Ödül, Kaz Dağları ile geldi
Esin Küçüktepepınar, Sabah Gazetesi, 27 May 2008
Cannes'da yarıştığı 'Üç Maymun' ile 'En İyi Yönetmen' ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan'ın bu büyük başarısı; aslında Clint Eastwood, Steven Soderberg ve Dardenne Biraderler gibi önemli yönetmenlerin arasından sıyrılması anlamına da geliyor. Bu önemli ödülü almadan bir gün önce yaptığımız söyleşide Ceylan, ödül konusuna gelince, "Mütevazi görünmek için söylemiyorum ama jürilerin beğenileri değişebilir, bu nedenle beklentim yok" demişti. Malum, mevzuyu değil ruh halimizi tercüme eden bir yönetmen kendisi. Yoksulluk, aşk ve ihanet gibi temaların etrafında dönen 'Üç Maymun'da, çaresizce verilmiş bir kararın; domino taşı misali anne, baba ve oğuldan oluşan çekirdek aile üzerindeki etkilerini anlatıyor. Yani bu kez olaylar örgüsünü düğümlemiş gibi görünse de, yine kendi imzasını atarak insanlık hallerini önemsiyor.
-Gazetelerin üçüncü sayfa haberi gibi bir konusu var ‘üç Maymun’un, senaryonun çıkış noktası neydi?
-- Çok hatırlamıyorum ama bir gazete haberi de olabilir. Ebru (Ceylan) ile üzerinde konuşurken çıktı galiba. Bir babanın fedakarlığı üzerine gözlerimizi yaşartan bir şeydi, unuttum şimdi. Senaryo süreci o kadar kaotik bir süreç ki başka şeyler devreye giriyor. Değişiyor herşey. Ama zaten yıllardır peşinde olduğum, çevresinde dolandığım temalardı bunlar. Belli ruh durumlarını ortaya çıkaracak taşıyıcı birtakım olaylara gerek duyuyorlardı. Öyle durumlar var ki bunlar gerçekten başımıza gelmedikçe nasıl tepki vereceğimizi bilmek zor. Öncesinde hayal bile edemiyeceğimiz tepkiler bunlar. Mesela bir genci çok sevdiği annesini tokatlamaya kadar götürecek ne olabilir? Bunun gibi biraz bıçak sırtı durumlar yaratmaya çalıştık.
-Senaryo aşaması nasıl gelişti?
-- Ebru, İklimler’in senaryosu üzerindeki hayati katkılarıyla beni şaşırtmıştı. Bu kez onunla daha profesyonel şekilde çalışmak istedim. İlk konuşmaların üzerine Ebru’nun oluşturduğu kaba bir taslağın üzerinde kış mevsiminde Ebru ile Kaz dağlarında bir otele kapanıp bir süre çalıştık. Bu kez senaryonun yapısı eski filmlerime göre biraz daha karmaşıktı. Detaylara dikkat etmek gerekiyordu. Bir süre sonra akşam yemeklerinde eğlenceli sohbetler yaptığımız arkadaşımız Ercan Kesal da aramıza katıldı. Ercan’ın daha önce senaryo deneyimi yoktu ama ortak Çehov sevgimiz ve yaptığı mecburi hizmet nedeniyle Türkiye’nin her yerinde yaşanmış zengin deneyimleri vardı. Senaryoya çok katkısı oldu. Üç kişi her gün biraraya geldik ve beyin fırtınası yaptık. Üç kişi çalışmak süreci epey hızlandırdı da. Ama şunu da söylemeliyim ki bu senaryonun asıl mimarı Ebru’dur. Gerçekten beni ve Ercan’ı çok şaşırtan bir performans gösterdi. Filmin anahtar sahnelerinde kilitlendiğimiz sıralarda mucizevi çözümler üretti.
-‘Üç Maymun’ ile bir auter sineması olarak yine Nuri Bilge Ceylan imzasını taşısa da bu kez kara film ve melodrama türlerinden esintiler var ve olay örgüsü gayet geniş. Filmografinizde nerde duruyor bu film?
--Bilmiyorum. Dışarıdan objektif bakınca daha kolay görünen şeyler bunlar. Ama yine de sanki senaryoyu yazarken bu kez eski senaryolarıma göre daha az hakim olduğum bir alanda at koşturduğumu hissediyordum biraz. Dolayısıyla bu filmde daha çok araştırma yapmak, daha çok tartışmak gerekti. Melodramayı severim ama inandırıcı bir düzleme çekildiğinde. Bunu yapmaya çalıştık.
-Filmden de anlaşılacağı üzere esasen kötülüğün ardındaki nedeni anlamaya çalışıyorsunuz diyebilir miyiz?
