nbc home  


Zen'den Ceylan sinemasına...

Pelin Özdoğru, Popüler Sinema Dergisi, Sayı:99, Temmuz 2003


Bu yıl Cannes Film Festivali’nde ikinciliğe eşdeğer Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan filmi “Uzak” ile gündeme gelen Nuri Bilge Ceylan’ın yapıtlarındaki minimalizm ve Yasujiro Ozu ile arasındaki paralellikler üzerine bir değerlendirme.


Nuri Bilge Ceylan, 40’lı yaşlarının başında bir “yalnız” sinemacı. Yalnız çönkü o bir auteur; yalnız çünkü küçük ekiplerle çalışmayı seviyor; yalnız çünkü kişisel bir seçim olarak etrafında “gereksiz” kalabalıkları barındırmaktan hoşlanmıyor.

Ceylan, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra bambaşka bir alana, fotoğraf ve sinemaya yöneldi. Mimar Sinan Üniversitesi Sinema bölümündeki iki yıllık ders takibi sürecinin içinde, bölümden arkadaşlarıyla birlikte kısa filmler çekmişti. Filmlerinde her amatör sinemacı gibi sınıf arkadaşlarını oynatmış, kendisi de arkadaşlarının filmlerinde “misafir oyunculuk” yapmıştı. Üstelik tek oyuncusunun kendisi olduğu bir film 1994’ta Arıburnu’nda En iyi Kısa Film seçilmişti. O filmler şimdi ilginç bir arşiv malzemesi haline gelmiş olmalılar. Bu dönemde çektiği 20 dakikalık “Koza”sı ile birden aradan sıyrıldı. Etkilendiği yönetmenlerden olan Andrey Tarkovski’nin sinema dilinden belirgin tadlar barındıran “Koza”, 1995 yılının Cannes Film Festivali’nde yarışma bölümünde gösterilmeye değer bulunmuştu.

Bundan üç yıl sonra ilk uzun metrajı ve bir üçlemenin ilk filmi olarak kabul edilecek olan “Kasaba” seyirci karşısına çıktı. Siyah-beyaz çektiği filmin ekibi, bir elin parmaklarını bile tamamlamıyordu (elin parmakları ancak “Uzak”ta tamamlandı). Başrol oyuncusu üçleme boyunca başrollerinden eksik etmeyeceği kuzeni Mehmet Emin Toprak’tı. Büyük olasılıkla Mehmet Emin’le ileride de çalışmak “yalnız” auteur’un yine seçimi olacaktı, eğer Toprak “Uzak”ı tamamladıktan sonra bir trafik kazasıyla yaşama veda etmeseydi. “Kasaba” Berlin, Tokyo, Nantes ve İstanbul başta olmak üzere katıldığı her film festivalinden ödülle dönerek Ceylan’ın adını dünya çapında duyurmasını sağladı.

1999 yılında vizyona giren filmi “Mayıs Sıkıntısı” ile birlikte Ceylan istemeyeceği kadar popüler oldu. İşin ilginç yanı, dünyadaki 13 ayrı ülkenin film festivallerinden ödüllerle dönen, Berlinale gibi saygın bir festivalin resmi bölümünde gösterilen film, kendi ülkesinde ancak birkaç salon bulabilmiş ve kısa süre ticari gösterimde kalabilmişti.

Geçtiğimiz yıl üçlemenin son bölümü olan “Uzak” gösterime girdi. Çok sayıda salona sahip bir firma dağıtımcılığını yapıyor olsa da, “Uzak” İstanbul’da 3, tüm ülkede ise toplam 5 salon bulabildi. Fakat film, ülkesinin en önemli festivalleri olan Antalya ve Ankara’da en önemli ödülleri toplamıştı. “Uzak”ın 56. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülünü (Grand Prix) ve iki oyuncusunun En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü paylaşmaları ile film ülkemizde yeniden vizyona girdi ve bu kez metropolümüz İstanbul’da 3 yerine 5 salon bulabildi.

