nbc home  

 

Gerçek Hayat

Yakınımızdaki “Uzak”

Gökhan Özcan, Gerçek Hayat Dergisi, 4-10 Temmuz 2003


Nasıl oluyor da uzak, bu kadar yakınımızda duruyor?

***

Nasıl oluyor da her şey hem bu kadar yakınımızda cereyan ediyor, hem de bu kadar ‘uzak’ta yaşanıyor?

Nasıl oluyor da insanlar fiziksel yakınlıklarının ardına bu kadar büyük ruhsal mesafeler gizleyebiliyorlar?

Nasıl oluyor da hayatın sonsuz kalabalığının içinde, kendi küçük ıssızlığımızı yaşayıp duruyoruz her birimiz?

***

Şehirler var ama, hemşehriler yok artık. Yan yana durdukları halde birbirlerine sağır apartmanlarda, iç içe yaşadıkları halde birbirlerine hiç dokunmadan yaşayaduran şehir kalabalıkları var. Birbirine selam veren ama vermeyen, birbirine hatırını soran ama sormayan, birbirinin derdiyle tasasıyla ilgilenen ama ilgilenmeyen, birbiriyle hayatı paylaşan ama paylaşmayan kuru bir yabancılıklar karmaşası... Şehirleri dolduran işte böyle bir karmaşa... Kalabalıklaştıkça tenhalaşan, karmaşıklaştıkça ıssızlaşan şehirliler... Hayata karşı, acılara, güçlüklere, benliği saran yalnızlıklara karşı yanında yöresinde tutunacak bir sıcak el, yaslanacak bir omuz, açılacak bir kalp bulamayan, bulamamış garipler karambolü... Hiçbir yere dayanmadan, hiç kimseyle paylaşmadan, hiçbir şeyin parçası olmadan, hiçbir eksikliği tamamlamadan yaşanan uzak hayatlar... Giderek duygusuz, giderek cansız ve heyecansız, giderek içsiz kalan insancıklar...

***

Her şeyin çok uzağında olmak, bir yakınlaşma sebebi olamaz mı?

***

Hiç kimse söylemiyor ama herkesin birilerine ihtiyacı var. Hiç kimse anlamıyor ama bize de bizim birilerine duyduğumuz gibi ihtiyaç duyan birileri var. Bu yabancılıklar boşluğunda savrulan hayatlardan biri bir diğerine dokunabilse; belki bu sağırlık zinciri kırılacak, belki her bir hayat, bahar sarmaşıkları gibi birbirine sarılarak o duvarlar boyu güzelliğin yeniden imarına girişecek. Belki hayat yavaş yavaş kendini tamir edecek.

***

Perdedeki “Uzak”, bize ne kadar yakın geliyor?

Nuri Bilge Ceylan’ın sineması sadece adını üstünde taşıyan “Uzak”ta değil, daha önceki filmleri “Mayıs Sıkıntısı” ve “Kasaba”da da hep aynı şeyi yapıyor aslında: Kamerayı habersizce bizim çıplak hayatlarımıza çeviriyor. O çıplak habersizlik halimizle biz, incelemeye alınmış böcekler gibi zavallı bir çırpınışla çırpınıyor oluyoruz. Ceylan’ın filmlerini izleyen herkes, bir arkadaşımın söylediği gibi “oturup kalıyor” koltuğunda. Çünkü perdede akıl ötesi bir kahraman ya da kurgusu hızlandırılarak acısı azaltılmış hayal kahramanları değil, bizimkine eşzamanlı, acıklı ama melodramatik olmayan, tıpatıp aynı yaşamasa da tıpatıp aynı tıkanan bir ‘yakın’ hikayeyle karşılaşıyoruz o filmlerde. N.B. Ceylan sineması, bizim karşımıza bizim hayatımızı koyan, bunu yaparken sahtekarlığa, parıltıya, melodramatik savsaklamalara, anlam kaydırmalarına ihtiyaç duymuyor, kolaycı reflekslerle kendimizi gerçeğin uzağına atmamıza izin vermiyor. Çıplak bir hayat çıkarıyor karşımıza. O kaçılamaz karanlığın içinde, kendi yalın ‘uzak’lığımızla baş başa kalıveriyoruz. Bu gerçekten tehlikeli; özellikle de kendi renksiz hayatından kaçmak için sinemanın pırıltılarını seçmiş insanlar için...

Gerçeğin temsili, gerçeği keskinleştiriyor çünkü.