|
YİRMİBİR
MİMARLIK DERGİSİ Nuri
Bilge Ceylan ile kişisel yolculuklar.. Geçtiğimiz
günlerde Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak filmi, Cannes Film Festivalinin ana
yarışma bölümüne seçildi. Taşranın zamansızlığını konu edinen Mayıs Sıkıntısı'ndan
farklı olarak Uzak, kentin kapalı ve dışına çıkılmaz yapılarını tarifliyor.
Fatih Özgüven'in sinema ve yaşam arasındaki kesitleri yakalayan bakışı,
bizi yönetmenin özdeneyimleri ile kurgusal mekanları arasında gezdiriyor. Nuri Bilge Ceylan: Hayır. Bilinçli bir seçim değil o, ama kentte hayat daha çok iç mekanlarda örgütlenmiş durumda tabi. Kalabalığa çıkıyorsunuz. Sonra bunalıp eve kaçıyorsunuz. Evde her şey, internet, kitaplar ve yalnız kalabileceğiniz bir ortam hazırlıyorsunuz. Köyde insan evde durmaz pek. Dışarılara çıkılır, orda geçer hayat. FÖ: İç mekan, dış mekan diye şunun için sordum, taşra ve şehir ekseninde olayı içeriler ve açıklıklar gibi anlatıyorsun biraz. Açıklıkların ıssızlığı… Şehirdeyse kapalı mekanlar kapalı mekanların hem sığınma özelliği hem kısıtlayıcılığı var. Bu bakımdan iki filmi düşününce birisi işte güneş ve aydınlık, ötekisi kar ve karanlık, iç mekanlar duygu olarak karakterler mesela Mayıs Sıkıntısı’nda içeri girdiklerinde ne oluyor dışarı çıktıklarında ne oluyor? Uzak’ta içeri girdiklerinde ne oluyor dışarı çıktıklarında ne oluyor? İç ve dış meselesini duymak istiyorum biraz. Filmlerin eksenlerinden birisi bu. Açık hava ve iç. NBC: Daha somut nedenler de var tabi. Uzak kışın geçiyor. Kışın iç mekan daha önemlidir. Soğuktur içeri kaçarsın. Öbürü yazın geçiyor dolayısıyla insan evde durmaz dışarıda dolaşır. Dışarısı çeker insanı. Benim için çok özel anlamları yok. Sadece bu karakter ne yapar? Yola çıktığım tek şey o. FÖ: Peki şöyle söyleyeyim. Mesela Mayıs Sıkıntısı kışta geçseydi de Uzak yazda geçseydi o karakterler o mekanlarda nerede olurlardı? Tersinden bakarsak. Şehirde dış neresidir, kasabada neresi? NBC: O zaman Mayıs’ın da iç mekanları artardı tabi. Tarla sahneleri olamazdı. Muzaffer ile Saffet fabrikanın dışında değil içinde bir yerlerde konuşurlardı. Uzak yazın geçseydi çay bahçesi sahneleri koyardık belki kafe sahneleri yerine. Bunun gibi teknik meseleler bunlar. O kadar da önemli değil. Bu karakter ne yapar diye düşünüyorsun ve ona inandırıcı bir cevap arıyorsun. Yusuf yıllardır duyduğu İstanbul’a gelmiş, Mahmut’un evinden çok dış mekanları merak ediyor tabi. Biraz hep duyduğu yerlere gidecek, işte, Sultan Ahmet, Eminönü, Beyoğlu, ya da işinin olduğu yerlere, gemi şirketlerinin olduğu yerler, limanlar. Öncelikle İstanbul onun için bu anlama geliyor, o nedenle dışarda dolanıyor daha çok. Ama Mahmut’u kışın dışarılara çıkarıp üşütecek heyecanlar kalmamış artık. Hayatını evinde sıkıştırmış daha çok. Bir yere gideceği zaman da arabası var zaten. Arabayı da iç mekan sayabiliriz herhalde. FÖ: Mayıs'ı düşününce, yönetmen için orda iç mekan sanki özlediği bir yer. Annesi, babası vs. hem de bir şekilde kaçtığı. Oraya sığındığında geri döndüğünde