|
|
Farklı
Muhalefet
Oktay Işıkdoğan, Radikal.2 Gazetesi, 1 Haziran 2003
Nuri
Bilge Ceylan'ın Cannes'dan ödülle dönmesi, tek kaygıları gişe olan PR
uzmanı "yönetmenlere" iyi bir sinemacı cevabıydı.
"Uzak" 56. Cannes Film
Festivali'nden hem 'Jüri Büyük Ödülü' hem de 'En İyi Erkek Oyuncu(lar)'
ödülleriyle döndü. Gerçi filmin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ve oyuncuları
Muzaffer Özdemir'le Mehmet Emin Toprak bu ödüllere layık görülmeselerdi
de şimdiye dek sinema adına ortaya koyduklarının değeri azalmayacaktı.
Çünkü "Uzak"ın Cannes Film Festivali'nin yarışmalı bölümüne
onlarca ülkeden katılan yüzlerce film arasından ilk 20 film arasına seçilebilmesi
bile başlı başına bir olaydı. Ve yine aynı şekilde "Uzak"ın
Cannes'dan iki önemli ödülle dönmesi, Ceylan'ın "Kasaba"yla
başlayan ve şimdilik "Uzak"la devam eden bir bakıma kısa ama
oldukça dikkat çekici yolculuğunun nereye vardığının önemli bir göstergesi,
ama kesinlikle yegane işareti değil.
Her şeyden önce, "Uzak", kazandığı bu başarı nedeniyle Ceylan'ın
şimdiye kadar oluşturduğu filmografisinden ayrı bir yerde değerlendirilmemeli
ve tek başına ele alınmamalı. 'Yeni Film' dergisinin ilk sayısında Bülent
Görücü'nün de altını ısrarla çizdiği üzere, "Uzak", Ceylan'ın
"Kasaba" ve "Mayıs Sıkıntısı"nda Anadolu taşrasında
sürdüğü izlerin peşinden giderek kendisini büyük şehirde, İstanbul'da
bulmasıdır. İki yönetmen arasında böyle bir köprü kurmak ne kadar doğru
bilinmez, ama ben Ceylan'ın Mehmet Emin Toprak ile arasındaki ilişkiyi
Truffaut'un Jean-Pierre Leaud ile kurduğu ilişkiye benzetiyorum. Tıpkı
ünlü Fransız yönetmenin "400 Darbe"yle birlikte çocukluğundan
başlayarak ileriki yaşlarına kadar Leaud'u izlemesi gibi, Ceylan da Mehmet
Emin Toprak aracılığıyla anlattığı, yaşamını ve potansiyelini kısıtladığını
ve kısırlaştırdığını düşündüğü için yaşadığı çevreden, yani taşradan büyük
şehre gitmek isteyen genç karakterin, hem "Kasaba"da, hem "Mayıs
Sıkıntısı"nda, hem de "Uzak"ta tutkuyla izini sürdü. Aynı
şekilde Muzaffer Özdemir'i, "Mayıs Sıkıntısı"nda kasabaya film
çekme amacıyla gelen yönetmen olarak seyrederken, "Uzak"ta,
asıl yaşadığı mekân olan büyük şehirde, bir başına, 'Tarkovski gibi filmler
çekme' idealini yitirmiş ve yaşama dair ne varsa hepsine ırak düşmüş bir
reklam fotoğrafçısı olarak bulduk.
Ama Ceylan'ın filmlerinde anlattıklarının kuşkusuz bunların toplamından
çok daha fazla olduğunu belirtmek gerekir. İki bakışta, "Kasaba",
iki küçük çocuğun sosyal yaşamın ve doğanın içinde edindikleri 'küçük'
deneyimleri, o müthiş panayır sahneleriyle aktarılan 'taşra bunalımını'
ve oradan çekip gitmek isteğini, "Mayıs Sıkıntısı", biri çocuk,
biri genç ve biri yaşamının sonlarında üç kişinin farklı beklentileriyle,
şehirden gelen yönetmenin film çekme umudunun taşrada yaşanılan mayıs
ayının 'sıkıntılı' havasında buluşmasını, "Uzak"ta ise taşradan
gelen misafirden duyulan rahatsızlığı ve nihayetinde hepsi de tüm umutları,
umutsuzlukları, neşeli ve hüzünlü anları, sıkıntıları, bencillikleri,
yalanları ve yalnızlıklarıyla 'insan'ı anlatır. Ama işte gökyüzündeki
bulutların hareketi, ağaçların kıpırdanışı, yağmurun toprağa düşüşü de
vardır Ceylan'ın karelerinde. Onun kadrajı, insanlar kadar onların ruh
hallerini dışavuran doğayı da kapsar. Yağmur damlalarının yapraklara değmesi,
toprağın ıslanması, sararmış otların rüzgarda salınışı, göğün gürüldemesi..
hepsi ama hepsi tarifi imkansız duygu patlamalarına neden olur seyircide...
