|
|
Sade
ve şok edici
Göksel Aymaz, Milliyet Sanat Dergisi, Mayıs 2003
Nuri Bilge Ceylan'ın
bütün ulusal film ödüllerini toplayan filmi "Uzak", 21 yıl sonra
Cannes Film Festivali'nde yarışan ilk Türk yapımı olacak.
Cannes Film
Festivali'nde bu yıl bizi bir Nuri Bilge Ceylan filmi temsil ediyor. "Kasaba"da
başlayıp "Mayıs Sıkıntısı"nda devam eden bir hikâyenin son durağı
"Uzak", Türkiye'de gördüğü eksik ilgiye rağmen 'Nuri Bilge Ceylan
sineması'nın dışarıdaki başarısına bu festivalle yeni bir halka ekliyor.
Söylemeye gerek yok; Nuri Bilge Ceylan sineması kendi anlamını Türk sinemasının
genel görüntüsü içinde çok kalın çizgilerle belli ediyor. Türk sinemasının
"Eşkıya" filmiyle başlatabileceğimiz popülerleşme süreci, dünyanın
her bölgesinde ve zamanın her dilimindeki diğer popülerleşmelerin geliştirdiği
evrensel bir yasaya saygıda kusur etmeden, birbirinin aynı filmleri üreterek
sürmekte.
Baudrillard, bir hastalığı teşhis eder gibi söylüyordu: Nerede bir tıkanma
varsa, orada bir çoğalma yaşanır. Aslında bu tıkanma, "ideolojik
anlaşmazlıklar"ın yıkılan duvarlar adına tüm dünyada bir süreliğine
bir yana bırakılmasından beri yaşanmaktaydı. Bu terk ediş, bu ricat karşısında
kitlesel tüketime dönük her türlü üretim ve pazarlama faaliyeti de vicdani
bakımdan son derece müsterih bir hale gelmişti. Hep aynı şeyleri yeniden
üretmekte artık utanıp sıkılacak hiçbir şey yoktu. Üretimdeki bu yüzsüzlük
nihayet bizim sinemamıza da sirayet etmişti.
Gişeden yüksek hasılat bekleyen yönetmenlerimiz bu eğilimlerinin eleştirildiği
ender anlarda, yeni koşullara gösterdikleri büyük bir konformizmle, kendilerinden
"mesajlı" yapıtlar çekmelerinin beklendiğini, alternatiflerinin
"tezli" filmler olduğunu ileri sürerek tercihlerini bizzat varsayılmış
bir güdükleşme içinde haklılaştırmaya çalıştılar ve çalışıyorlar. Oysa
ki mesaj ve tezini apaçık belli eden, maksadını izleyenin kafasına kakan
yapıtlar gerçekte hiçbir zaman önerilmedi. Toplumsalcı eleştirinin ilk
metinlerinden beri söylenen şey, tezin, maksadın ya da mesajın "özellikle
belirtilmeksizin, durumun ve eylemin kendisinden ortaya çıkması gerektiği
" idi. Bu ise elbette bir ustalık gerektiriyordu. Ama: "Sistem
değersiz şeylere ilişkin talebi kurnazca kurala bağlayarak topyekün uyumu
başlatmıştı" (Adorno/Horkheimer) bir kere; bu nedenle "iş erbaplığı
ve uzmanlık, kültürün demokratik şekilde ayrıcalıklarını herkese dağıttığı
yerde bile, kendini diğerlerinden daha iyi satan kişinin küstahlığı olarak
dışlanacak"tı artık.
Ceylan'ın tercihi
Bütün bu konformist ve mazeretçi
endüstri karşısında Ceylan, mükemmel bir tercihle, "insan gerçeği"
denen o terk edilmiş alanı didikliyor. Televizyon ve magazin dünyasının
renkli simalarının boy gösterdiği yeni Türk sinemasının bütün tantanası
içinde sessiz sedasız sıradan insanların gösterişsiz hayatlarına yöneliyor.
Onun sinemasında yalnızca insanlar var. "Resim galerilerinde dolaşan
insanların ifadeleri orada sadece resimlerin asılı olmasından duydukları
ve doğru dürüst gizleyemedikleri hayal kırıklığını yansıtır," diyordu
Benjamin. Dolayısıyla, Ceylan'ın filmini izlemeye gidenlerde de öyle.