--İnsanın doğasını anlamaya çalışıyorum. İçimizdeki kötüye karşı merakım var. Hayatı katlanılır kılmak için belki. Ya da kendi içimdeki karanlık beni de korkuttuğu için. Kötüyü tanımayan bir insan gerçekten iyi olamaz. Senaryo yazarken, çekimde ya da kurguda karakterlerimin içlerindeki karanlık güçleri, kötü yanları, zaafları ortaya çıkarmak için hep fırsat kollamışımdır. İyi ile kötünün her karakterde birarada oluşu ve bunun dengesi. Belki de bir karakteri inandırıcı kılan budur. Her karakterde bu dengeleri gözetmeye ve bu nitelikleri ortaya çıkaracak olaylar yaratmaya özellikle dikkat etmeye çalıştık.
-Filmde aile içi iletişimsizliğin yanısıra onların dış dünyadan izole olmuş bir yaşantıları var değil mi?.
---Evet. Bu aile için, dünyada sanki onlardan başka hiç kimse yaşamıyormuş gibi bir dünya yaratmak istedim. Onlar için yaratılmış spesifik, özel bir dünya. Daha filmi yazarken bu dört karakter dışında kimsenin yüzünü göstermeyecek şekilde filmi çekebilir miyim diye düşünüyordum ve çekimde bir noktaya kadar da bunu yaptım. Mesela polis sorgusunda sadece polisin arkasından çekim yapmak gibi. Renklerle de çalıştım bu izolasyonu sağlamak için. Karışıklığı engellemek, onları biraz daha net ortaya çıkarayım istedim. Birtakım detaylarla çevreleri olduğunu vurguladık. Kadının ve oğlunun arkadaşlarının varlığını hissettirdik ama göstermemeyi tercih ettik. Yine de emin olamadığım ve korktuğum için bir takım çekimler yaptık tabii ki. İsmail’i arkadaşlarıyla gösteren bir sürü sahne vardı. Ama montajda daha emin olarak baktığımda ilk baştaki düşüncemin uygulanabileceğini düşündüm ve onları koymadım.
-Ancak montajda emin olunabiliyor diyorsunuz...
-- Ailenin karşı karşıya kaldığı durumlar, bir çok kişinin farklı tepkiler verebileceği durumlardı. Bunlardan olayların gidişatını istediğimiz yönde etkileyecek olup aynı zamanda en inandırıcı olanına karar vermek kolay değil. Bazen bu seçim montaja kadar kalabiliyor. Orada planlar üstüste çarpışmaya başladığında içinizde bir duygu oluşuyor ve emin oluyorsunuz.
-Aile içi iletişimsizliğe dönersek bireyler arasında kopukluk var ama baba ve oğul olarak erkekler arasında sanki daha bir dayanışma var. Senaryoda kadın çok dışarıda bırakılıyormuş gibi hissediyoruz, ne dersiniz?
--Bilemiyorum. Filmde böyle bir dayanışma var gibi gelmiyor bana. Hatta ana oğulun babadan gizli birtakım işlere giriştiklerini görüyoruz. Ama filmde iletişimsizlik meselesini anlatmaya çalıştığım söylenemez. Bunu bir kader gibi, hayatın kabullenilmesi gereken acı bir gerçeği olarak görme eğilimim daha fazla. Gerçek bir iletişim, zayıflıklarımız üzerinden kurulabilir ancak. Oysa genelde toplum içindeki edimlerimiz zaaflarımızı gizlemeye çalışma stratejisine dayanıyor. Babanın birden hapse girmesi oğlunun omuzlarına daha önce taşımadığı yeni bir sorumluluk yüklüyor. Daha sonra yaşananlar, bu sorumluluğun uzantısı olarak kendinden beklenenler ile kendi özünde olanlar arasında sıkışıp kalmasına ve Hamletvari acılar çekmesine neden oluyor. Ve bu durum oğlanın diğer erkeklerle dayanışıp kurtulabileceği bir durum değil. Nitekim daha trajik boyutlara ulaşıyor. Yani yaşananların niteliği, sadece kadının dışarıda kalmasına neden olmuyor. Erkekleri de durumla yalnız yüzleşmek zorunda bırakıyor gibi.
-Ama herşeyin sorumlusu kadın gibi görünmüyor mu?
