuyabilmenin verdiği coşku. Veya en İyi yönetmenin elinden çıkan filmleri altyazısız izleyebilecek olmanın hazzı da duyulmadı ki, Nuri Bilge Ceylan'ın Türkiye'de takdir ve hayranlıkla anılan bir isim olmasını beraberinde getiremedi. Tüm bunlar, kültür elçiliği lafının dillerde sakız olduğu bir ülkede aslında ne kadar düşük bir kültür seviyesine müptela olunduğunun göstergesi. Oldukça da acı ve ironik aynı zamanda. Ama sonuçta ne olursa olsun, Nuri Bilge yalnız ve güzel bir ülkede yalnız ve güzel bir yönetmen olarak yaşamaya, düşünmeye ve üretmeye devam edecek. Ama o nasıl "Uzak" la aldığı Jüri Büyük ödüiü'nü yalnızlığa sürgün edilmiş Yılmaz Güney'e adamayı bildiyse, hiç değilse günün birinde onun değerini anımsayan ve aldığı ödülü Nuri Bilge'ye ithaf eden birileri de çıkar diye düşünüyorum. Umuyorum en azından.
Hakan Sipahioğlu, Radikal, 10.6.2008
..................................................
(...)Biliyorum! Neredeyse yazmayan, irdelemeyen kimse kalmadı Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali ödül törenindeki sözlerini. Yine de kendimi alamayacağım bir kez daha anmaktan. Sakız edilmekle tadı ve anlamı bozulmayacak, ayağa düşürülemeyecek, şiir gibi sözlerdi : "Tutkuyla bağlı olduğum yalnız ve güzel ülkem!" Benim için bir hasrete, bir derin acıya, bir temiz tutkuya, bir buruk mutluluğa, bir inatçı umuda yeniden can veren sözler oldu Ceylan'ın sözleri.
Başarılıydı, kazanandı, her işiyle ses getirendi ve ( fakat ) yurdu kadar yalnızdı. Uzaklardan gelen bir sesti. Akustik bir ağıttı. Samimiyeti, çoktan yitmiş olduğu yerlerden bulup çıkarmış, temizleyip parlatmış, paylaşılmaya hazırlamış ve susup işine dönmüştü.(...)
Füsun Akatlı, Milliyet Kitap, 11.6.2008
.....................................................
Manevi taciz
Salı sabahı Sabah Gazetesi’nin ‘Yalnız ve Güzel Ülkenin Sevinci’ manşetini görünce ‘Yok artık!’ oldum. (‘Yuh artık’ değil de, ‘yok artık’- dikkâtinizi çekiştiririm.)
Nuri Bilge’nin en iyi yönetmen lafını kullanmalara doyamayacağız, anlaşılan.
Y. Türker’in yazdığı üzre ‘yalnız ve güzel filmler yapan’ bir adamın lafını aldık, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” paranoid lafımızın (ve de kafamızın) yanına tapuladık.
Arada şöyle minnacık bir sınır var: Bu sınırı ihlâl ettiğimiz anda, paranoid şizofren milliyetçiliğimizin topraklarındayız, cümleten.
‘Cümleten’ de, hiçbir cümleye gelmeyen, yalnızca kendi cümlesini kurmakta ısrarcı, müdanasız bir adamın/Nuri Bilge Ceylan’ın yani Cannes’da kürsüde edilmiş lafını, yakında Turkcell’in ya da Coca Cola’nın ‘Milli Takıma başarılar diler’ reklamının sloganı olarak duyarsak, şaşırmayalım.
Buna halk arasında ‘abuse’ deniyor. Kötüye kullanma? İstismar? Taciz?
Milletçek aradığımız Zafer Sarhoşluğunu, 11 adamın bir topun peşinde koşturması neticesinde elde edilen skorlarla lıkır lıkır yaşıyor/içiyor olabiliriz.
Ama futbolla hiçbir alakası olmayanlarımız da var! Yaaaa. Var böyle bir mutsuz azınlık.
Bir de tüm bu kırmızı-beyaz histerinin, bayrakların, Türklük Gururu! Türk’ün Zaferi! zart zurtunun tedavülden kalkmasını, en azından sürekli ağzımıza-burnumuza dayanmamasını isteyenlerimizin duyduğu dehşet duygusu, var.
