nbc home  

 

Gerçek Hayat

 

Mustafa Kutlu ile, Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da da ödül alan filmi "Uzak"ı konuştuk...

Uzak, Amerikan sinemasının tam karşısında


Murat Menteş, Gerçek Hayat Dergisi, 6-12 Haziran 2003

 

Tadı damağımızda kalan birçok hikaye ve sıkı senaryolar kaleme almış olan Mustafa Kutlu ile, Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filmine gitmeyi planlıyordum. Olmadı. Mustafa Kutlu, film gösterime girer girmez gidip seyretmiş. Yine de Uzak hakkında benimle konuşmayı kabul etti. Ben de Uzak'a bir türlü gidemedim iyi mi. Nihayet Uzak Cannes'da da üstelik iki ödül birden alınca sinemaya koştum. Mustafa Kutlu da varolsun, bunca zaman sonra benimle Uzak'ı ve Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını konuşmayı kabul etti. Türk hikayesinin büyük ustasıyla, Türk sinemasının başarılı yönetmeni ve onun filmleri hakkında doyumsuz bir sohbete daldık..


Gerçek Hayat- Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını beğeniyle izliyorsunuz, neden?

Mustafa Kutlu - Nuri Bilge Ceylan’ın uzun metrajlı üç filmi var. Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını bu üç filmi göz önünde tutarak, değerlendirmeli. Bence ilginç olan tarafı şu: Nuri Bilge Ceylan seyircinin, sinema sektörünün, piyasanın belirlediği alanı kale almıyor. Ünlü yönetmen Metin Erksan’ın bir lafı vardır: “Ben filmlerimi kendim için yaparım.” Nuri Bilge Ceylan bu filmlere harcadığı parayı çıkarıyor mu diye merak ediyordum. Bir açıklama yaptı. “Parasını çıkardım, gösterimlerden ve ödüllerden hattâ kâr bile ettim” diyor.

Ceylan’ın sinemasının başlıca nitelikleri sizce neler?

Belli ki Nuri Bilge Ceylan filmle ilgili her şeyi el altında tutmak, olaya hakim olmak istiyor. Zaten kendisi fotoğrafçılıktan geldiği için görsellik telakkisi kişisel tercihlerini ön plana çıkarıyor sanırım. Buna bağlı olarak profesyonel ya da ünlü oyuncularla çalışmıyor. Filmlerinde, yeğeni olan rahmetli Mehmet Emin Toprak ve esasen oyuncu olmayan Muzaffer Özdemir gibi kişilere rol veriyor. Bir filmde de anne-babasını oynattı. İşin bu kısmı da bana çok sıcak ve cazip geliyor doğrusu. Nuri Bile Ceylan’ın sineması, dolayısıyla kendi dünyasında seyreden bir yapıya sahip Cannes’da oyuncu ödülü de aldılar, bu da oyuncu yönetiminin çok güçlü olduğu anlamına gelir. Abbas Kia Rostami adlı İranlı yönetmen de Nuri Bilge Ceylan gibi tanınmamış oyuncularla çalışır. Düşük bütçe, çok az sayıda oyuncudan oluşan bir kadro..

Neden böyle peki?

Çanakkale’nin Yenice ilçesinden bu çocuk, kendi kasabasını anlatıyor; yani minimal ölçekte her şey. Sinemasının böyle bir dış yapısı, çatısı var.

Uzak’ın hikayesini nasıl buldunuz?

Öncelikle, diyalogların halkalanarak hikayenin bütününü kavradığını görmek gerek. Uzak’ın içeriğini kısaca söylemek gerekirse... Bu, insanın ideallerinden, yapmak istediklerinden, varolduğu mekandan, ilişkilerinden, uzağa düşmesindeki dram. Enteresan olan şöyle bir husus var: Burada yabancılaşma, yalnızlık gibi kavramlarla anlatabileceğimizin ötesinde bir şey var: Adam, varolduğu kaynaktan, kökeninden, gözesinden uzaklaşıyor. Uzaklara gitmek değil, katmanlı bir uzaklaşma. Bu dramatik durumdan kurtulmak, aslında filmde çok baskın değil. Baskın olan şu:

Ne?

