nbc home  


Nuri Bilge Ceylan'ın filmi, bireye tabi kılınmış 'dış' manzaralar üstüne iç dünyanın, 'özel alan'ın yansımalarının düşürüldüğü bir yalnızlık öyküsü

'Uzak' çağrışımlar: Kapandaki farenin incecik çığlıkları

AYŞE EMEL MESCİ, Cumhuriyet Gazetesi, 30.06.2003

 



Nuri Bilge Ceylan, mutlaka bir tanımlama yapmak gerekse 'şiirsel gerçekçilik' diyebileceğim özgün bir dille, günümüz insanının yalnızlığını, paramparçalığını ve acısını anlatıyor. Kapandaki farenin incecik çığlıkları, uzaklaşanların (ve kişisel tarihinin) ardından bakan fotoğrafçının sessiz çığlıklarına karışıyor.


''Özelleştirme'' , Türkiye'nin ekonomi gündeminden uzun süredir çıkmayan bir terim ve bu terimin ifade ettiği süreci bildiğim kadarıyla en azından 1980'lerden beri -tüm ''ekonomi dışı'' bozukluklarıyla birlikte- yaşıyoruz.

Ama ''özelleştirme'' sadece ekonomiyi ve ''özelleştirme'' sürecinin yozlaşması sadece siyaseti mi kapsıyor, yoksa insana dair tüm alanları mı? ''Özelleşen'' insanın varoluşu ne yönde değişiyor? İç dünyasına ne tür manzaralar yansıyor ve bu insan dışarıdaki dünyaya ruhundan hangi izdüşümleri taşıyarak bakıyor? Bir adım daha atalım: Acaba kamusal alanın zararına özel alanın genişletilmesi sadece bu çağla ve bu sistemle ilgili bir sorunsal mı? İnsanın tarih içindeki macerasında bu yönde sürekli bir akış mı söz konusu, yoksa kamusal ve özel bakışlar, kamusal veya özel çıkarların önem sıralaması, döngüsel denebilecek bir değişkenlikle birbirlerinin yerini mi alıyorlar tarih içinde?

Nuri Bilge Ceylan 'ın Cannes'da Jüri Büyük Ödülü'nü, hem de iki başrol oyuncusuyla birlikte 'En İyi Erkek Oyuncu' ödüllerini kazanarak hiç tartışmasız çok büyük bir başarıya imza atan filmi 'Uzak' , karlar altındaki kasabasından (sistemin 'çevre' sinden) sırtına vurduğu çantasıyla uzaklaşan bir gencin kameraya doğru yürüyüşüyle başlıyor. Onun adımları altında ezilen karların gürültüsü bir kartpostal gibi donmuş manzaraya karışıyor. Yönetmen sabırla, sadece doğal efektler kullanarak onun yola kadar çıkışını izliyor. Sonra kamera yine ağır ağır dönüyor ve döne kıvrıla ilerleyen yolu kadraja alıyor. Minibüs geliyor, kapı açılıyor, kapanıyor... Kahramanı ''çevre'' den uzaklaştırıp ''yaşamın yoğunlaşmış merkezi'' ne yakınlaştıran, büyük kente yolculuk başlıyor. Temel soru şu: O merkezde yakın ne kadar yakın veya uzaktır?

Bu hemen hemen gerçek zamanında çekilmiş sahne, filmin tüm iç müziğinin de bir özeti gibi aslında. Ama Nuri Bilge Ceylan'ın sinema dili, Fransız sinemasındaki etkileri hiç tükenmeyen ''Yeni Dalga'' yönetmenlerinden çok farklı. O, ağır ağır ve bazen gerçek zamanda ilerleyen görüntülerin ardında, ''dış'' gerçeklikten çok kendi müziğini ve kendi şiirini kovalayan, filminin kilometre taşlarını oluşturan tablo kıvamındaki karelerin çağrışımları arasında seyirciyi, deyim yerindeyse, bir resim galerisinde dolaştıran bir yaratıcı. Bu ağır ağır ve bir simgeden diğerine genişleyerek önümüze serilen karelerde (örneğin bir zincirin karlı halkalarından, bir gemide iş bulmak için İstanbul'a gelen gencin önünde durduğu, sahile vurup yan yatmış büyük yük gemisine doğru genişleyen o unutulmaz görüntü gibi) kimi zaman oyuncular da galeriyi gezen ziyaretçilere dönüşüyor; hem dışlarında var olan, hem de kendi ruh hallerinin yansıdığı o ''kar manzaraları'' na bir köşeden giren yüzleriyle karşılarındaki resmi olduğu kadar, kendi iç dünyalarını da seyrediyorlar bizimle birlikte. O tabloların birinden diğerine doğru da, anlatılan öyküyle birlikte ilerliyoruz, filmin içine sıkıştırılmış ve yavaş yavaş açılan, açıldıkça bizi de beraberinde sürükleyen hüzün, acı ve sorularla birlikte.