“Uzak”taki yakın metaforlar

“Koza”, “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı”nın aksine “Uzak”, kentte geçer. Gelenleri kendi sistemine uydurmak için çarkları arasında öğüten bir metropolde… “Esas oğlan” Mahmut reklam fotoğrafçılığı ile geçinir, oysa ki o bir fotoğraf sanatçısıdır. Sistemin içinde “gözümü kapar görevimi yaparım” anlayışına dahil olmuş bir “kentli”dir. Yönetmen, Mahmut’un günbatımında birr an canlanıveren fotoğraf çekmek arzusunun “Boşver, kim uğraşacak şimdi” diyerek vazgeçmesiyle, içinde bir yerlerde kalan ve öğütülmüş, yabancılaş(tırıl)mış yanlarının ikilemini gösterir izleyicisine.

Filmde, kasabasından kalkıp yurtdışına yük taşıyan gemilerde çalışmak ve dünyayı görmek amacıyla büyük kente gelen genç Yusuf, (Mehmet Emin Toprak) daha önceden kente yerleşmiş olan akrabası Mahmut’un evine gelir. Bu konaklamanın bir hafta kadar süreceğini söyleyerek gelmiştir; fakat iş bulması geciktikçe, Mahmut yalnız yaşama alışkanlığını baltalayan bu konuktan rahatsızlık duymaya başlar.

Büyük kentin koşulları, çarkları onun estetik ve insani yanlarını öğütmüştür. Bu yüzden taşralılığın tüm naifliklerini kişiliğinde barındıran akrabası Yusuf’a tahammülü gün geçtikçe azalmaktadır. Mahmut sanatsal çekimlere ilgisini kaybetmiş, reklam fotoğrafçılığı ile geçinmekte olan bir fotoğraf sanatçısıdır. Ne ülkeden ayrılmak üzere olan eski eşiyle ne de cinselliği paylaştığı kadınla samimi bir dil yakalayamayan, gerçek düşüncelerini açamayan biridir. Yusuf gemilerde iş bulamayacağını anlasa da, büyük kente tutunma arzusu nedeniyle Mahmut’u oyalamaya çalışır. Fakat zamanla “istenmeyen konuk” olduğunu algılamaya başlar ve kentte yer bulamamış bir “yabani” gibi dolaşır. Mahmut, eski eşini havaalanında gizlice izlediği ve kendini göstermeye cesaret edemediği gün, evine döndüğünde Yusuf’un evden ayrıldığını görür. Yusuf’un unuttuğu sigarayı alır ve deniz kenarında bir bankta “uzak” kaldığı her şey için sigarayı tüttürür.

Ceylan sinemasını besleyenler

Anton Çehov’un sinemacı üzerinde büyük bir etkisi olduğunu biliyoruz. İkinci uzun metraj çalışması olan “Mayıs Sıkıntısı”, Çehov’a adandığını belirleyen bir ibare ile kapanır. Nuri Bilge Ceylan bunu kendi sözleriyle şu şekilde ifade ediyor: “İster film yaparken ister normal yaşantımı sürdürürken Çehov’un dünyasının her zaman güven verici, ılık bir yorgan gibi üzerimi örttüğünü ve beni ısıttığını hissetmişimdir.” Başta Ozu, Bresson, Tarkovski gibi yönetmenlerin çalışmalarını takip eden Ceylan, iyi bir sinema izleyicisi olduğunu filmleriyle de kanıtlar. İlk ödüllü kısa metrajı “Koza”, Tarkovski atmosferi taşıyan bir filmdir. Takip ettiği yönetmenlerin “aura yaratmak”taki başarıları, oyuncu ve mekan kullanımları, ağırlıkla minimalist yaklaşımları Nuri Bilge Ceylan sinemasında harmanlanmıştır. İlk uzun metrajı “Kasaba”dan başlayarak, kendi aurasını yaratmayı başarmıştır. Ceylan’ın kendi sinema dilini oluştururken etkilendiği sinemacılara, Hindistanlı Satyajit Ray ve İranlı Abbas Kiarostami’yi de eklememiz yerinde olacak. “Mayıs Sıkıntısı”ndaki kaplumbağalı sahne, Kiarostami’nin “Rüzgar Bizi Sürükleyecek” filmine bir selam yolluyor gibi gelmiştir hep bana. Kaldı ki, iki film de, kentten küçük bir kasabaya / köye film çekmek üzere gelen bir kentlinin gözlemlerini çıkış noktası olarak alır.