--Belki ama kadın da birine tutulmak gibi başka bir durumda son derece masum görünebilecek birşey yapıyor sadece. Nitekim daha sonra Eyüp bunu öğrendiğinde çok da büyük tepki veremiyor. Sanki karısını tam da suçlayamıyor gibi. Karısının güçlü duruşuyla eyleminin arkasında duruyormuş gibi davranması suçun kendinde olan paydasıyla ilgilenmesine neden oluyor. Belki onu ihmal ettiğini ve onu yalnız bırakmaması gerektiğini düşünüyor. Sonuçta karısını sevdiğini ve onsuz yaşamanın anlamsızlığını derinden duyumsayan Eyüp, onu affetmesini mümkün kılacak bir formülasyon fırsatını kolluyor. Olayın başkaları tarafından bilinmiyor oluşu sebebiyle toplumsal aşağılanmaya maruz kalmayacak oluşunun ve son tanığın da artık yaşamıyor oluşunun yardımıyla karısını affetme gücünü buluyor. Çünkü karısını kaybetmemesinin tek yolu yine de onu affetmesinden geçiyor. Kadının, blöf olarak yapmış bile olsa intihar gibi cüretkar bir eyleme girişmesi kocanın onu affetmesi için bir fırsat doğuruyor. O da bu fırsatı kullanıyor. Sanki karısı yaptığının bedelini ödemiş gibi kabul ediyor. Bu durum Eyüp’ün gururunu ayaklar altına almadan karısını affetmesine zemin hazırlıyor. “Suç işleyip pişman olmuşu, hiç suç işlememişe tercih ederim”. Belki de ödenen bunca bedelden sonra artık bu aile daha sahici bir huzura kavuşabilir. Herkesin birbirini ve kendini suçladığı bir oğulun denizde boğulması gibi konuşulmayan olayların bile küllenmesi artık umut edilebilir belki .
-Kadının, melodramatik şekilde yalnız bir duruşu var. Oysa erkekler tüm hatalarına rağmen bir şekilde onurlu bir şekilde işin içinden sıyrılıyorlarmış gibi görünüyorlar, yanılıyor muyum?
--Bu nasıl okuduğunuza bağlı. Oğlan mesela belki arabaya sahip olabilmek uğruna, belki içinde olaya müdahele edecek gücü bulamadığı için olan biteni görmemiş gibi yapıyor, babasına da söylemiyor. Sadece babasına acıyor ve kendi suçluluk duygusuyla mücadele ediyor. Patron ise kaybettiği seçimlerin ve siyasi camiadan arkadaşları tarafından alay edilip aşağılanmasının intikamını kendisi için hapse girmiş birinin karısını ayartarak alıyor. İçinde uyanan şiddeti ancak böyle dindirebiliyor. Sonunda da işin içinden hiç de onurlu bir şekilde sıyrıldığı söylenemez. Fedakarlık yapmış gibi görünen Eyüp’ün bile birtakım bencillikler yapmış olduğunu düşünebiliriz. Nasıl formüle edeceğinize bağlı. Affetme edimini onurlu bir eylem gibi yorumlamak zorunda değiliz. Karısı olmadan yaşayamayacağını duyumsayan erkek, kendi acı çekmemek için onu affetmek zorunda kalıyor diye de düşünebiliriz. Önce karısı intihar ederse bütün meseleler çözülüverecekmiş gibi gelir ama gerçekten yüzleştiğinde bu olaydan temiz bir şekilde çıkamayacağını hissederek onu affetmeyi tercih ediyor. Bunu karısı ve ailesini kurtarmak için yapılmış onurlu bir eylem olarak yorumlamak zorunda değiliz.
-Bir anne olmasına rağmen ölen baba ve oğulun aksine küçük oğulun ona görünmemesini nasıl yorumlayalım?
----Onu da çekmiştik ama montajda kullanmadım. Çocuğun ölümüyle ilgili suçluluk duyanlara görünmesini tercih ettim. Oğlan denizde boğulduğunda abisi ile beraberdi muhtemelen. Baba ise her olaydan kendini sorumlu tutma potansiyeli yüksek biri olduğu zaten sonradan anlaşılıyordur diye umut ediyorum. Bunu annenin çocuğa sevgisizliği şeklinde yorumlamak doğru olmaz.
-Sevgisizlik değil de belki anne, eş ve kadın olarak pek de yerinin olmadığı yorumu yapılabilir mi acaba?
--Hayır. Anne olarak kale alınmadığı üzerine bir detay var mı filmde peki?
-Yok ama belirli davranışların toplamından oluşan genel bir izlenimden bahsediyorum. Anne tokatlanıyor, itilip kakılıyor.
--Tokatlanıyor ama acının çıkış yolu bulamadığı bir anda ortaya çıkan çok travmatik bir durum o. Normalde olan bir şey değil. Bu nedenle anne de çok şaşırıyor zaten. Düğün sahnesinde filan da zaten anneye özel bir sevgisi olduğu hissediliyordu oğlanın.
-Duruma göre değişebilirim, bukelamun gibiyim demiştiniz.