mutlu mu değil mi? Çocuk içinse iç mekan boğucu bir yer ama dış mekan da öyle gibi geliyor Mayıs'ta. NBC: Şimdi tabi Mahmut'un gelmesiyle, Saffet için, yaşadığı yerin anlamı biraz değişiyor. Çünkü bir umut ışığı beliriyor. Artık etrafındaki her şeyi bu umut ışığının etkisiyle görmeye başladığı için daha boğucu hale gelmeye başlıyor herhalde. Çünkü artık İstanbul'a gidebileceği umudu belirmiştir ve etrafındaki şeyleri belki bu bağlamda artık görüyordur. Daha önce kendisini belki alıştırmış olduğu bu hayat o noktadan sonra daha boğucu gelmeye başlamış olabilir. Oradaki yönetmen içinse farklı. FÖ: O karaktere özellikle atfettiğin ve çekinmeden altını çizdiğin bir bencillik var. Çevresindeki insanları kullanma konusundaki istekliliğini hiç gizlemiyorsun. NBC: Otoritemizin etkili olabileceğini hissettiğimiz insanlarla ilişkilerimizde hepimizin içinden böyle bir davranış bence çıkabilir. Genellikle kentliler taşraya gittiği zaman o insanların bonkörlüğünden teklifsizce yararlanırlar. Hatta neredeyse bu bir hak gibi de hissedilir. Tüm dünyada böyle. Amerikalılar da bir üçüncü dünya ülkesine gittiklerinde aynı şey olmuyor mu? FÖ: Ama yönetmen iki arada. Yani kentli değil aslında. Kentliliğin bazı özelliklerini benimsemiş birisi. Kendisi de bunların farkında. Kimi zaman bundan tedirgin kimi zaman değil. Kentliliğin işe yarayan bir takım özelliklerinden faydalanıyor çekinmeden. NBC: Gerçek bir kentli belki farklı davranır. Bilmiyorum. Kırda hiç yaşamamış bir insan aynı şekilde davranmayabilir. Hatta bazen o durumlarda birden taşralı kentliyi parmağında oynatmaya başlayabiliyor. Bir kurnazlık mücadelesi. İnsan ilişkileri de hayvanlarda olduğu gibi karşımızdakinin zayıf taraflarını keşfetmeye çalışmakla, kollamakla geçiyor belki. Çehov'un hikayelerinde çok var. Adam birtakım ideallerle kasabaya gider ama o kasabalıların dünyasını iyi tanımadığı için kısa zamanda hayal kırıklığına uğrar. Aldatılır, kullanılır. Oysa hayatının bir süresini orada geçirmiş bir insan, yöre insanının davranışlarının içindeki niyetleri daha çabuk sezer. Ve gerekiyorsa onları kullanmayı daha iyi becerir. İşlerin kendi istediği yönde gitmesini sağlayacak stratejiyi daha kolay geliştirir. Filmdeki Muzaffer o insanları parmağında istediği gibi oynatabilecek sezgiye ve bilgiye, ve tabi güce ve karaktere fazlasıyla sahip görünüyor. FÖ: İki tarafın da bilgisine sahip açıkça? Peki onun suçluluk duygusu nedir tam olarak? NBC: Tam olarak söylemek kolay değil tabi ama bunu biraz da seyircinin tahmin etmesi gerekiyor. Ben bir seyirci olarak baksaydım: Ailesine karşı duyulması gerektiğini düşündüğü belli bir sevgiyi duyamamak, illa film yapmaya çalıştığı halde neden böyle bir film yapmaya çalıştığı ile ilgili başat, hayati bir neden bulamamak gibi şeyler düşünebilirdim. FÖ: Şunu söylemek istiyorum. Uzak’taki kentlileşmiş karakteri içerde görüyoruz, kendi kabuğunda, bazen dışarıda, kendi belirlediği alanda aşağı yukarı. Şimdi oraya yabancı bir unsur geldiğinde ne oldu? Uzak sanki biraz da