Kesişen zaman eğrileri


'Uzak' , ilk bakışta mesafeyi, UZAM 'ı çağrıştıran bir sözcük. Ama Nuri Bilge Ceylan'ın şiirsel ve metaforik dilinde ZAMAN 'la da çok güçlü bir bağ kuruyor. İstanbul'a gelen gencin yanına yerleştiği fotoğraf sanatçısı yeğenin, zaman içinde açılmış bir tünele dönüştürülen hastane koridorunda annesiyle el ele yürüyüşü sadece o anı değil, tüm bir yaşamı, geçmişi, günü ve geleceği aynı kareye sıkıştırıveriyor. Karakterlerin farklı zaman eğrileri, yönetmenin müziğiyle bütünleştirilmiş film zamanı içinde kesişen ve ayrışan bir yollar haritası çıkarıyor karşımıza. ''Özelleşmiş'' kurmaca bir dünyanın kapanında sıkışıp kalmış bireyler, aynı evin içinde bile birbirlerine uzak, gidenin ardından bakıyorlar saklandıkları köşelerden. Ve evin içinde kapan kurup yakaladıkları fareyi av bekleyen kedilere canlı canlı yem etmeye kıyamayıp, bir torbanın içine sokup kendi elleriyle öldürüyorlar. Öldürüleni görmemek, cinayete ortak olmanın vicdan azabından kurtarıyor mu bizi? Evin her odasını işgal etmiş televizyondan akıp duran görüntüler, görünürlüğün gerçeklikle eşanlamlı hale gelmesi, dolayısıyla görünmeyenin gerçekliğini yitirmesi gibi boyutlar ekliyor ''cinayet'' in arka planına.
Karlar altında ve olanca yalnızlığı içinde üşüyen büyük kentte, denizle, hatta daha genel bir tanımla suyla da farklı bir ilişki kuruyor yönetmen. Manzaralar sadece kendi görüntü gerçeklikleriyle değil, iç dünyaların çağrışım ortakları olarak değer kazanıyor, jenerikte adı yazılmayan birer oyuncuya dönüşüyorlar sanki. O zaman minimal oyunculuklar, en ekonomik biçimde kullanılmış diyaloglar, hatta sözcük kırıntıları yeterli oluyor, film perdede oynadığı süreyle sınırlı kalmayıp çağrışımlarımızda devam ediyor çünkü. Art arda gelen ayrılıklar ve insanın ta içine kadar sinen 'uzak' duygusunun hüznü, Haliç'in suları gibi durgunlaşmış ruhlarda fırtınalar yaratmaya başlayınca, Boğaz'ın suları kabarıyor, dalgalar sahili dövmeye başlıyor finalde. Fotoğrafçının uzaklara dikili gözleri, kendi içindeki uzaklara dalıp gidiyor sanki.

Şiirsel gerçekçilik

Nuri Bilge Ceylan, mutlaka bir tanımlama yapmak gerekse ''şiirsel gerçekçilik'' diyebileceğim özgün bir dille, günümüz insanının yalnızlığını, paramparçalığını ve acısını anlatıyor. Kapandaki farenin incecik çığlıkları, uzaklaşanların (ve kişisel tarihinin) ardından bakan fotoğrafçının sessiz çığlıklarına karışıyor.

1981'de Cannes'da Altın Palmiye'yi kazanan Yılmaz Güney/Şerif Gören imzalı ''Yol'' da bir yolculuk filmiydi. İnsan trajedisinin fonunu oluşturan toplum manzaralarının, ''kamusal alan'' ın çok ağırlık taşıdığı, hızlı ritimli, sahnelerin arasında yaratılan kontrastlarla ilerleyen ve bir düzlükte dörtnala giden atlının, damdaki güzel köylü kızının yüzlerinde hâlâ umudu, aşkı taşıyan bir filmdi. 2003 tarihli 'Uzak' ise, bireye tabi kılınmış ''dış'' manzaralar üstüne iç dünyanın, ''özel alan'' ın yansımalarının düşürüldüğü bir yalnızlık filmi. Aradaki süreç ve ortaya çıkan farklılık bu dünyanın, bu ülkenin ve hepimizin trajedisi aslında.

Yolda arabasıyla giderken eşsiz bir ışığı ve güzel bir çekim olanağını yakalayan (hâlâ yakalayabilen) fotoğraf sanatçısının bir an durup uzun uzun baktıktan sonra, ''Aman boş ver, kim uğraşacak şimdi bununla'' diyerek çekip gitmesi gibi, bizler de uzaklaşmadık mı bir şeylerden?