--Çekimde pratik çözümler bulma konusunda söylemiştim onu. Mesela bir mekanla ilgili bir sorun çıkarsa hemen başka bir yere adapte olabilirim ama hikayenin özü konusunda değişmem tabi. Bulutlu havada çekim yapmak isterken güneş çıkarsa hikayemi hemen güneşe uyarlamaya yeltenirim. Günlerce beklemek yerine. Bu tarz şeyleri kastettim orda. Ama sette enerjimin çoğu oyuncularla uğraşmaya gider.
-Doğaçlamaya bakışın nasıl?
--Sınırları belli dar bir alanda doğaçlama severim. Bazen hayalgücünü aşabilir. Önce senaryoyu çekerim. Bu çekimler sırasında kafamda yeni fikirler de oluşmaya başlar. Onları da çekerim. Bazen başka alternatifler ve çeşitli duygu dozlarında çekimler de yaparım. Ardından eğer oyuncuda doğaçlama kabiliyeti hissetmişsem, biraz da doğaçlama çekerim. Ama tabi belli sınırlar içinde kalmak şartıyla. Zaten oyuncu sahnenin daha önceki çekimlerinden sınırları aşağı yukarı hissetmiş durumdadır. Oyuncuda bu yetenek azsa fazla zaman harcamam. Bazıları hayal gücümü aşan şeyler çıkararak beni şaşırtır. El elden üstündür ve herkesin hayat deneyimi zenginlikler barındırır.
-İlk kez yakın çevrenizden uzaklaşıp tiyatro deneyimi olan veya Yavuz Bingöl gibi ünlü bir figürü tercih ettiniz, nasıl bir karardı?
--Farketmiyordu, ben kasting direktörüne amatör de olur, profesyonel de demiştim. Sadece deneme çekimine baktığımda gözüme o karaktermiş gibi görünmesi önemli benim için. Ajans nedense hep eğitimli oyuncular gönderdi. Amatörleri de deneyebilmek için gazeteye ilan verdik. Ayrıca Kumkapı’da haftasonu çok genç oluyor, oraya asistanlarımı gönderdim, amatör gençlerle de deneme çekimleri yaptık. Ama ajansın gönderdiği ve eğitimli bir oyuncu olan Rıfat kısa sürede öne çıktı ve bizi hiçbir zaman pişman etmedi. İlk ve en kolay seçimimiz o oldu. Baba rolüyle ilgili umutsuzluğa düştüğümüz bir dönemde bir klip çekimi nedeniyle yapılmış bir gazete haberinde Yavuz’un bir resmini gördüm. Bakışı hüzünlü ve derin geldi. Hemen “O şimdi mahkum” ve “O şimdi asker” filmlerindeki oyunculuğuna ve sesine tekrar baktım. Deneme çekiminde çok minimal oynadı. Sonra Ebru ile çektiğim testleri izlerken bize anında “aradığımız baba karakterini bulduk” duygusunu verdi. Erken seçimler nedeniyle çekimi bir ay öncesine almak zorunda kaldığımız için oyuncu seçiminde çok sıkıştık.
-Erken seçimler niye etkiledi?
--Çünkü senaryoda miting sahneleri ve bayraklarla donanmış sokak sahneleri filan vardı. Bunları çektik ama daha sonra filme koymadık.
-Burası özgün sinemacıların baştacı edildiği ve yıldız misali karşılandığı bir yer ve siz de büyük bir ilgiyle karşılaşıyorsunuz. Filmleriniz hakkında konuşmayı sevmeyen bir kişiliğiniz olduğu düşünülürse bu ilgi sizi nasıl etkiliyor?
-- İlgi kısmı hoşumuza gidiyor tabi ama bazen dünya basınına söyleşi vermekten o kadar yorgun düşüyorum ki arada fırsat bulup bir iki filme gideyim desem uyuyup kalıyorum. Ama olsun. Napalım. Buraya gelirken şalteri açıyoruz, dönünce de kapatıyoruz. Ne de olsa kısa bir süre olduğu için dayanıyoruz artık. Film dünyanın bir sürü ülkesine satıldığı için her ülke filmi vizyona sokacağı zaman kendi ülkesinin medyasında söyleşi yayınlansın istiyor. O nedenle filmin satıldığı ülkelerden gazeteciler söyleşi isteyince onlara hayır demek pek kolay olmuyor. Reddetmeye kalksam, “günümüzde auther sineması sanatçısının desteği olmadan nasıl yaşayabilir Nuri!” diyerek vicdan uyandırıyorlar ve bu söyleşileri yapmamı özellikle rica ediyorlar. Şimdi yapmasam vizyona çıkacakları zaman ülkelerine çağırıp daha çok yoracaklar. Neyse, şikayet ediyorum gibi görünmesin tabi, çok sanslı olduğumu düşünüyorum ve şükrediyorum tabi. Bunlar işin cilveleri...
|