|
Sanki
Herşey kendiliğinden oluyor gibi... Son yıllarda farklı
çıkışıyla haklı olarak dikkatleri üzerine çeken genç yönetmen ile, konu,
yorum, biçim, üretim, ve pazarlama ilişkileri üzerine yaptığımız bir söyleşiden
derlenen bir yazıyı sunuyoruz. Herkes gibi beni çeken konular var tabi ama yine de konu çok önem verdiğim birşey değil. Her konuda film yapılabilir. İncir çekirdeğinden bile dünyanın en iyi filminin çekilebileceği konusundaki inancım hala değişmedi. Basit gibi görünen bir konu
biraz zaman ayırıp (uyuşuk bir şekilde bile olsa) bakmayı sürdürdükçe
bizi şaşırtacak ölçüde değişmeye ve derinleşmeye başlar. Dünyadaki herşey
hayret edilecek derecede mucizevi ayrıntılarla doludur. Herhangi bir yerde
otururken yere bakın. Küçük önemsiz bir toprak parçasına. Biraz daha yakınlaşıp
bakarsanız burada karıncalar, böcekler ortaya çıkmaya başlar. Eğer uzun
bir süre daha aynı noktaya bakmayı sürdürürsek bu küçük önemsiz görünen
bölgede insanlar arası ilişkilerden pek de farklı olmayan ne mücadeleler,
ne ilişkiler, savaşlar olduğu görünür. Evren her zerresiyle insanın zihnini
fazlasıyla meşgul edecek ayrıntılar barındırır. Bu nedenle her zerresi
bu kadar merak ve hayret duygusu yaratan mucizevi bir dünyada konu sıkıntısı
çekmeyi ben pek anlamıyorum. Tersine insan üzerine eğilmek istediği konuların
çokluğunun altında ezildiğini hissediyor bazen. Filmlerim getirisinin çoğunu yurtdışından kazanıyor. Ama yurtdışında da filmin pazarlanması konusunda mecbur kalınan ilişkiler çok sevimli sayılmaz. Son derece pragmatik ve soğuk bir sistem oluşmuş. Bu durum giderek beni de acımasız, duygusuz ve tavizsiz hale getirmeye başladı gitti. Ama oyunun kurallarını öğrendikçe yine de belki daha pragmatik ama aynı zamanda daha huzurlu ve öfkesiz olmaya başladığımı da hissediyorum. Yurtdışında filmleri dünyaya pazarlayan ve satan şirketler ile ilişkileri çok sevmedim. Filmi alana kadar, imzalar atılana kadar müthiş bir sıcaklık ve ilgi, hemen sonrasında uzaklık ve soğukluk. İnsan hiç olmazsa bu duygusunu birazcık gizlemeye gayret eder diye düşünüp şaşırıyorsunuz. Bu nedenle yeni filmimin yurtdışı pazarlamasını internetin de yardımıyla kendimiz yapmak istiyoruz bu kez. Bu nedenle www.nbcfilm.com diye bir web sitesi hazırladık filmleri tanıtan. Yurtdışında bu tarz filmlerin, hele Türkiye’den geliyorsa, pazarlanması kolay değil. Cannes, Berlin, Venedik gibi festivallerde görücüye çıkma şansını yakalayamazsanız işiniz daha da zorlaşıyor. Binlerce film yapılıyor her yıl. Türkiye’den çıkan bir film olarak farkedilmek ancak yukarıdaki gibi önemli festivallerden birinin resmi programına seçilebilmekle mümkün. Profesyonel dünyada festivaller yine de sanatsal kriterlerin hala gözetildiği ender vahalardan biri. Doğrusu benim bu konudaki şansım bugüne kadar fena değildi. Ayrıca, zamanla anlıyorsunuz ki, dünyada da, burda olduğu gibi bu işin profesyonellerinde, yani alıcılar, satıcılar, dağıtımcılar, sinema sahipleri, festivalciler, vs. gibi insanlarda sinema konusunda sağlam kriterler yok. Ödünç alınan kriterlerle hareket ediyorlar. Öyle olduğu zaman doğal olarak filmin satışında filmin niteliklerinden çok üzerindeki etiketler önem kazanmaya başlıyor. İyi bir festivale seçilmiş olmak ya da iyi bir ödül gibi etiketler işte bu noktada önem kazanıyor. Yani Berlin’de yarışmada iseniz iyi satıyorsunuz film nasıl olursa olsun gibi. Yurtiçinde filmlerim fazla iş yapmıyor. Belli bir pazarlama stratejisi bu sayıyı biraz yukarı çeker belki. Ama değer mi? Bugüne dek gala bile yapmadım. Belki zor şartlarda film yapıyorum, ama en büyük lüksüm, sevmediğim ortamlarda bulunmama özgürlüğüm. Seyirci sayısı yüzde elli artacak diye sevmediğim, içimden gelmeyen şeyler yapmak ya da işaretler göndermek onurumu zedeliyor. Son yıllarda sinema sanatı seyirci sayısına fazla endekslendi. Zannetmiyorum ki, filminin pazarlanma stratejisini fazlasıyla önemseyen bir yönetmen, bilerek ya da farkına varmadan filminin içine de seyirci sayısını arttırmaya yönelik işaretler ya da kodlar koymasın.
|