|
|
Koza’dan
Uzak’ta…
Atasay Koç, Kılavuz Dergisi, Eylül 2003
Türkiye’de sinemayla uğraşmanın zor, film çekmenin
ise çok pahalı olduğunu söyleyerek yakınanlara karşı verilebilecek örneklerin
başında Nuri Bilge ceylan geliyor. Çünkü o böyle klişeleri hiç sevmiyor.
Seyirci veya bütçe gibi kaygıları uzaktan izlemekle yetiniyor ve kendini,
doğayı, hayatı ve sinemayı –artık onun filmlerinde siz ne buluyorsanız
bu listeyi uzatabilirsiniz- anlatıyor. Titizliği ve samimiyeti ona her
zaman başarıyı getiriyor ve eksik kalan noktada da ödüller onun geçim
kaynağı ve bir sonraki filminin sponsoru oluyor.
Ceylan’ın hayatında önceleri fotoğraf var. Siyah-beyaz lirik çalışmaları
ona sınırlı bir çevrede de olsa hatırı sayılır bir tanınmışlık sağlıyor.
Tarkovski gibi filmler çekmeye karar vererek önce yurtdışında sinema eğitimi
almak istiyor. Ancak bu istek fazla pahalı geliyor. Mimar Sinan Üniversitesi’ne
giriyor. Bir zaman sonra, kendi deyimiyle, tüm bunlar ona yüzleşmekten
korktuğu bir bahaneler zinciri gibi geliyor ve bunu kozasını yırtma kararı
izliyor.
Koza kısa bir film… Diyalogsuz ve siyah-beyaz olarak çektiği bu filmle
bizler Ceylan’ın sinemacı yönüyle tanışırken, o da nasıl bir sinema yapmak
istediğini öğrenir. Birbirine uzak bir anne-baba ile çocuklarına ilişkin
filmle Ceylan’ın atmosfer yaratma konusundaki başarısı ortaya çıkar. Sesin
sinemadan neler götürdüğünü anlatmak istercesine görüntülere olabildiğince
anlam yükler. Doğanın bu kadar doğal yansıması özellikle kentli izleyiciler
için heyecan uyandırıcıdır. Zaman algımıza yaptığı trük, rüyalarla güçlenen
bir anlatım, fotoğrafçılığının verdiği tecrübeden olsa gerek üstün bir
teknik anlayış, Koza’yı izleyenleri için unutulmaz kılar. Eminim ki tek
kişi olmayı tercih ederdi ama iki kişilik bir ekiple çektiği film, ona
Cannes’ın yolunu da ilk kez açar.
Kasaba’yı çekerken üstündeki amatörlüğü epeyce atmış bir yönetmenle karşılaşırız.
Ablasının bir öyküsünden yola çıkar bu sefer. Kasabadaki hayatı günün
ilerleyen saatlerinde geçen mevsimler eşliğinde anlatırken zamanın yanı
sıra mekanı da tartışma konusu etmektedir böylece. Ceylan’ın öykü anlatma
tarzı hakkında daha derin fikirler verir Kasaba. “Taşıyıcı bir öykü bulup
onun üzerine anekdotları yapıştırmak” olarak açıklar öyküleme tarzını.
Özellikle ilkokulda geçen bölümdeki çerçeve seçimleri ve ateş başındaki
görüntüler beni çok etkilese de bu görsel zenginliğin arasında alttan
altta ilerleyen bir hikaye de varlığı hissettiriyor. Kamerayı çocukların
bakış açısına koyarak değil de, yarattığı atmosferle bizim bir ilkokul
öğrencisinin gözlerinden bakmamızı sağlayan film, izleyiciyle duygusal
bir bağ kurmayı başarıyor. Özellikle ateş başında süregiden ve sıkacak
denli uzayan diyalogların çekiminin de aslında çocukların duydukları mırıltılar
olarak tasarlandığını öğrenmek bu fikrime olan güvenimi arttırıyor. Amatör
oyuncularla çekilen film sesli olarak çekilemediği için önemli bir fırsat
kaçmış olsa da oyunculukların özgünlüğü gözden kaçmıyor. Ceylan Koza ve
Kasaba ile insan-doğa ve insanlararası ilişkileri sanatsal bir yetkinlikle
tatlandıran bir anlatım geliştirirken, karanlığın ve sessizliğin anlatım
öğesi olarak güçlü bir biçimde nasıl kullanılabileceğini de gözler önüne
seriyor.
