|
|
ELEKTRİKLİ
SÜPÜRGE KULLANMASINI BİLMEYEN EV KADINLARI..
Toygun Demirbilek, Sinefil, Ocak 2003
“Nedenler ve sonuçlar arasında sıkışıp, durduğu yeri
tanımlama sorununu yüreğinin derinliklerinde hisseden insanın varoluşa
dair sezgisel tepkilerinin resmini çizmek, sinematografik doğrular ışığında
çözülmesi en zor konulardan biridir” demiş Murat Özer Radikal gazetesinde
çıkan film eleştirisinde.
Çok hoşumuza gittiğinden, bir de filmin ağırlığını taşıyabildiği için
dokunmadan, aynen buraya alıyoruz. Baştan savma yazılar yazdığım doğru;
fakat ilk defa bu işi bu kadar açık biçimde yapıyorum. Geride kalan bölümlerde
fare +mini(mal) -mercedes +bol sinkaf +zuhal gencer, reha erdem ve n.b.ceylan
üçgeni +muzafferin porno tutkusu +ebru yapıcı’nın önlenemeyen yükselişi
+kalebodur +ayakkabı spreyi +süpürge ve ‘metroda ki mini etekli güzel
kız’ gibi gereksiz ayrıntıları ele alacağım.
“Dört bir yana haber salınsın” diye bağırmak istedim salondan çıkarken.
“Gelin görün, bu öbürlerine hiç benzemiyor” demek için. Haneke’nin en
‘pop’ filmi Funny Games ise N.B.Ceylan’ın da en pop işi bu herhalde, Uzak
filminden bahsediyoruz. Kasaba her şeyi ile daha küçük olduğundan mıdır
nedir sıkıcılıktan fersah fersah uzakta kendine yer bulabiliyordu. Oysa
Mayıs Sıkıntısı! Minicik bir harf oyunu ile Mayıs Kasıntısı’na dönüşen
ikinci film belki de aralarında izlenmesi en zor olanı. Uzak diğerlerine
göre biraz daha konuşkan olduğundan (diyalogları hiç sakınmadan bol kepçe
kullanmış yönetmen) ve komikliğinden ötürü daha bir yenilir yutulur cinsten
olmuş. Filmde, birlikte Stalker izlerlerken uyuyakalan Yusuf’un düştüğü
derin çukur bir seferliğine de olsa içine çekmiyor seyircileri. ‘Anlamıyorum
abi, şimdi bu ne anlama geliyor’ dediğimiz; Murat’ın, Televizyon izlerken
uyuyakaldığı bir esnada arkasından esen yel e rağmen sallanan koltukta
iki tek atabilmesi ve kadehten yayılan parlamanın ertesinde uzun bacaklı
abajurun devrilmesini içeren kompozisyon hariç!
Woody Allen filmlerinin olmazsa olmazı, ‘entelektüel sohbetleri’ sekansı
bu filmde de kendine yer buluyor ama nedense ortalıkta kadın yok. Gene
erkek erkeğe toplanmış bir grup sanatçı, film ve fotoğraf üzerine tartışıyorlar.
Kendisinin de sürekli maruz kalmış olduğu fotoğraf değil de sinema üzerinden
bir şeyleri anlatma çabasının yadırganması durumu ve dayatmalar yönetmenin
canını baya sıkmış olacak ki filmine bu durumu da yerleştirmiş.
Pek etrafta görünmeyen kadın karakterler sonra sonra ortalığa çıkıyorlar.
Süpürge kullanmasını bilmeyen kız ve Kanada’ya gidecek olan eski eş! Taşralı
Yusuf’un, ısrarlı takipleri sonrası bir sevgilisi olduğunu anladığı mahallede
ki kız ile Fotoğrafçı Murat’ın pastahanelere dek peşinden koştuğu eski
karısı ya da. Bu iki patolojik vak’adan sapık değerlendirmesine maruz
kalan kişi tabii ki Yusuf oluyor. Metroda yan yana oturduğu mini etekli
kıza bacağını yapıştırması ya da kendine kitap beğenmek için pasaj pasaj
gezen kadınlara musallat oluşu, öbür cephede ise masumane porno gösterimleri,
‘hatun’ tanımını yerli yerinde kullanması ve yeni kocası ile pastahaneleri
dolaşan eski karısını adım adım takip etmesi ile fotoğrafçı karakterimiz
savaş veriyor. Aslında bir birlerinden hiçbir farkı olmayan ve benzeri
ahlaki çöküntüleri yaşamış bu iki erkeği, yalnız olma durumlarını da hesaba
katarak ele almış yönetmen. Şehirli olanın yaptıkları belki de daha sempatik
göründüğünden Yusuf’u elimizden geldiğince ayıplıyoruz. Bunu birkaç defa
daha yapıyoruz aslında. Şu ünlü ayakkabı sahneleri mesela ...