bunun hikayesi. Yani geliyor çoraplarını çıkarıyor, işte ayak kokusu meselesi çok önemli bence, ayakkabılarını koyuyor giriyor içeri. O nasıl bir eşikte? Hem yönetmen açısından, hem kendi açısından, hem senin açından istiyorsan? NBC: Şehirde yaşamak insana bir takım rolleri oynamayı zorunlu kılıyor ve bu rolleri oynamaksa bazılarımız için hiç de kolay değil. Birtakım maskeleri elbise değiştirir gibi çıkarıp takmak! Toplumsal hayat, insan ilişkileri çok ağır olabiliyor bazıları için. Benim gördüğüm kadarıyla Mahmut karakteri böyle bir insan. İnsan ilişkisini kendisinde duygu yükü bırakmayacak bir hafiflikte yaşayabilen bir insan değil. Dolayısıyla dışarı çıktığı zaman bayağı yüklenmiş olarak, dolmuş olarak eve dönüyor. Ama yine de yalnız kalabildiği tek yer ve bunu hissetmediği tek yer evi. Yani bu yükü boşaltabileceği. Evi onun için bir kale olduğu için kendisini dış dünyadan koruyan, bu içerden fethedildiği zaman rahatsız oluyor doğal olarak. FÖ: Fethediliyor mu yani? NBC: Giriliyor evine bir şekilde. FÖ: Arka odaya da olsa. NBC: Evet. Sonuçta alıştığı ve ritüelleştirdiği düzeni bozuluyor. Tabi ki bir vicdanı da var. Vicdanıyla bu rahatsızlığın yarattığı duyguların arasında kalıyor. Bazen o ağır basıyor, bazen öbürü. FÖ: Taşradan gelen çocuk açısından nasıl? NBC: O zaten evde bir dünya kurmayı gerektirecek bir ruha sahip değil. Hayatın daha içinde bir insan olduğu için, çok daha rahatsız edici bir pozisyonda olmasına rağmen yine de ben Mahmut'tan daha rahat olduğunu düşünüyorum. FÖ: Ama o da dışarıda rahatsız
sanki. Bilmediği bir dışarısı. FÖ: Peki kalenin içine yavaş yavaş girdiğinde bir şekilde orayı fethettiğinde senin tabir ettiğin gibi. O zamanki hissi nasıl? Her an kovulabileceği duygusu içinde mi? NBC: Bir noktadan sonra böyle bir şeyi hissediyor tabi. Başlangıçta değil ama. Çünkü akrabalık hukukunun ona öğretildiği şekli evden kovulabileceği hissini pek vermiyor. Ama bir noktadan sonra böyle bir tehlikenin varlığını sezdiğinde biraz daha temkinli oluyor ama yine de bu tür meseleler onun için çok büyük meseleler değil. Yani Mahmut için çok daha küçük bir şeyin yarattığı meseleden daha küçük bir mesele gibi görünüyor bana. FÖ: Yönetmen için daha çok daha farkında olduğu bir mesele değil mi? Evinin fethedilmekte olduğu,özel alanına girilmiş olduğu meselesi. NBC:Onun dışında çok daha küçük sorunlar bile Mahmut üzerinde daha derin izler bırakabilir. Çünkü o yaşadığı şeyleri daha çok sorgulayan, daha çok soru soran bir insan. FÖ: Ne zamana kadar taşrada kaldın? NBC:İstanbul’da doğdum. İki yaşımdan on yaşıma kadar Yenice’de kaldık. Sonra tekrar İstanbul’a. Ailem de İstanbul’da yaşıyor. Filmdeki gibi değil yani. Yıllar sonra babam emekli olduktan sonra tekrar oraya döndü. Yarı orda yarı burda yaşamaya başladı. Aralarda yaz tatillerinde sık sık gittim. Bazen yıllarca hiç uğramadığım oldu. FÖ: Ama çok fazla o bölgeye gitmek hoşuna gitmiyor ve geri mi adım atıyorsun? NBC: Esasen ben taşrada da yaşayabilirim. O kadar da boğucu gelmiyor