Yüzünün yarısı beyaz yarısı kırmızıya boyanmış, yarısında ay diğer yarısında yıldız, milliyetçi bir holigan hayatta görüp göreceği başka bir başarı olmadığı için ‘Avrupa Viyana duy sesimizi!’ diye yırtınırken, evet acıma ve üzüntü de duyuyorum, ama korku da duyuyorum ben.
Gazetelerde de habire bu ‘Viyana Kapısındaki Türkler’ teması! Ağbi, bi türlü kalkıp gidemedik Viyana kapılarından. Hatta kapılarda bekleye bekleye kapıcı olduk!
Manşet altı, manşet üstü yetmiyor.
Tam Tam baş sayfadan dayanıyor önümüze Tur Atlamışlığın Feci (ve mecburi anlaşılan) Coşkusu.
Televizyonda bir bağyan yarı ağlayarak “Biz Türküz! Biz başarırız! Biz sonunda daima kazanırız!” okuyor. Hani 10 Kasımlar’da avluda şiir okuyan çocuk tonlamasıyla.
Oysa anladığım son maça bakarak “Türk’ün aklı sonradan başına gelir” çok daha iyi bir niteleme olacak.
Kalecimiz Volkan’ın (öğrendim bakın adını) yediği herzeler, Emre Belözoğlu’nun (anlaşılan) kaçınılmaz terbiyesizlik gösterisi, üstüne bol gelen kaleci formasıyla kaleyi korumak durumunda bırakıldığı için ellerini kaldırıp dua etmek zorunda kalan bir çocuk-
Bunlar çok tanıdık, bildik manzaralar değil mi?
Pek tabii bunlar da, futbol denilen bunca meftunu olan ‘siporun’ cilveleridir. Buyrun maçlardan, zaferlerden istediğiniz kadar zevk alın. Ama her birimizin bu aşırı milliyetçilik de içeren kabarmalar karşısında, eşit derecede duygusal katılım mecburiyeti yok. Olmamalı!
Sonuç olarak gerçekçi olalım. ‘Uzaklar’ı kırk bin kişi seyretti sinemalarda. ‘Recep İvedik’i dört milyon.
Şimdi kalkıp filmlerini 40 bin Türk’ün izlediği yalnız bir yönetmenin teşekkür ederken ettiği iki çift lafı, Recep İvedikler Çoğunluğunun sevincine malzeme etmeyelim. Sınır Aşımı.
Kalkıp Recep İvedik vari manşet atalım: “Bu katı görünüşün altında kedi gibi çevik Türk futbolcular var” vs.
İşte bu ketlenemez Sınır Aşımcılığımız yüzündendir ki (dayandık yine Viyana sınırlarına) Atatürk’ü ‘sevmeyen’ için dava açıyoruz.
Atatürk’ü sevmek mecburi. Yurdunu sevmek mecburi.
Öyle acayip bir ülke ki burası: Yurdun seni sevmiyor, ama sen yurdunu habire sevmek zorundasın.
Düşünsenize: anneniz (Anayurt) babanız (Babayurt) size soğuk, mesafeli. Reşit olduğunuz halde size (diyelim: başınızdaki türbana) karışıyor. Hiçbir hareketinize izin vermiyor. Hiçbir müstakiliyet girişiminize geçit tanımıyor.
Cezalandırıyor habire: Gözaltına almalar, mahkemeye vermeler, olmadı hapse atmalar. Katı kalbiyle otuz yıldır sizi bir savaşa sürüyor. ‘Ölen ölür kalan sağlar askerimdir’ mantığıyla.
Siz ise kayıtsız şartsız; bu sevgisiz ve nadan anayı, bu soğuk ve kaygısız babayı sevmek zorundasınız.
Oysa tam tersi doğrudur benim bildiğim. Ana-babalar koşulsuzca sever, korur, büyütür, kollar. Çocuğun da keyfi bilir: ister sever,
ister sevmez.
Bu yurdu sevmekten serhoşluk zarureti ve hatta ne kadar yalnız ve bahtsız bir yurdumuz olduğuna inanıp on bir adam son 20 dakkada iyi top sürüp başkasının ağlarını dalgalandırdı diye, ağlayıp bağırarak kendinden geçme mecburiyeti, Milli Takım Günleri’nde bazılarımıza (maalesef) fazla geliyor.
Bilmem bu çarpıntılığa müsaade buyurur musunuz?
Sizin kahramanınız: Arda.
Benimki Mehmet Bal. Adana’da Askeri Cezaevi’nde bileğinden kelepçelenmiş. Bekliyor.
Perihan Mağden, Radikal, 19.6.2008
|