|
|
UZAK
Selahattin Yusuf, Gerçek Hayat Dergisi, 18-24 Temmuz 2003
Uzak filminden
biraz önce çıktım.
Taksim’de, kahvehanede oturmuş, bir şekerin ucunu fincanımdaki kahveye
alıştırıyorum…
“Mayıs Sıkıntısı”nın mı, yoksa “Kasaba”nın mı final sahnesiydi? “Çehov’un
anısına” diye kapanıyordu. Şimdi hatırlamıyorum bunu. Ama kasabayı Yeşilçam’ın
kaba saba “tezli” bakışının uzağında ve “içerden” görebilen bu iki film
için de yakışık alırdı doğrusu “Çehov” adı. Unutmuyorum, iki filmi de
bir hipnoz dikkatiyle izlemiştim. Aynı sıralarda Zeki Demirkubuz’un gerçekleştirdiği
“anlaşılabilir” atakları da takdir etmedim değil; ancak zarımı kesinlikle
Nuri Bilge’den yana attığımı hem arkadaşlara söyledim, hem de defalarca
yazdım. İddiamı, Cannes’da büyük ödülü alan bu “Uzak” filmine rağmen sürdürüyorum.
Çünkü bambaşka bir damar bulmuştu gerçekten Nuri Bilge Ceylan. Yeni bir
sinema dili kurmayı becermişti. İnsanın içine serin bir nefes gibi giren
o geniş havayı yakalamıştı. Çehov atfına gelince.. Rus kırının çok başarılı
bir yazarıdır Çehov. Ancak ne yapalım ki yalnızca “çok başarılı” olmak
gibi bir talihsizliği var. Talihsizliği sürdürücüsü olduğu yolun öncüsünün
büyük bir dahi olmasıydı kuşkusuz. Evet, Puşkin, onun kalemine daha iyi
yakışacağını söyleyip bir gün “Ölü Canlar”ın (Myortvıye Duşi) hikâyesini
kendisine verdiğinde, Nikolay V.Gogol, mermer dağının önünde dikilmekte
olan kaçık bir heykeltıraşa dönmüştü bile. Nasıl bir yazma şehveti!
Bütün yıkılmışlığını, dokunaklı bir istihza ile ona akıttı Gogol. Bütün
umutsuzluğunu, hayat karşısındaki bütün zayıflığını ve saflığını, onda
saf bir kır şarkısına dönüştürdü. Dünyanın ona ettiğini, yüreğine dolmuş
acılığı, kır cümbüşünün çelenklerinden başı dönmüş salaş bir polka esrimesine
kadar eriştirdi. Belki aynı hal içinde, kitabın ikinci cildini tuttu yaktı
sonradan..
Rus kırının en başarılı sahnelerinin yer aldığı Oblomov’un Gonçarov’u
bunu asla başaramadı bence. Çehov’un başaramadığı gibi.
Neyse.
Nuri Bilge’nin Gogol’e değil de Çehov’a atıf yapması daha uygun. Çünkü
o ilk iki filmde Çehov vardı, Gogol değil. Gogol’e yanaşabilmek için belki
biraz daha Emir Kusturica gibi, Fellini gibi bir şey yapmış olmak lazımdı.
Bu yoktu. Ancak filmler yine de çarpıcıydı.
Şimdi, Uzak.
Uzak’ın başarısı, Gökhan Özcan’ın da işaret ettiği gibi, çok çıplak bir
belgesel olmasında yatmakta. Bu belgeselin içi, evet birtakım “iç” hikayelerle,
imgelerle, hiyerogliflerle beslenmiş ancak ilk iki filmdeki tematik yoğunluk
var mı burada acaba? Sadık Battal “vardı tabi!” diyip, yere topuk vurup
ayağa fırlayacak gibi oluyor. Hz. Gökhan Özcan’ın da “seans” esnasında
koltuğunda “kalakaldığı” besbelli. Ama ben bir gerileme sezdim sanki.
Belki bir olgunlaşma mı” “Kusurlu” ilk heyecanlar daima bambaşkadır da
ondan mı böyle hissediyorum acaba?
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da ödülü havaya kaldırırken ve sonraki açıklamalarında,
biraz Yılmaz Güney’leştiğini sıkılarak fark ettim. Kendisi, Yılmaz Güney’in
eski okula bağlı ve kendisine nispetle dava mütevazı yaratıcılığının kat
ve kat fevkinde bir sinema çıkarıyor. Peki buna niçin gerek duyuyor diye
düşündüm. Başka ne olabilir ki; Türkiye’deki sanat tapınaklarından büyükçe
bir tanesinin sancağıyla ters düşmemek. Eeeee, sinema da böyle bir sanat
işte. Bir ayağı sanayide, yarısı sanat, yarısı para, yarı ilişki. Mecburen...
Özellikle birkaç sahne gerçekten ibret verici :
1. Fotoğrafçının köyden gelmiş misafirinin, mutfakta kurulmuş tuzaktan
torbaya aldığı-hâlâ canlı-fareyi dışarıya, çöpe götürdüğü o sahne. Fareyi
çöpün olduğu yere bırakır. Fakat hayvan canlı olduğu için, kendini kedilerin
önüne bırakmış gitmekte olan köylüye ıslık çalarak onu geri çağırmaktadır.
Bu arada kediler, korkunç güzel bir ihalenin tam göbeğine risksiz rakipsiz
düşmüş, sırıtarak yaklaşıyorlar! Burada ipince bir tel vardır, tınlamaya
başlar derinlerinde bir yerlerinde saf köylünün. (Köylü de Mehmet Emin
Toprak bu arada. Allah rahmet eylesin.) Bakar biraz. Evet, torbanın içinden
ıslıklar ve kediler. (Yan soru: Kendisi de yutulacak mıdır acaba şehir
tarafından?) Döner. Torbayı eline alır. Biraz düşünür. Ne yapabilir ki?
O arada kaldığı eve doğru bakıyor mu, hatırlamıyorum şimdi. Torbayı duvara
vurur vurur vurur. Hiç ses gelmeyinceye kadar. İşte. Çözülmüştür mesele.
Fare, canlı canlı yenilip yutulmak vahşetinden kurtulmuş, vahşet kabul
edilebilir bir düzeye çekilmiştir.
2. Sonra, misafirin hem iş bulamayacağının, hem de artık evde kalma süresinin
dolmaya başladığının iyice belli olduğu anlardan birinde, ev sahibi fotoğrafçının
dalgınmış gibi görünen çok anlamlı bir hareketi. Çalıştığı setin içinde,
elinde fotoğrafını çekeceği mermer levhalar ve mermerden yumurtalarla
dalgın bir halde oyalanmaktadır. Bir ara elindeki yumurtayı, oynar gibi
tahtaların üzerinde yuvarlanmaya başlar. Yumurta her defasında yuvarlanır
ve gelir iki tahtanın arasında durur. İki tahtanın arası; yani, artık
dayanmıştır! Vs…
|