bana. Benim evim nerdeyse orda yaşayabilirim. Yani Paris'e de koysanız işte köye de...Yani kitaplarım, dünyam, müziklerim... Onlar neredeyse... Şehirde vazgeçemediğim tek şey kalabalıklar içinde yalnız kalabilmek, yürümek filan. O duygu bana iyi geliyor. Tabi ki taşradaki insan kalitesi beni etkiliyor, beni şaşırtan ve bazen suçluluk hissettiren şeyler oluyor. Vicdanımı uyaran ve bana çok soru sordurtan bir tarafı var taşranın. Kentte sormayı unuttuğumuz sorular, duygular çoğu. Mayıs Sıkıntısı’nda rol verdiğim Pire Dayı diye bir dede vardı, Ebru ile onu ziyarete gittik son gittiğimizde bir yaz günü. Köyüne gittik, tarladadır filan dediler, tarif ettiler, bir takım tarlalardan geçtik, ücra bir tarlaya vardık. Bağırdık falan tarlada yok gibi görünüyor. Sonra tarlanın ortasına doğru yürüdük, gariban bir tarla, ekinler biçilmiş falan ve birden onun orda alakasız bir yerde uyuyakaldığını fark ettim, böyle ufacık kısacık bir adam, böyle yatmış tarlanın ortasına, buruşuvermiş böyle ve uyuyakalmış. Görünüşü tarlaya uyum sağlamış gitmiş. Ne var bunda denebilir. Ama bana değişik gelen şey şuydu belki. Uyumak için özel bir yer seçilmemişti. Bir ağaç altı, çimenlik bölge gibi. Ot biçerken yorulduğu anda kendini bırakıvermiş gibiydi. Tam anlamıyla hak edilmiş bir uyku gibi görünüyordu. Bilmiyorum, bunu anlatmak zor ama sanki çok önemli olan bir şeyleri yaşamıyormuşum, çok temel bir şeyleri kaçırıyormuşum duygusu uyandırıyordu. Kentte yaşayanlar için insan ilişkisi çok önemli hale geliyor, çünkü o da çok zengin birşey ve bir süre sonra insan ilişkisinin karmaşası ve zenginliği karşısında doğa biraz ilkel kalmaya başlıyor. Zorlama bir gerekçeyle doğa ile ilişki kurulmaya kalkınıldığında ise bu bağ biraz yapay kalıyor. Hatta bazen doğada uzunca bir süre kalınca sanki ölmüşüm gibi bir duyguya kapılıyorum. FÖ: Doğa bana da ölümü hatırlatır. NBC:Zaman da ortadan kalkıyor sanki. FÖ: Bir kıpırtısızlık anı gibi. NBC: Mayıs Sıkıntısı’nı çekerken doğayla çok işim vardı. Ama doğada yalnız olmak bambaşka birşey. Çekim sırasında insan ilişkisini de taşımıştık oraya doğal olarak. Doğayla bana bu soruları sordurtacak bir ilişkim olmadı dolayısıyla ama daha sonra film bittikten sonra tekrar gittiğimde tek başıma, aynı tarlaya gittim ve çekim yaptığımız yerlerde durup orda yere uzandım ve gökyüzüne bakmaya başladım. Dallar hafif hafif kımıldıyor rüzgardan, çok uzaktan koyun çıngırakları, hafif bir su şırıltısı geliyor falan yani bir anlamda katlanılabilecek bir şey değil. Yani ölümün ta kendisi gibi bir duygu. Hayatın kozmik boyutuyla bir ilişki gibi. FÖ: Peki ölüm seni ürkütür mü genel olarak? Toprağın altına girecek olmak nasıl bir...? NBC:Her insan kadar. Mehmet Emin'in cenaze töreninde, baktım üç gün önce gördüğüm çocuk... Hiç birimizin anlayamadığı, hiç bir felsefenin hiç bir dönemde yanıtlayamadığı bir şey sonuçta; hayat, ölüm ne, niye yaşıyoruz sorusunun cevabı. Muhakkak ki her cenaze töreninde bir ütü geçiyor hayatın üstünden ve herkes bu soruları soruyor kendisine. FÖ: Peki şöyle düşünür müsün hiç? Toprağa karışacak olma fikriyle barışık olan insanlar, barışık olmayan insanlar vardır gibi gelir bana. Kentlilik ve taşralılığın tarifi de bu olabilir gibi. NBC:Kentlilik taşralılıktan çok inançlı insanlar bunu daha doğal, kolay karşılıyorlar muhakkak ki. FÖ: Ama bu dini inanç olmayabilir, toprağa inanç da olabilir. Toprakla arasındaki ilişkiye de bağlı bir şey olabilir. NBC: Karaktere de bağlı olabilir. Şimdi herkes belli bir yaşa geldikten sonra bu ilişkiyi kolaylaştırmaya çalışıyor zaten. Ölümü kabullenmeye çalışıyor. Bazısı bunu daha iyi başarıyor bazısı başaramıyor. Ama sonuçta herkes kabulleniyor. 70 yaşına gelen hiç kimse aman öleceğim diye paniğe kapılmıyor. Hatta daha da barışık hale geldiğini görüyoruz yaşlandıkça. 80 yaşındaki bir insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yine amaçlarının peşinde koşuyor. FÖ: Taşralılık kentlilik mevzunun daha metafizik bir alana taşımak için bunu soruyorum biraz da. NBC:Nietzsche'nin bir sözü var. İnanç doğruyu bilmeme isteğidir. Muhakkak ki kentli insan; tabi bir de entelektüel ve çok soru soran bir insan ise, muhakkak ki ölümle barışması daha zor. Neden sorusunu kaldıracak bir şey değil, cevabı yok çünkü. Dolayısıyla ancak soru sormayan ve bunu bir tevekkülle, belli bir içkin bir yapıyla içselleştirebilecek bir insan bunu doğal karşılayabilir. FÖ: Toprakla daha bağlantılı olmak daha bağlantısının kuvvetli olması insanın sorularını daha azaltan bir şey midir? Sanki öyle diyor muşsun? NBC: Bence öyle. Geçenlerde Mehmet
Emin’in ve ondan kısa bir süre önce de teyzemin ölümü nedeniyle Yenice’de
iki cenaze törenine katıldım. Ve bu tarz törenlerde artık gelenekselleşmiş
birtakım ritüellerin aslında ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Akrabaların
komşuların herkesin hemen biraraya gelip, görevleri üstlenmeleri, birbiri
arkasından gelen o ritüeller toplamının içinden geçmek gerçekten insana
bir teselli oluyor. Yoksa başka hangi rasyonel düşünce o durumda insanın
acısını hafifletebilir ki. Bence taşra, hayatın metafizik meselelerine
karşı daha doğal çözümler üretiyor. NBC:Mülkiyetle ilişkisi bütün köylülerin var. FÖ: Ama mülkiyetten öte, o mülkiyet sadece ağaçlarına dokunulmaması mülkiyeti değil, bir şekilde duygusal mülkiyette çünkü ağaçlar bir şekilde onun bir yanını temsil ediyorlar. Onların kesilmesine öyle bir tepkisi de var. Ayrıca karakter olarak gitmiş okumuş gelmiş falan, köylü olmayı bilinçli olarak seçmiş. NBC:Babam köylü olmayı değil köyde yaşamayı seçmiş biri. Köylülere, ya da kasabalılara da hiç benzemeyen biri. Rasyonel düşünceye önem verişiyle, dini inançlarının zayıflığıyla, kahveye gitmeyişiyle, bilgiye ve okumaya aşırı düşkünlüğüyle ve özellikle de yeteneklerini pazarlamayışıyla. Eskiden de öyleymiş. İlk gençliğinde onun yaşadığı yerde kesinlikle okula giden filan yokmuş. Ama o neden bilmiyorum yani bu itki nerden gelmiş, yürüyerek Biga'ya gidip gelerek okula gitmiş. Hergün yarım gün yolda. Sonra bir süre vazgeçecek