Onlarda da orada sadece "bildik" insanların "sıradan"
hikâyelerini görmekten ileri gelen belli belirsiz bir hayal kırıklığı
uyanır. Ne de olsa gösteri çağındayız! İnsanlar her yerde bir gösteriş,
bir görkem, bir tantana bekliyor. Ama bu Ceylan'ın tercihidir ve -dediğimiz
gibi- mükemmel bir tercihtir.
İnsanın gerçek ıstırabını bilen bir adam o. Göstermek istediği ıstırap
ne kadar sıradansa -daha doğrusu artık bizim için ne denli sıradanlaşmış
bir ıstırapsa- kamera gerisinde o denli nesneldir, müdahale etmez. Hani
bazen bir sanat eseri insanın değil de doğanın elinden çıkmış gibi kusursuz
bir tabiilik içindedir, ama ardında bir insan eli olduğunu bilmek de müthiş
bir gurur verir ya, işte Ceylan'ın alabildiğine tabii sineması da öyle;
onun da ardında insan aklı ve elinin gizlenmesini bilmiş en yaratıcı emeği
durur. Tezin ve maksadın, özellikle belirtilmeksizin ve kafamıza kakılmaksızın,
durumun ve eylemin kendisinden ortaya çıkabildiği filmlerdir onlar. Bir
maksadı elbette var Ceylan'ın. Hayatın sıkıntılı yanlarıyla uğraşan bir
sanatçı o. Dünyaya bu noktadan sataşır. Sataştığının pazarlamasını yapmayan
hikayeler anlatır. Bu nedenle, katışıksız ama etkili olmaktan alıkonmamış
hikâyelerdir bunlar. Özellikle de dünyanın nasıl bir yer haline geldiğini
bilenler için!
Kendi döneminde dünyanın nasıl bir yer haline geldiğini gayet iyi bilen
Rousseau, bu dünyada ümit edecek bir şeyi kalmamış bir "yalnız gezer"
olarak tuttuğu notlarında "Çevreme baktıkça herhangi bir şeyi seçebiliyorsam,
bu yüreğimi parçalayan bir şeydir ve benimle ilgili olan her neyi görsem
beni ya başkaldırıya iten ya da acıya düşüren bir şeydir," diyordu.
Bu dünyada ümit edecek pek fazla şeyi kalmamış olanlarımızın Ceylan'ın
filmlerinde ve başka sanat dallarındaki pek az yapıtta seçebildikleri
şey, onları ya başkaldırıya iten ya da acıya düşüren şeylerdir.
Benzer bir tercihi uzunca bir süredir sessiz sedasız kendi sanat dalında
temsil eden ve son çalışması Aşık Veysel Türküleri'nde yine mükemmel bir
tercihle (ve yine insanları şaşırtacak biçimde) yalnızca türkü söyleyen
Cengiz Özkan'ın müziğine Ünsal Oskay'ın getirdiği bir tarif vardı: "Başını
dik tutan bir hüzün." Bu güzel tarif, Ceylan'ın filmlerine de uyuyor.
Ceylan'ın sineması da bize günümüzde "başını dik tutan insan"
olabilmenin ne kadar zorlaşmış olduğunu anlatır ki bu da insanı ya başını
dik tutmada inat etmeye, ya da neden böyle olduğuna içerlenmeye sevk eder.
"Kasaba"da böyledir... "Mayıs Sıkıntısı"nda böyledir...
"Uzak"ta böyledir... Cengiz Özkan, yakın zamanlardaki bir röportajında
"Bizim insanımız hüznü ve mutluluğu bir arada yaşar," diyordu;
"akşam bir araya gelir, uzun hava okur, dertleşir, ağlaşırız, ertesi
gün de ne güzel eğlendik, deriz." Ceylan'ın filmlerinden çıktıktan
sonra da, her ne kadar o filmlerde kendi insanlık dramımızın hüznünü yaşamış
da olsak, bunca uçuk kaçıklık arasında en aklı başında olanından bir gerçekçiliğe
nihayet tanıklık etmekten ötürü mutluyuzdur. Ceylan'ın yapıtları, Özkan'ın
türküleri gibi yalın insan gerçeğini ihmal etmedikleri için başkaldırıyı
ve hüznü göz kamaştırıcı bir diyalektikle bir arada barındırırlar. (Benjamin'in
Brecht için söylediği bir şeyi burada da söyleyebiliriz: "Her usta
sanatçıda bir diyalektikçi gizlidir.")
