|
Nuri
Bilge Ceylan ile Söyleşi
Nuri
Bilge Ceylan'ın çok ödüllü filmi Avrupa'nın ardından Amerika'da da gösterime
giriyor Aslı Selçuk: Filmlerinizde
insanın yalnızlığındaki olguya yoğunlukla yer verdiğinizi söylemek olası… Goethe’nin de dediği
gibi “Güneşin altında yaşanmamış hiçbir şey yok” genellemesinin sanat
noktasını yakaladınız. Tüm sanatlara olan ilginiz mi size bu özü sağladı.? Edebiyat daha zor,
sinema daha mı kolay. Mayıs Sıkıntısı’nda
Anton Çehov’vari bir yalınlığı görmek olası. Yalınlığın sinemada yansıtılması
çok güçtür.Yararlandığınız Çehov esintileri sanki özgün dünyanızın ilk
basamaklarından biri. Kişileriniz yaşamın
tekdüzeliğini çok güçlü duyumsuyorlar. Çehov’un karakterleri de böyledir.
Çoğu yakınırlar fakat yine de gelecekte iyinin bir gün kazanacağının altını
çizerler. 2004’te Çehov yaşasaydı ülkesini ve dünyayı nasıl değerlendirirdi.? Uzaktaki kahramanlarınız kendileri ve yaşadıkları dönem için umutlu görünmüyorlar… Karakterlerimin ya da filmlerimin
umutlu mesajlar taşımaları gerektiğini düşünmüyorum. Sadece gerçekçi olmaya
çalışıyorum. Ama söylemeliyim ki ben de insanlığın geleceği için çok aydınlık
duygular taşıyan biri değilim. Bunu da dünyanın gidişatından önce kendi
ruhumdan biliyorum. Bu da filmlerime ve karakterlerime yansıyabilir. Ayrıca
çoğu filmde karşıma çıkan, ‘filmler bir umut mesajı taşımalı’ klişesi
beni rahatsız eden birşey. Sanat dünyasının yarattığı bu tarz bir beklenti
bir çok sanatçıyı gerçekçi düşünmekten uzaklaştırıyor ve belli şablonlara
zorluyor. Türk aydınının şu çok tartışılan konumu yani kimlik sorunu, doğu ile batı arasında kalışından mı kaynaklanıyor? Aslında bu kesişme noktası düşünsel zenginliğinde bir kaynağı olamaz mı? Böyle de denebilir ama bu durum
doğu ile batı arasında kalmaktan çok Türkiye’nin üçüncü dünya konumundan
kaynaklanıyor. Arjantin ya da Meksika aydınının da bizden farklı durumda
olduğunu sanmıyorum. Sonuçta az gelişmiş ülkeler, kültürünü yıllardır
türlü yollarla dayatan Batı’ya öykünüyorlar. Emperyalizm, az gelişmiş
ülkelerin, kendi kültür ve geleneklerini hafifçe utanılması gereken şeylermiş
gibi hissettirmeyi başarmıştır. Üstelik bu etki öncelikle kendisiyle iletişim
kurma olanakları daha gelişmiş olan üçüncü dünya aydınları ve entellektüelleri
üzerinde etkili olur. Böyle olunca da ötekinin bakışını benimseyen üçüncü
dünya entellektüelleri kendi geleneklerini ve törenlerini, cehaletin doğurduğu
aşırılıklar olarak görmeye başlar. Türk insanının doğulu özellikler içerdiğine
inanıyorum. Ama doğu ile batı arasında kalışın düşünsel zenginliğin kaynağı
olabileceği fikri, bana her zaman biraz züğürt tesellisi duygusu vermiştir.
Bilmiyorum. Belki yine de böyle bir zenginlikten söz edilebilir ama Türk
insanının ait olduğu doğulu özellikleri ile batıya öykünmesi daha uyumsuz
bir görüntü ortaya çıkarmıyor mu aynı zamanda? Filmlerinizi A’dan Z’ye küçük bir ekiple gerçekleştiriyorsunuz. Çalışmanızın tümü elinizden geçiyor. Yerleşik sistemin dışında durmak güçlüklerine karşın size özgürlük sağlıyor değil mi? Tabiki filmlerim alışılmış
sinemanın biraz dışında olduğu için sistemin dışında kalmaya da zorunluydum.