Yönetmenin dünyasında sıkıntı bulutları yeniden toplanmaya başlar. Bu,
gereken ve yaşanması gereken bir süreçtir. Yenilediği kamerasıyla artık
filmlerini sesli ve renkli olarak çekmeye başlar Ceylan. Bu sefer de kasabasında
film çekmek isteyen bir yönetmenin başından geçenlerin anlatıldığı tanıdık
bir öykü vardır karşımızda. Doğa Mayıs Sıkıntısı’na da ruh katmaktadır
ama bu defa bir atmosfer yaratma kaygısı yoktur. Mekan ve insan ilişkileri
ön plandadır. Kentli yönetmen filmi için çabalarken, babasının koruluğunun
elden gitmesine, kuzeninin de olmayacak hayaller kurmasına yol açar. Ceylan
kendini eleştirirken rahat davranmaktadır. Onun çalışmalarındaki Çehov
etkisi Mayıs Sıkıntısı’nda daha bir ortaya çıkmaktadır ve filmine hissettiği
bütün duyguları katmak ister. Amatör oyuncularla çalışmayı sever. Bu tercihinin
doğruluğu özellikle kendi sesleriyle varoldukları bu filmde kanıtlanır.
Ceylan bunu oyuncularının sanat, ödül, festival gibi kaygıları olmadan,
sadece oğulları veya Bilge ağabeylerinin isteği için oynuyor olduklarına
bağlasa da kendilerini olanca doğallıklarıyla yansıtabilmelerinin ardında
yönetmenin becerisinin olmadığını söylemek abartılı bir alçakgönüllülük
olur.
Uzak’a gelince… Film, Mayıs Sıkıntısı’nın tepetaklak edilmiş hali gibi.
Bu sefer şehre gelen kuzen ile sanatçı akrabasının arasındaki ilişkilere
bir bakış atıyor Ceylan. Artık mekan kenttir, sorgulanansa kentli yaşamı.
Bu hayat herkesi yalnızlaştırırken, sanatçı bundan daha da fazla etkilenmekte
hatta bencilleşmektedir. Oysa ki o da porno film izleyip, kızlar hakkında
konuşabilmektedir. Uzun plan-sekanslar ve ölü zaman kullanımları da yalnızlık
duygusunu güçlendirirken, finalde iyice yoğunlaşan bu duygu somutlaşır.
Tarkovski, Ozu ve Bergman’ın yanısıra son dönemdeki favori yönetmenlerinden
Tsai-Ming Liang benzeri bir tarzla birkaç kişinin hikayesinden yola çıkarak
sosyal hayatı çözümleme uğraşısına kamerasıyla katılan bir Ceylan’ınn
varlığı çekicilik taşımaktadır. Uzak’la Cannes Film Festivali’nin Jüri
Büyük Ödülü’nü kazanan Ceylan, artık Dünya sanat çevrelerinde de saygın
bir konuma oturur.
Artık kendisi istese de istemese de bir Nuri Bilge Ceylan olayı vardır.
Minimal ancak yoğun bir olaydır bu. Aslına bakarsınız, görmesini bilen
için Koza’dan beri kendine yer de edinmiştir. Ama Cannes sanat sinemasının
18 yaşıdır ve Ceylan da rüştünü ispatlamıştır. Yalnız onun fazlasıyla
bireysel başarılarını kimse Türk sinemasına mal etmesin. Türk sineması
onun doğmasına kaynaklık etmediği gibi, onunla beraber çıta da atlamayacaktır.
Yürüdüğü uzun, ince hatta taşlı, çakıllı yolda yalnızdı, -kaldı ki istemli
de olsa yalnızlık yalnızlıktır-, sonuçta filmlerinin her karesine bulaşan
çabalarının hakkıyla geride bırakılan bir yol oldu bu. Ve artık Türkiye’de
bir (tane daha) auteur var. Kendi dili, standartları, öyküleri ve görselliğiyle
bir auteur. Kameramanlığından set işçiliğine, sanatı için her türlü emeği
veren bir auteur. Ve beni en kıskandıran yönü, auteur kimliğiyle el ele
yürüyen o olağanüstü alçakgönüllülüğü.
|