gibi olmuş, tarlalarda çalışmış falan, bakmış olacak gibi değil, yeniden yollara düşmüş. Balıkesir'e gitmiş savaş zamanı lise için ve sınav kazanıp Ankara’da üniversite. Sırtı ilk paltosunu üniversitede görmüş. Devlet vermiş onu da. Sonra yine sınav kazanarak Amerika falan. Bugünün bakışıyla anlamak kolay değil. FÖ: Gelelim anneye. Anne bütün bunların üstünde, bütün bunları hiç bir şekilde kafasında problematize etmeyen birisi gibi görünüyor daima, erkeklerin böyle bir dertleri var, işte. Oysa böyle bir hayata anlamını vermek onu yaşanır yapmak annenin işi ne dersin? NBC:Tabi kadın genellikle de böyle. Birinci görevi ailedeki dengeyi oluşturmak. Kendi düşüncelerini duygularını arzularını ikinci plana itmeye her zaman için kolaylıkla becerebilen. Dolayısıyla da böyle bir konum onu aslında çok bilgeleştiriyor. Sezgileri çok gelişiyor. Annemin sezgileri çok güçlüdür. Bir insanı bir dakikada her şeyiyle anlayabilir. Sezgi gücü eğitimle, bilgiyle falan ilgili bir şey değil. FÖ: O zaman kentte ki kadına dönelim; Uzak’a dönelim istiyorum. Oradaki kadın yok gibi nerdeyse. Bir tane kız var, bir tane giden gelen kadın var, bir tane benim çok eskiz gibi bulduğum eski eş hikayesi var. Onlara birazcık, orada kadın var ve orada kadın bu özelliğini kaybediyor gibi. Bir aksesuar oluyor, bir seks aksesusarı oluyor falan gibi. Böyle uzakta bir nesne gibi... Ne oluyor kentte kadın, kaybediyor mu? NBC: Kaybediyor mu yoksa kazanıyor mu bunu bilemem ama kentte kadının seçebileceği ya da içine düşebileceği roller daha bir çeşitlilik arzediyor. FÖ: Uzak'ta şöyle bir şey de demek isterim ben hep bu iç ve dıştan sürdürerek. Kadın kapıdan içeri girse bile giremiyor hiç bir zaman değil mi? NBC:Evet. Bu Mahmut karakteriyle de ilgili bir durum. FÖ: Yabanilik sürüyor bir şekilde... Şimdi bu fare hikayesi çok ilgimi çekti Uzak’ta. Senin hikayelerini filmlerini kısa hikayeleştiren bir motif oluyor daima filmlerde. Hikayenin bütünlemek istediğin iyi kısa hikayelerde de böyledir, hikayenin ne demek istediği gelmek istediği ruh halini bir nesne bir eşya bir şey üzerinden görünmek meselesi Çehov'un çok iyi yaptığı bir şey zaten bu. İşte birincisinde yumurtalardı ikincisinde fare. Komik bir taraf da var: Çizgi filmler vardır hani fare evinde oturur küçük bir yuvası vardır, lambası vardır, koltuğu bilmem ne vardır sonra köyden fare gelir omzunda değnek çıkınını asmış vaziyette. Birazcık onları da bana hatırlatıyor Uzak, çok uzaktan. Neyse bu latife, senin fareyi konuşalım istersen. NBC: Fare nerden aklıma geldi? Böyle bir fare yakalamıştım ve onunla göz göze gelmiştik. Bağırıyordu ve ben yaklaşınca susup öylece bakıyordu korkuyla. Düşünceler aleminde karakterlerimin özelliklerini ortaya çıkaracak bir fikir ararken aklıma bu geldi. Özellikle Yusuf’un durumunu çok iyi ortaya çıkarabileceği duygusu verdi. O şekilde koydum. FÖ: Ama yönetmen de var tabi. Sıkışmışlığı açısından. NBC: Evet bir de fare meselesine
yaklaşımlar filan farklı o farklılığı da gösterebilirim diye düşündüm.