Sonra şu “.mına kodumun faresi” var bir de! Ayakkabı numarasının bir benzeri
aslında. Fare üzerinden gene şehirli-taşralı gerilimi yansıtılıyor. Murat’ın
bir türlü kurtulamayıp her seferinde kendisinin yakalandığı yapışkanlı
‘modern’ fare tuzağı birkaç sefer sonrasında asıl işlevini yerine getiriyor.
Ciyak ciyak bağıran hani neredeyse ağlayan mini mini farecik tüylerimizin
diken diken olmasına neden oluyor, peki ya Murat? Dokunamadığından, farenin
çığlık çığlığa bağırarak sabaha kadar can vermesini beklemeleri yönündeki
teklifi Yusuf’a pek mantıklı gelmeyince plastik poşete koyup çöpün içine
sallama düşüncesi beliriyor zihninde. Yusuf elinde poşet dışarı çıkıyor,
çöp dağına yaklaşıyor, poşeti bırakıyor ve kediler üzerine üşüşüveriyorlar.
Yüreği el vermediğinden torbayı geri alıp duvara birkaç kez çarparak mini
mini fareciğin diğer tarafa göçmesini sağlıyor, prosedürü uyguluyor yani.
Sokağında ortasında canlı canlı yem etmiyor sokak kedilerine. Merhamet
nedir bilmeyen Murat ise hasta annesine dahi ilgi göstermiyor nedense?
Filmi, Zuhal Gencer haricinde ‘Kaç Para Kaç’ a bağlayan bir kritik ayrıntı
daha var aslında. Kedilerin intikamının alınmış olması! Belki hatırlayanlar
olacaktır; Taner Birsel park benzeri bir mekanda fonda ezan sesi duyulurken
pisiciklerden bir tanesine doğru, menisküs koparan cinsinden sıkı bir
tekme savuruyor ve kedicik fezaya doğru serbest uçuşa geçiyordu.
Herkes gibi siz de gülmüştünüz umarım! E üstün yaratık değil miydi bunlar?
Unutmayacaklar haliyle. Bir şekilde N.B.Ceylan’ın kanına girmişler. Farelerin
köküne kibrit suyu döküyorlar. İşkenceyse işkence, katliamsa katliam.
“Yapışıyor kaçamıyorum! ” diye bağıran fareler ve yine ve gene gülen seyirciler.
Kar ve Eminönü romantizmi! İstanbul’u, en çok da denizini seviyorsanız
bu filmi mutlaka görmelisiniz. Topkapı civarı deniz manzarasından, sahilden
tutun da, Eminönü’ne, Haliç’e, Karaköy’e kadar gidiyor da gidiyorsunuz.
‘Filler Ve Çimen’ filminde direklerine kırmızı balonların bağlandığı ‘yan
yatmış gemi’ bu sefer de kardan görünmeyen güvertesi ile Uzak’a dekor
oluyor. Hayallerinin peşinden gitmek için tayfa arayan yük gemileri gözetleyen
Yusuf ile anlık sıkıntılarını ve kişisel buhranlarını dindirmek için sadece,
vapurlarla haşır neşir olan Murat. Kendi yalnızlıklarını, denizle ve gemilerle
olan ilişkilerini dahi bir birinden ayırıyorlar. Soğuğa rağmen balkona
çıkıp elinde sigarası görebildiği kadarıyla gelip geçen gemileri izleyen
taşralı ile balkonun kapısını onun üzerinden kapatan ve sadece “ne yapıyor
bu deli?” diyerek kendi kendine söylenen şehirli.
Filmin açılış sahnesini, köyünden ayrılan Yusuf’u ilk defa bu sahnede
karla haşır neşir vaziyette görüyoruz. Kasaba filminde ki o kış hali,
biraz da filmin kendisi aslında. Oldukça baskın ve o film için ölümcül.
Uzak için ise kış, daha farklı anlamlar içeriyor. Şehirli karakterimiz
için arabasının apartmanın önünde hareketsiz yatması ve soğuk anlamına
geliyorsa, kış, taşralı karakterimiz için de yaşam sevinci ve oyun demek.
Şehrin, yeni geleni de eskisini de nasıl yiyip bitirdiğini, süpürge kullanmasını
bilemeyip kapıcıdan yardım isteyen ev kadınlarını, iki yüzlülüğü, annesini
aramayı unutanları, elinde ayakkabı parfümü köşe bucak misafir ayakkabısı
ilaçlayan manyakları, “karı var mı, karı?” diye kendi kendini avutup içkili
mekanlarda yalnız takılan abaza entelleri! Porno filmde olsa dahi “karıları”nı
paylaşmak istemeyen kent soylularını, şehrin öğrettiği kanunları harfiyen
uygulamayı büyüklük sayanları, gemileri, denizi, yalnızlığı anlatıyor
UZAK.
Uzaklaşan gemi, eski sevgili, akraba, kadın, arkadaş, kalabalık, toprak,
doğa, umut, hayal, kaybedilen, merhamet, unutamadıkların, çektiğin filmler
de olsa...
|