Nuri Bilge Ceylan’ın duruşunu kendi ülkemizden bir sinema adamına benzetecek olsak en yakında Lütfi Ömer Akad’ı bulurduk kanımca. Akad’ın da kişisel tarzı ile sineması arasında belirgin paralellikler var. Sessiz, sakin ve kadim tarzını sette de koruyan sinemacı, kameramanı ve görüntü yönetmeni ile baş başa çok nitelikli yapımlar gerçekleştirmiştir. O da “çevre kirlenmesi” yaklaşımıyla gereksiz dialoglardan, gürültüden özel yaşamında olduğu kadar, filmlerinde de kaçınıyordu. Bu –gürültü- anlayışının içine her türlü efekti eklememiz de mümkün görünüyor.

Tarkovski ve Bresson’u ayrı tutacak olursak Ceylan’ın etkilendiği sinemacıların Doğu kültürüne dahil olduklarını belirleyebiliriz. Özellikle Zen düşüncsinden beslenen bir sinema dili ve dünya görüşü olan Japon yönetmen Yasujiro Ozu bu etkilenme sürecinde ön plana çıkıyor ve özel bir yer kazanıyor.

Zen ülkesinden Ceylan sinemasına

Genelde Doğu ve özelde Zen sanatı, deneyüstüne yöneliktir. İlkel sanatta olduğu gibi Doğu sanatında da “dünyevi olan” ile “uhrevi olan” arasında fark gözetilmez. Doğu, Neoplatonistlerin ve Skolastik hipotezlerin devamını oluşturur. “Kökeni ruhta olarak söylenen her şey her kim söylerse söylesin gerçektir” anonim sözünde olduğu gibi… Bu, Zen için R.H. Blyth (Japon Haikularını İngilizce’ye çevirmekle ünlü İngiliz yazar) tarafından şu biçimde açıklanır: “Şiirsel olan ve dinsel olan zihnin benzer süreçleridir. Dinsel olan için her şey şiirseldir, şiirsel olan her şey de dinsel.” 13 yüzyıldır Zentransendental deneyimi geliştirmektedir ve transendent (deneyüstü) yalnız dinde değil, sanatta da tanımını bulur. Aynı zamanda “kamusal” aktivitelerde de çeşitli görünümleri vardır. Transendentin bu görünümü yalnız aydın ve seçkinlerin ayrıcalığı değildir. Doğu mirasının özgün bir parçası haline gelmiştir. Zen, “transendens” teriminden gelen “soyutlama şöhreti”ni sevmez. D.T. Suzuki bunu vurgular; çünkü esasta Zen sözcüklere başvurmayı sevmez. D.T. Suzuki bunu vurgular; çünkü esasta Zen sözcüklere başvurmayı sevmez. Bu anlambilimsel engeli göz önünde tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki, Suzuki’nin yaptığı gibi, Zen “Transendens ülkesine” hükmeder. Zen, Shintonizm ya da Hıristiyanlık gibi fiziksel ve politik meselelerin düzenlenmiş bulunduğu bir inanç değil, Japon kültürünün dokusuna nüfuz etmiş bir yaşama biçimidir.

Doğu sanatında ritüel, hafif yükselme ve alçalmalarla gelişen döngüsel bir olgudur. “Avrupa sanatı yaşamdaki bir anı resmeder. Doğu sanatı ise süregelen bir devamlılığı tasvir eder,” der Coomaraswamy (Ananda-Kentish Coomaraswamy 1877-1947 Doğu araştırmacısı yazar y.n.) Bu süreklilik, kökenini ritüel alt yapısından alır. Transendental tarza sahip filmlerde ironi, şizoid bir dünyada yaşamanın geçici çözümüdür. Karakterler yaşama ironi ile yaklaşır ve bu döngüde yönetmen de onlara ironi ile yaşlaşmaktadır. (İronik humor, Robert Bresson, Carl Theodor Dreyer ve Budd Boetticher filmlerinde de açıkça yer alır) Yasujiro Ozu’nun filmleri, Doğu’nun transendental (deneyüstü) tarzını örnekler. Onun filmlerinde bu tarz, doğal, yerel ve ticari anlamda başarılıdır –çoğunlukla Japon kültürünün kendi iç dinamikleri nedeniyle… Transendental deneyim, Japon ve Doğu kültürünün esaslarındandır. Japon kültür geleneği Ozu’ya bağlı lüksler sağlamış olsa da, onun işi göründüğü kadar kolay değildi. Sinema, çağdaş Japonya’da Batılılaşma etkilerinin önde gelenlerindendi ve Ozu, geleneksel değerler için çabalayıp güncel eğilimlere ters düşmesi nedeniyle, bugün hala Japon gençliğinin çoğu tarafından gerici olarak tanımlanmaktadır. Ozu’nun karşılaştığı muhalefet, Fransa’da Bresson’un karşılaştığının yanında daha ufak kalıyordu. (Bresson, estetik örnek arayışıyla Skolastik’e dönmek zorunda kalmış ve bu yolda ilerlerken kitlesel popülerlik ve ticari başarıdan umudunu kesmişti)