Belki bu da, Fatih Özgüven'in, Radikal'de, Nuri Bilge Ceylan filmleri
üzerine yazdığı bir yazıda belirttiği gibi, "Sinemadan fazla, sinemadan
başka bir şey; müzik..."tir. Ve eğer müzik gerçekten her sanat yapıtının
ulaşmak istediği bir mertebeyse Ceylan pelikülüne düşen ve henüz üç filme
sığdırdığı görüntüleriyle bu mertebeye ulaşmıştır. Klişe ifadeyle söylersek,
'anlatılmaz, görmek gerekir.'
Belki bu yazının daha önce söz konusu üç filmi de seyretmemiş olanların
Nuri Bilge Ceylan'ın bu kişisel yolculuğuyla tanışması dilekleriyle burada
bitirilmesi gerekiyordu, ama ben yönetmenin filmlerinde bir başka çok
değer verdiğim ve önemsediğim nüansa, o sağlam politik duruşa da değinmeden
geçemeyeceğim. Yanlış anlaşılmasın, söz konusu üç filmde de ne direkt
ne de dolaylı, tarihsel veya güncel hiçbir politik olaya gönderme yapılmıyor.
Ama asıl politik tavır, Nuri Bilge Ceylan'ın sinema dediğimiz ve sınırlarını
henüz kimsenin belirleyemediği o geniş alanda kendisine aldığı duruşta
saklı. Hollywood'u, filmlere yatırılan milyarlarca doları, sinema yapıtlarının
ya da 'movie'lerin üretim ve dağıtım koşullarını, yani sinemanın bir ekonomi
politiği olduğunu düşündüğümüzde, Ceylan'ın varolan yapıya karşı aldığı
muhalif tavır kendisini ortaya çıkarıyor. Fabrikasyon usulü, büyük bütçelerle
ve katı bir işbölümüyle yapılan filmlerin üretim koşullarına ve her şeyin
yönetmenin elinin altında olduğu film setlerine yüz vermeyip, oldukça
küçültülmüş bir kamera arkası ekibiye, -inanması güç ama bazen iki kişi
bile olabiliyor-, sinematografisinden yapımcılığına kadar birçok görevi
kendisinin üstlendiği, 'sette bir işçi gibi çalıştığı', büyük kâr oranları
peşinde koşmaktan çok 'kendi yağıyla kavrulan' filmler çekmeye devam ediyor.
Aslolan hayat
Ama asıl muhalif unsur, -salt bir tavır için oluşturulmasa da Ceylan'ın
biçimi ve estetiğinde. Kim ne derse desin, bugün bir filmin gişede büyük
başarılar kazanmasının formülü ortada, hatta bu konuda İngiliz bilim adamlarının
yaptığı araştırmanın sonuçları geçtiğimiz günlerde gazetelerimizde de
yayımlandı. Her şeyden önce seyirci/tüketicilerin kolayca özdeşim kurabilecekleri
ünlü isimlerin oynadığı 'kahramanlaştırılmış' ya da 'tipleştirilmiş' film
karakterleri, yine seyredenin sıkılmasını önleyecek hızlı planlar ve kurgu,
heyecanlanmak, korkutmak, acındırmak, güldürmek, ağlatmak ya da cinsellik
gibi, seyredenin 'ilkel duygularına' hizmet edecek ya da bunları sonuna
kadar sömürecek bir içerik... Kuşkusuz bu liste daha da uzatılabilir,
ama asıl söylemek istediğim, Ceylan'ın bunlara karşı genelde sabit ve
uzun planları sevmesi, yalınlığı, kamerasının sakinliğini yitirmemesi,
anlamı karakterlerin konuşmalarından çok suskunluklarında ve diyaloglardan
çok görüntülerde araması ve en önemlisi, iyi filmin helikopter kameralar,
bilgisayar efektleri, truekingler vs. gibi teknoloji ürünlerinden çok
samimi düşünce ve duygularla, ama tabii iki bilgiyle yapıldığına ve büyük
sinema kuramcısı André Bazin gibi, belki de asıl önemli olanın filmlerden
çok hayat olduğuna inanması... Dünyayı kurtarma isteğine değil belki,
ama bir müzikli saatin hayaline kapılmış insanları anlatabilmesi... Şaşaalı,
gösterişçi, cilalanmış ve her hafta sonu 'pop corn'lar eşliğinde tüketilen
ve yeniden üretilen belleksiz bir sinemanın karşısında, ısrarla hayatın
ve zamanın gerçek akışını tüm sıkıntılarıyla vermeye çalışan filmlerle
durması.
|