Kendi özüyle beslenmek
Nuri Bilge Ceylan filmleri, hayatın
arızalarını elbette düzeltmez, ama düzeltilmesi için nelerin yapılması
gerektiği konusunda işe yarar uyarılarda bulunur. Hep söylendiği için
herkesçe bilinir ki, daha insani bir gelecek tahayyülüne erişebilmemiz
için, öncelikle gerçekliğin, yani insani sefaletimizin bilgisini boydan
boya bir kat etmemiz gerekir. Ruhları soyulmuş çırılçıplak insanlarıyla
Ceylan'ın sineması bunu yapıyor. Karakterleri, onları sevmeye en hazır
olanımızı bile huzursuzlaştırır. Çünkü hiçbirimizin diğerinden farkı olmadığını,
hepimizin bir ve aynı olduğunu gösterir. İşte Ceylan'ın filmleri, böylelikle,
sanatın ümit dolu o vaadini yerine getirir:
İnsanlara kendi durumlarının şok edici farkındalığını verir. Bunu yapmakla,
ümit ettiğinden pek azına erişebilmiş insanı, yeryüzünde bütün umutlarını
yitirdiği, aklını ve yüreğini besleyecek hiçbir besin bulamadığı bir noktada,
hepimizin yalnızlığını temsil eden Rousseau'nun benzer bir ümitsizlik
anında yaptığı şeyi yapmaya, kendi özüyle, kendi gerçekliğiyle beslenmeye,
yani "besinini kendi içinde bulma"ya alıştırıyor.
"Kasaba", "Mayıs Sıkıntısı" ve "Uzak"...
Ne Alman dışavurumculuğu ne İtalyan Yeni Gerçekçilik'i ne de Fransız Yeni
Dalga akımı, bu filmlerde başarılmış şeyleri yapanın bu kez tamamen bizden,
içimizden biri olmasıysa, bütün bunların dışında, ayrıca bir gurur vesilesi
olmalıdır. Buna herkes katılmayabilir; zira katılmayacak olan herkesin
öncelikle kendi insanlık durumumuzu ve bunun Ceylan'ın filmlerinden bize
nasıl yansıdığını görebilmesi gerekiyor. Ne diyordu -Lysis diyaloğunda-
Sokrates: "İnsan, henüz aklının ermediği şeylerle övünemez."
Ne gariptir ki Ceylan tam da insanın kendi gerçekliğine aklının ermesine
mani olan örselenmiş varoluşunu konu ediyor. Belki Ceylan sinemasına eksik
ilgimiz de bu örselenmiş varoluşumuz nedeniyledir; belki çıkarlarımızı
yanlış anladığımız için ilgi ve zevklerimizin çoğu da yanlış yoldadır;
belki de bu nedenle onun filmleri Türk izleyicisinin ilgi evreninde hep
marjinal kalıyor.
Popülerleşen sinemamız ve tüketim ahlâkının yüzsüzlüğüne uymuş konformist
yönetmenlerimizin ortaya koyduğu işler karşısında Nuri bilge Ceylan'ın
sineması hep bir kibir abidesi olma tehlikesi taşıyacak. Zira sistem,
birbirinin benzeri olan ürünlere ilişkin talebi piyasacı bir mazeretle
kışkırtarak, üreticisi ve tüketicisiyle tüm bir kültür sanayiini büyük
bir uyum içinde aynı yerde toparlamayı başardı bir kere. Bu noktada artık
Ceylan'ın tercihi ve sinemadaki ustalığı, tabiidir ki bir "küstahlık"
olarak dışlanacaktır. Ama, Adorno'nun ne de güzel söylediği gibi: "Söylenmesi
gerektiği yere kadar söylenmiş söz, sahipsiz kalmaz."
"Kasaba", "Mayıs Sıkıntısı" ve "Uzak"...
Şimdi insan, doğru yolda olanın ulaşabileceği son durağı merak ediyor!
|