Çünkü sistem de beni içine almazdı zaten. Bağımsızlık, seçimden çok zorunluluktu
yani. Filmlerimi oturmuş sistemin içinden geçerek yapmak pek mümkün değildi.
Akibeti belli olmayan, sonucu benim için bile kestirilemeyen projelerdi
bunlar. Riskli projeler. Sistemin ise, doğal olarak, daha fazla kesinliğe
ve garantiye ihtiyacı var. Özgün bir sinema diliniz oluştu. Yaklaşımınızın karşılığını da yetkinlikle aldınız. Bu nokta sonraki projelerinizde sizi zorlayacak mı? Ayrıca beklentiler, uluslararası bir platforma çıkmak… Hayır. Sonuçta belli bir alışkanlık
kazandım. Hayal ettiklerimle ortaya çıkan film arasındaki uçurum da giderek
azalıyor. Bu da korkularımı biraz azaltıyor. İlk filmimi çekerken sağlığım
biraz bozulmuş, saçlarım birden ağarmıştı. Artık olaylara daha sakin bir
bakış geliştirebiliyorum. Piyasanın beklentileri doğrusu üzerimde bir
baskı oluşturmuyor. Uluslararası platforma çıkmaksa ancak işimi kolaylaştırır.
Hem maddi açıdan yeni olanaklar belirir, ki bu benim için zaten hiçbir
zaman fazla problem olmamıştır, hem de sinemada daha garip ya da ayrıksı
sayılabilecek yaklaşımlarım ya da denemelerim için daha fazla hak hissederim.
Ama en önemlisi, kaynağını tam olarak anlayamadığım o sinir bozucu endişenin
yok olup gitmesine seviniyorum. Asıl bu beni özgür kılıyor. Yani eskiye
göre sisteme belki daha yakın durmama rağmen duygusal olarak sistemden
daha bağımsız hissettiğim söylenebilir. Biz kuşak olarak, sinema açısından çok hassas bir dönemde yaşadık. Televizyon öncesi zamanları bilen bir kuşağız. Sinema, televizyon öncesinde bugün o zamanları bilmeyen kimsenin anlayamayacağı bir fenomendi. 150 sene önce tiyatro, opera insanlar üzerinde nasıl etki bırakıyorsa, sinema da öyle etkiliydi. Bir bilet alabilmek için kaç kere elbiselerimin parçalandığını bilirim. O yıllar nasıl yaşayacağımızı, nasıl yaşamamız gerektiğini bize sinema öğretirdi. Filmlerin etkisinden günlerce kurtulamazdık. Böyle bir çocukluktan geçtik. Hatırlıyorum, Yenice'deyken bir gün uçurtma uçuruyordum, ablamla kız arkadaşını gördüm, "Sinemaya gittik" dediler, beni niye çağırmadınız dedim. O anda o kadar büyük bir acı duydum ki o filme gidemediğim için. O duyguyu şimdi bile çok net hatırlıyorum. Yenice’de bir yazlık, bir kışlık sinema vardı. Yenice üçbin kadar nufusu olan küçük bir kasabaydı. Tam hatırlamıyorum ama ilk seyrettiğim film sanırım Poseydon Macerası’na benzeyen Siyah Beyaz bir macera filmiydi. Bir ahtopot bir gemiye saldırıyordu.. Filmin üzerimdeki etkisini anlatmama gerek bile yok. Sonra Cüneyt Arkın en büyük kahramanımız oldu. Geceleri yatağa yattığımda kendimi onun gibi bir kahraman olarak hayal etmeye çalıştığım kaç gecem olmuştur. Artık sinemanın o kudreti, o büyülü havası kalmadı tabi. Günümüzde etkiler çok kısa sürüyor...
|