Bu tip şeyleri pek kendileri yapmaz kentliler. Pis işlerini kapıcılara
filan yaptırırlar. Kapıcı yerine Yusuf’a yaptırsın diye düşündüm. NBC: Çehov hayatıma girdikten sonra birden gözlemlerim anlam kazandı sanki. İnce detayları kıvrak bir şekilde ifade etme gücü ve klişelerden uzaklığı, asla bir ders vermek gibi bir amaç gütmemesi ve bağışlama yeteneğinin çok kuvvetli olması ve hiç bir şekilde hüküm giydirmemesi. İyi ve kötü insan yok, hayatı bir kader gibi kabulleniş ve son derece hınzır bir bakış var. Önemsizmiş gibi görünen sıradan bir hayatı bize anlamlı olarak sunabildiği için hayatımız zenginleşiyor. Gözlem gücümüzü keskinleştiriyor ve hayata daha şefkatli gözlerle bakma alışkanlığı veriyor bize. Çehov çok usta bir yazar, her şeyden hemen bir hikaye çıkarabilir. Benim için en zor şeylerden biri bu. Şu ana kadar daha sadece üç tane senaryo yazmışım. Ve bana sinemanın en zor gelen kısmı bu. O dağınık hayatı, o kaosu organize etmek. Bazı insanlar için bu daha kolay. FÖ: Bazısı hatta bunu gözlerinin önünde görerek film yapmaya başlıyorlar değil mi? Hikayenin iskeletini, çatısını, nereye neyi koyayım. Senin öyle oluyor mu? NBC: Olmuyor. Ama nasıl olduğunu da tam olarak bilmiyorum. Didişirken bir gün bir bakıyorum elimde bir senaryo var. Sonuçta şurası muhakkak ki, sinemada da bir eser yapmak istiyorsanız bir paketleme sorunuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. FÖ: Edebiyatta da aynı şey söz konusu. Çehov bunu reddeden önemli bir adam bence biraz. NBC: Ama Çehov'da finaliyle girişiyle filan kurgu son derece güçlü. FÖ: Evet ama kurgulanmamış gibi daima hayat. NBC: İyi olan o zaten. Kurgulanmamış gibi görünüyor ama Çehov hikayelerinin kurgusunu ve finallerini ben çok güçlü buluyorum ve çok beğeniyorum. FÖ: Ama büyük finaller değildir onlarda, hep böyle aşağı doğru yerlerde. NBC: Ama çok ince düşünülmüş olarak, o bir rasgelelik değil, herhangi bir yerde bitirmek değil. Muhakkak öyle görünmesini çok dikkatle tasarlıyor. FÖ: Ama senin hikayende kurgulanmamış, paketlenmemiş görüntü sergilemiyor özel bir paketlemeden kaçındığın söylenebilir. Tak tak tak bir şey yapmıyorsun ama sonuçta onların da bir paketlenme durumu var. Paketlerken zorlanıyorsun anladığım kadarıyla. Paketlerken belli bir kafanda şema yok. NBC: Kafamda genellikle detaylar oluyor. O detayların bir araya gelmesi.. FÖ: Bir sürü yolları var. Detaylardan da çıkarak olabilir. NBC: Evet de işte dikiş izlerinin görünmemesine çalışırsın falan. Zor bir iş yani. Sinemanın en zor tarafı benim için. FÖ: Ama çok önceden paketlenmiş filmlerde insanda bir yapaylık ve kötülük duygusu uyandırdığı için senin filmlerinin kuvveti de buradan geliyor bence. NBC: Kolay dile getirilemeyen bir bölgeye girmek istiyorsak o zaman kurgu duygusundan da kaçınmak gerekiyor. FÖ: Ya da onu görünmez kılmak! NBC: Evet. FÖ: Peki o zaman müziğe gelelim yavaş yavaş. Müziği çok etkileyici bir biçimde kullandığın üstüne bir böyle sadece melodi gibi bir şey kullanıyorsun. Bir cümle, melodinin bir cümlesi gibi bir şey kullanıyorsun. Çok ekonomik olarak çok az yerde kullanıyorsun. Müzikte sahte bir duygusallık yaratmak da çok