Ozu filmlerinde kamera, çok ender örnekler dışında hiç kıpırdamaz. Daha geç filmlerinde hiç çevrinme (pan), kaydırma arabası (saryo), optik kaydırma (zoom) gibi yöntemlere rastlanmaz. Ozu’nun kullandığı tek filmsel noktalama işareti kesmedir; fakat bu etki için yapılan hızlı kesme ya da metaforik anlam amaçlı yan yana kesme değil, olayların ritmik dizgesini belirten düzenli kesmelerdir. Ozu’nun filmlerinde 13. yüzyıl sanatı tek-köşe stilinin kalıntılarını da bulmak mümkündür. Ozu’nun filmlerini durağan çerçeveler oluştururken bir köşede ağır bir devinim (tekne, tren, ağır hareket eden, konuşan insanlar) yeralır. Zen sanatı ve kültürü Ozu filmlerinde kesinlikle bir metafordur. Ozu’nun teknikleri arasında öncelikli olan başka örnekler de bulunabilir; sözgelimi, hareketin tekrarlanması Japon sessiz komedisine ait bir gülüt (gag) iken, Ozu’da da karşımıza çıkar. Durağan kamera çekimleri, bir kez kullanmış olduğu durağan yarım-yüz planı, sinemaya yaklaşımını gösteren tekniklerdir. Bir bütün olarak ele alındığında, Ozu’nun teknikleri geleneksel Zen yöntemlerine çok yakındır. Kişiliği ve eserlerine bütün olarak bakıldığında, Zen sanatından ayırt edilemez bir noktada durur. Ozu, Zen sanatının erdemlerini sinemaya işlemiştir. Bu süreç içinde yalnız Japon kültürüyle sınırlı olmayıp Fransa, Danimarka, İtalya ve Amerika kültürlerinden ve transendent film çalışmaları yapan sanatçılarda bulunan belirgin öğelerden de sinemasında yararlanır.

Nuri Bilge Ceylan sinemasına bu paralellik üzerinden baktığımızda, (yaşam kültüründe Zen inancı ve sanatının yeralıp almamasını bir yana koyarak) Ozu’nun film evreni ile bağdaşımlar gözlemlenebilir. Zen düşüncesi, her yönüyle minimalist çizgide gelişen bir sistem olduğundan, bu paralellikte şaşılacak bir yan olmasa gerek. Nasıl ki, Yasujiro Ozu ilk film üretmeye başladığı dönemlerden bu yana ülkesinin “genç” izleyicisi tarafından gelenekselcilik ve ağırkanlılıkla suçlanmışsa, Ceylan sineması da, Hollywood tarzı hızlı kurguya ve efekt sinemasına alışkın ülkemiz izleyicisinden benzer tepkiler almakta… Jean Cocteau’nun Bresson sineması üzerine söylemiş olduğu şu cümleyi de benzerlikler üzerinden hareketle Ceylan’a uyarlayabiliriz. “Bresson’un asaleti, sükuneti, vakarı ile bunların belirsizlik ve saplantı olarak yorumlandığı dünya arasında büyük engeller vardır.” Fakat bu engeller eserin kedi hedef kitlesine ulaşma yolunda engel değil ancak olumlayıcı kriter sayılabilir.

Durağan kamera, aydınlatmada mümkün olduğunca doğal ışık tercihi,yapay efektlerin reddi, müziğin neredeyse hiç kullanılmaması, yalın oyunculuk ve düşük bütçe ile kotarılan filmleriyle o gerçek bir minimalist sanatçıdır. Mekan kullanımında tanıdık mekanları tercih eden sinemacının son filmi “Uzak”ta kendi çalışma odası, kendi koltukları vs. kullanılıyordu.

