|
|
Nuri Bilge Ceylan, mutlaka bir tanımlama yapmak gerekse 'şiirsel gerçekçilik'
diyebileceğim özgün bir dille, günümüz insanının yalnızlığını, paramparçalığını
ve acısını anlatıyor. Kapandaki farenin incecik çığlıkları, uzaklaşanların
(ve kişisel tarihinin) ardından bakan fotoğrafçının sessiz çığlıklarına
karışıyor.
''Özelleştirme'' , Türkiye'nin ekonomi gündeminden uzun süredir çıkmayan
bir terim ve bu terimin ifade ettiği süreci bildiğim kadarıyla en azından
1980'lerden beri -tüm ''ekonomi dışı'' bozukluklarıyla birlikte- yaşıyoruz.
Ama ''özelleştirme'' sadece ekonomiyi ve ''özelleştirme'' sürecinin yozlaşması
sadece siyaseti mi kapsıyor, yoksa insana dair tüm alanları mı? ''Özelleşen''
insanın varoluşu ne yönde değişiyor? İç dünyasına ne tür manzaralar yansıyor
ve bu insan dışarıdaki dünyaya ruhundan hangi izdüşümleri taşıyarak bakıyor?
Bir adım daha atalım: Acaba kamusal alanın zararına özel alanın genişletilmesi
sadece bu çağla ve bu sistemle ilgili bir sorunsal mı? İnsanın tarih içindeki
macerasında bu yönde sürekli bir akış mı söz konusu, yoksa kamusal ve
özel bakışlar, kamusal veya özel çıkarların önem sıralaması, döngüsel
denebilecek bir değişkenlikle birbirlerinin yerini mi alıyorlar tarih
içinde?
Nuri Bilge Ceylan 'ın Cannes'da Jüri Büyük Ödülü'nü, hem de iki başrol
oyuncusuyla birlikte 'En İyi Erkek Oyuncu' ödüllerini kazanarak hiç tartışmasız
çok büyük bir başarıya imza atan filmi 'Uzak' , karlar altındaki kasabasından
(sistemin 'çevre' sinden) sırtına vurduğu çantasıyla uzaklaşan bir gencin
kameraya doğru yürüyüşüyle başlıyor. Onun adımları altında ezilen karların
gürültüsü bir kartpostal gibi donmuş manzaraya karışıyor. Yönetmen sabırla,
sadece doğal efektler kullanarak onun yola kadar çıkışını izliyor. Sonra
kamera yine ağır ağır dönüyor ve döne kıvrıla ilerleyen yolu kadraja alıyor.
Minibüs geliyor, kapı açılıyor, kapanıyor... Kahramanı ''çevre'' den uzaklaştırıp
''yaşamın yoğunlaşmış merkezi'' ne yakınlaştıran, büyük kente yolculuk
başlıyor. Temel soru şu: O merkezde yakın ne kadar yakın veya uzaktır?
Bu hemen hemen gerçek zamanında çekilmiş sahne, filmin tüm iç müziğinin
de bir özeti gibi aslında. Ama Nuri Bilge Ceylan'ın sinema dili, Fransız
sinemasındaki etkileri hiç tükenmeyen ''Yeni Dalga'' yönetmenlerinden
çok farklı. O, ağır ağır ve bazen gerçek zamanda ilerleyen görüntülerin
ardında, ''dış'' gerçeklikten çok kendi müziğini ve kendi şiirini kovalayan,
filminin kilometre taşlarını oluşturan tablo kıvamındaki karelerin çağrışımları
arasında seyirciyi, deyim yerindeyse, bir resim galerisinde dolaştıran
bir yaratıcı. Bu ağır ağır ve bir simgeden diğerine genişleyerek önümüze
serilen karelerde (örneğin bir zincirin karlı halkalarından, bir gemide
iş bulmak için İstanbul'a gelen gencin önünde durduğu, sahile vurup yan
yatmış büyük yük gemisine doğru genişleyen o unutulmaz görüntü gibi) kimi
zaman oyuncular da galeriyi gezen ziyaretçilere dönüşüyor; hem dışlarında
var olan, hem de kendi ruh hallerinin yansıdığı o ''kar manzaraları''
na bir köşeden giren yüzleriyle karşılarındaki resmi olduğu kadar, kendi
iç dünyalarını da seyrediyorlar bizimle birlikte. O tabloların birinden
diğerine doğru da, anlatılan öyküyle birlikte ilerliyoruz, filmin içine
sıkıştırılmış ve yavaş yavaş açılan, açıldıkça bizi de beraberinde sürükleyen
hüzün, acı ve sorularla birlikte.