kullanılabilecek bir şey. Kötü bir biçimde. Niye o müzikler diye sorabilirim. Niye o müzikler diye de sorabilirim o daha yüzeysel bir şey. Niye o tarz kullandın? NBC: Çünkü müzik kullanmak beni korkutuyor. Bir duyguya koltuk değneği olarak kullanıyor olabilirim duygusu. O yüzden hep bir suçluluk duygusu içinde kullanmışımdır müziği. Her filme bu kez müzik kullanmak istemiyorum duygusu ile başlarım. Ama sonra dayanamıyorum bir şekilde. Çünkü denemek için koyduğum zaman müziği, bazen çok hoşuma gidiyor. Biraz alakasız yerlere koymaya çalışıyorum. Duygulu bir anın altına değil de. FÖ: Mesela o "Mayıs Sıkıntısı”nda yoldan bisikletle giderken bir Schubert mi bir şey var. Çok güzel o. NBC: O aceleci gidişe tezat bir müzik, sakin bir müzik, heyecan yaratıcı bir şey değil de. Öyle oluşu suçluluk duygumu biraz azaltıyor. FÖ: Kullanış biçimin mi? NBC: Evet. Alışılmışın biraz dışında kullanmak. Birde tabi volume önemli. Müziğin seviyesi konusunda hiç bir zaman mikserlerle anlaşamıyoruz. Onlar hep daha yüksek tutmak istiyorlar laboratuarda. Ben düşürüyorum, onlar duyulmaz ki diyorlar, ben zaten duyulmasın diyorum. Bu müzikle mücadelem film ortaya çıkana kadar sürüyor. Hep son gün bile çıkarsam mı diye kendime soruyorum, yüzlerce defa çıkarıp yeniden koyuyorum, uğraştığım bir mesele o. Hangi müziği seçtiğim konusunda da, aslında daha bilinmeyen müzikler koymak istiyorum, sonra hep bilinene bir şekilde gidiyor. Schubert'in ezgisi ünlü bir müziktir aslında ama bir kere koyduktan sonra vazgeçemedim. Diğer alternatifleri gölgede bıraktı çünkü. FÖ: Ama tanınmaz hale de getiriyorsun sen onu. Çok küçük bir parçayı koyduğun için. NBC:Tanınmayacak bir müzik değil o. Bazen müziği de kendi içinde montajlıyorum. Arada ki boşluğu kısaltıyorum ya da uzatıyorum. Belli bir yere denk gelsin diye o darbeler. Bazen tersten çalmayı denedim tanınmasın diye. Yani müzikle mücadelem çok. Şunu da söyleyeyim: Montaj bir ay daha uzun sürseydi belki o müzikleri çıkarabilirdim Uzak'tan. FÖ: Birisi sana müzik yazsın ya da benim derdimi anlatan müzik yazar dediğin birisi olmadı gibi görünüyor. NBC: O kadar paralar verip birine müzik yaptırıyorsun sonra sevmeyebiliyorsun. FÖ: Ama bu paraları vermeye değecek birini de tanımıyorsun anladığım kadarıyla. NBC: Hayır. Mesele o değil. Beğendiğin müzisyen olabilir. Bütün müziklerini seviyorsundur ama o müziği sevmezsin. Öyle bir şey var. Sonra ayıp olmasın diye kullanırsın ya da kullanmazsın. Bir kere yaptırdım müzik "Kasaba"da. Bir daha yaptırmamaya karar verdim. Fazla gerekli de görmüyorum. Müzik tarihi o kadar güzel ezgilerle doluyken niye riske gireyim. Onun yerine hangisi uyuyor bakarım. FÖ: Bu da beni şuna götürüyor anladığım kadarıyla zaten fazla işbirliğinden de hoşlanmıyorsun. NBC: Olabildiğince kontrolümü arttırmayı tercih ediyorum diyelim. FÖ: Sen bu filmi kafandan çekip şeride aktarsan senin en hoşuna gidecek o gibi geliyor. NBC: Bir romancının özgürlüğünü kim kıskanmaz. FÖ: Ama o özgürlük kısmen büyük bir yalnızlıktır da. NBC: Tabi çok doğru söylüyorsun. Ne kadar şikayet etsem de sinemanın beni zorunlu bıraktığı ilişkiler toplamını sinsi sinsi seviyorum galiba.
|