Vizörden bakmayı bilmek

Nuri Bilge Ceylan’ın buraya kadar değindiklerimizin toplamından bir fazlası daha var; vizörden bakmayı bilen gözü. Aynı zamanda profesyonel fotoğrafçı olan yönetmene böylelikle filmlerinin görsel yönetimini de üstlenmek düşüyor elbette. Bu durumda setten bir kişi daha eksiliyor ve Ceylan’ın “auteur tavrı” daha belirginleşiyor. Nuri Bilge Ceylan, eski tarihli bir fotoğraf albümü çalışmasında şöyle demişti; “Galiba yalnızca biz fotoğrafçıların yapabileceğibir şey var korunabilmek için. Aşılanmak gibi bir şey. Kendi görüntülerini kendin üretir, tüm diğerlerini yalanlarsın. Hiç tartışmasız. Kimse senden hesap soramaz. Yalnızca sen bilirsin neyin sahte, neyin gerçek olduğunu ve birr güzel kapanır bu konu; yeni bir vesikalık gerekene kadar…” Böylelikle “kendi görüntülerini üretmek” konusunda düşüncelerini “dışarıya” karşı aşılanmak gibi naif korunma dürtüsünü dile getiriyor ve yalnız bir sinemacı olacağının sinyallerini de, o dönemden veriyordu.

Oyuncularla ilişkisinin verimliliğinden kaynaklanan başarılı oyuncu yönetimi, görüntü üzerideki egemenliği ve kurgusundaki bütünlüğün yanısıra Nuri Bilge Ceylan, aynı zamanda başarılı bir senaryo yazarı. Senaryo yazımının kendi içindeki birtakım handikaplarını aşmış olması ve karakterlerin art alanlarını kurmaktaki yetisi, filmlerinin çatısını sağlamlaştıran etmenlerden biri. Senaryo evrenlerinin genişliğindeki başarısı, kanımca içeriden tanıdığı dünyaları sette yeniden kurmasından ileri geliyor. “Kasaba”nın çekim öncesi aşamalarını –senaryo düzlemine çekerken yaptığı birtakım ufak ekleme ve çıkarmaların dışında- neredeyse birebir yansıttığı “Mayıs Sıkıntısı”, bu belirlememizi en açık yansıtan filmdir, diyebiliriz. Ormandaki ilk çekimlerin yapıldığı, Muzaffer’in annesiyle babasını oyuncu olarak yönetme çabalarını anlatan ve komedi unsurları barındıran sekans, belki de gerçekten yaşanan çekim hatalarına gönderme yapan repliklerden oluşmuştur.

Descartes’ın “Karmaşık şeylerin güzel olduğunu düşünmek insanlığın ortak yanılgısıdır” yargısı ve Tarkovski’nin “Sanatçı yeteneğini son damlasına kadar ve bütünüyle ortaya koymak ya da ruhunu üç kuruşa satmak arasında bir tercih yapmak durumundadır” sözleri Nuri Bilge Ceylan ve sinema anlayışına oldukça denk düşen belirlemeler. Nuri Bilge Ceylan işini değil sanatını neden iyi yapıyor? Yüzlerce sözcükle, sinema kuramlarıyla ve sanat kriterleriyle açıklamaya çalışabiliriz bunu. Yanıtı ise aslında çok basit. Tıpkı Budist ustanın çırağına salık verdiği gibi, “Her şeyi öğren; ama sonra hepsini unutup baştan başla”.

Nuri Bilge Ceylan, sinemayı, sinemacılığı çok iyi biliyor. Ustalarından aldığı dersine iyi çalışmış bir çırak. Ve sonra tüm öğrendiklerini unutmuş –ama özümsemiş- olarak kendi bildiği şeyleri anlatıyor. Aslında sırrı bu; bir sır sayılabilirse… “Kasaba”daki küçük kasabaya sıkışmış genç adam; “Mayıs Sıkıntısı”nda kente yerleştikten sora kasabasına film çekmeye dönen, dışarıya kapalı ve duyarlı yönetmen; “Uzak”taki reklam fotoğrafçılığı ile geçinen, kentli olduktan sonra yabancılaşan ve içindeki kasabalı naif gencin arayışına düşen fotoğrafçı…

Tüm bu kişiler onun alter egosundan parçalar. En azından hepsi çok iyi bildiği dünyalar. Bunların üzerine görüntü üzerindeki egemenliği de eklenince karşımıza tüm dengeleri ve estetiğiyle bir “Nuri Bilge Ceylan filmi” çıkıveriyor…