Kesişen zaman eğrileri
'Uzak' , ilk bakışta mesafeyi, UZAM 'ı çağrıştıran bir sözcük. Ama Nuri
Bilge Ceylan'ın şiirsel ve metaforik dilinde ZAMAN 'la da çok güçlü bir
bağ kuruyor. İstanbul'a gelen gencin yanına yerleştiği fotoğraf sanatçısı
yeğenin, zaman içinde açılmış bir tünele dönüştürülen hastane koridorunda
annesiyle el ele yürüyüşü sadece o anı değil, tüm bir yaşamı, geçmişi,
günü ve geleceği aynı kareye sıkıştırıveriyor. Karakterlerin farklı zaman
eğrileri, yönetmenin müziğiyle bütünleştirilmiş film zamanı içinde kesişen
ve ayrışan bir yollar haritası çıkarıyor karşımıza. ''Özelleşmiş'' kurmaca
bir dünyanın kapanında sıkışıp kalmış bireyler, aynı evin içinde bile
birbirlerine uzak, gidenin ardından bakıyorlar saklandıkları köşelerden.
Ve evin içinde kapan kurup yakaladıkları fareyi av bekleyen kedilere canlı
canlı yem etmeye kıyamayıp, bir torbanın içine sokup kendi elleriyle öldürüyorlar.
Öldürüleni görmemek, cinayete ortak olmanın vicdan azabından kurtarıyor
mu bizi? Evin her odasını işgal etmiş televizyondan akıp duran görüntüler,
görünürlüğün gerçeklikle eşanlamlı hale gelmesi, dolayısıyla görünmeyenin
gerçekliğini yitirmesi gibi boyutlar ekliyor ''cinayet'' in arka planına.
Karlar altında ve olanca yalnızlığı içinde üşüyen büyük kentte, denizle,
hatta daha genel bir tanımla suyla da farklı bir ilişki kuruyor yönetmen.
Manzaralar sadece kendi görüntü gerçeklikleriyle değil, iç dünyaların
çağrışım ortakları olarak değer kazanıyor, jenerikte adı yazılmayan birer
oyuncuya dönüşüyorlar sanki. O zaman minimal oyunculuklar, en ekonomik
biçimde kullanılmış diyaloglar, hatta sözcük kırıntıları yeterli oluyor,
film perdede oynadığı süreyle sınırlı kalmayıp çağrışımlarımızda devam
ediyor çünkü. Art arda gelen ayrılıklar ve insanın ta içine kadar sinen
'uzak' duygusunun hüznü, Haliç'in suları gibi durgunlaşmış ruhlarda fırtınalar
yaratmaya başlayınca, Boğaz'ın suları kabarıyor, dalgalar sahili dövmeye
başlıyor finalde. Fotoğrafçının uzaklara dikili gözleri, kendi içindeki
uzaklara dalıp gidiyor sanki.
Şiirsel gerçekçilik
Nuri Bilge Ceylan, mutlaka bir tanımlama yapmak gerekse ''şiirsel gerçekçilik''
diyebileceğim özgün bir dille, günümüz insanının yalnızlığını, paramparçalığını
ve acısını anlatıyor. Kapandaki farenin incecik çığlıkları, uzaklaşanların
(ve kişisel tarihinin) ardından bakan fotoğrafçının sessiz çığlıklarına
karışıyor.
1981'de Cannes'da Altın Palmiye'yi kazanan Yılmaz Güney/Şerif Gören imzalı
''Yol'' da bir yolculuk filmiydi. İnsan trajedisinin fonunu oluşturan
toplum manzaralarının, ''kamusal alan'' ın çok ağırlık taşıdığı, hızlı
ritimli, sahnelerin arasında yaratılan kontrastlarla ilerleyen ve bir
düzlükte dörtnala giden atlının, damdaki güzel köylü kızının yüzlerinde
hâlâ umudu, aşkı taşıyan bir filmdi. 2003 tarihli 'Uzak' ise, bireye tabi
kılınmış ''dış'' manzaralar üstüne iç dünyanın, ''özel alan'' ın yansımalarının
düşürüldüğü bir yalnızlık filmi. Aradaki süreç ve ortaya çıkan farklılık
bu dünyanın, bu ülkenin ve hepimizin trajedisi aslında.
Yolda arabasıyla giderken eşsiz bir ışığı ve güzel bir çekim olanağını
yakalayan (hâlâ yakalayabilen) fotoğraf sanatçısının bir an durup uzun
uzun baktıktan sonra, ''Aman boş ver, kim uğraşacak şimdi bununla'' diyerek
çekip gitmesi gibi, bizler de uzaklaşmadık mı bir şeylerden?
|