Filmin ana karakteri, fotoğrafçı, geldiği kasabanın ona kattığı değerlerden, yaşantıdan, uzağa düşmüş. Yabancılaşmış demiyorum. Öyle olsa, köyden gelen akrabasıyla ilişki kuramazdı. Ayrıca, Tarkovski filmleri falan seyrediyor. Birtakım derin insani meseleleri dile getirmek, sanat yapmak gibi yüce duygular taşıyor. Ama içinde bulunduğu şartlara boyun eğmiş. Yenilmiş yani. Mermer atölyesinin plakalarının fotoğraflarını çekiyor, ıvır zıvır işler yapıyor. Dolayısıyla, bulunduğu yerle, bulunmak istediği yer arasındaki uzaklık, filmin kahramanının ana sorunsalı. Bu uzaklığı, yok edecek, bu uzaklığın verdiği acıyı azaltacak diye belki bağlandığı sevgilisi de onu terkediyor. Bu da bir başka uzaklık. Fotoğrafçı, böyle yerel olan fakat folklorik olmayan bir sıkıntı çekmektedir. Bu sıkıntıyı ve yalnızlığı aşmaya, dağıtmaya da cüret edemiyor, adım atamıyor. Arabadan görünen manzarayı çekmesi için onu teşvik eden akrabasına hak veriyor ama fotoğrafı çekmiyor, vazgeçiyor.

Fotoğrafçı biraz tuhaflaşmış da sanki?

Böyle bir hayat onu hem içine kapamış, hem bencilleştirmiş, verimsiz ve itici bir konuma oturtmuş. Ne doğru düzgün konuşuyor, bir şeyden zevk almıyor. Fareyle mareyle uğraşıyor, titizleşmiş.. Buna mukabil, köyden gelen, kasabadan gelen akrabası, kendi yaşadığı maceranın başlangıcında duran bir adam. Fotoğrafçı, onda kendi geçmişinin taşralı, kaba saba, ihtiraslı, saf, uyanık, atılgan taraflarını görüyor. Buna da sinirleniyor. Çünkü ona bir şekilde uzaklaşamadığı bir geçmişini hatırlatıyor.

Filmde diyalog az ve kimileri bunu eleştiri konusu yaptılar.

Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasının dili, gayet kıvamlı bir nitelik taşıyor. Sinemanın dili görseldir ve bir sinema filminde olması gereken, görselliğe ağırlık verilmesidir. Söz, görüntünün arkasında yer alır. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemadaki büyük başarısı, filmlerinin hemen her karesinin belli bir estetik kaliteyi yansıtmasından kaynaklanıyor. Her sahne resim gibi. Uzak’ın çekimleri sırasında kar da tesadüf etmiş, Ceylan kar yağacağını hesaplamıyormuş fakat kar yağınca görüntü estetiği beşe ona katlanmış. İstanbul’un o bembeyaz ıssızlığında iş arayan, her türlü açlığı olan bir adam dolaşıyor. Bu görüntü anlatımının gücü, sözü minimum noktaya indiriyor, otomatikman geriye itiyor. Burada da çok düzeyli bir ölçü yakalanmış.

Uzak’ta müzik de yok denecek kadar az. Sizce bu bir eksiklik mi?

Belki biraz daha müzik kullanılabilirdi. Ama kabul etmek gerekir ki, Nuri Bilge Ceylan görüntüyü müzik gibi kullanıyor. Belki müzik görüntüyü bastırır diye mi çekindi, belemiyorum.

Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasal anlatımı, kitle sanatı olarak sinemanın yürürlükteki ölçülerini dışlıyor gibi?

Bu sinema dili, bizim, hattâ bütün dünyada baskın olan aksiyona dayalı, hıza, harekete dayalı Amerikan sinemasının tam karşısında duruyor. Bu bakımdan Uzak, Amerikan filmlerine alışkın seyircileri sıkabilecek bir film. Ama hayata birçok yönüyle tekabül eden, bu bakımdan fevkalade gerçekçi ayrıntılar taşıyan, sinemanın illüzyonuna seyirciyi teslim etmeyen, iktisatlı, benim şahsen çok beğendiğim bir anlatımı var.

Bunu biraz açar mısınız?

Dünyada sinema artık teknolojik bir etkinlik. Teknolojik yürüyüş, hız ve haz dünyayı teslim almış vaziyette ve bu sinemada da sanal olana doğru yürüyor! Ana akıntı bu. Matrix falan filan buna tekabül ediyor. Teknolojinin hakim olduğu, insanları sürüklediği hayat, dünyayı bu tarafa götürüyor. Fakat insanoğlu zorla sürüklendiği bu güçlü akıntının içinde yine de doğal olanı, kendi doğasını, yuvasını arıyor. Bu film de bunu arıyor. Burada çok belirgin bir bölünme var. İran sineması da bu yöndedir. Bunun için bizim gibi, teknolojik hayatın girdabına henüz çok fazla dalmamış bizim gibi insanları yaşadığı yerlerde bu tür filmler çıkabilir. Ömür taraftakileri yani Amerikalıları ve Avrupalıları da böyle şekler çok derinden etkiliyor: Onlar için bunlar artık yepyeni keşifler anlamına geliyor çünkü. Cannes’da ödül alınması da bunun bir sonucu. Onlara şaşırtıcı geliyor.