nbc home  

 

Sanki Herşey kendiliğinden oluyor gibi...

Nuri Bilge Ceylan ile söyleşi
Sonsuzkare Dergisi, Mayıs 2003, Sayı:1

Son yıllarda farklı çıkışıyla haklı olarak dikkatleri üzerine çeken genç yönetmen ile, konu, yorum, biçim, üretim, ve pazarlama ilişkileri üzerine yaptığımız bir söyleşiden derlenen bir yazıyı sunuyoruz.

Herkes gibi beni çeken konular var tabi ama yine de konu çok önem verdiğim birşey değil. Her konuda film yapılabilir. İncir çekirdeğinden bile dünyanın en iyi filminin çekilebileceği konusundaki inancım hala değişmedi.

Basit gibi görünen bir konu biraz zaman ayırıp (uyuşuk bir şekilde bile olsa) bakmayı sürdürdükçe bizi şaşırtacak ölçüde değişmeye ve derinleşmeye başlar. Dünyadaki herşey hayret edilecek derecede mucizevi ayrıntılarla doludur. Herhangi bir yerde otururken yere bakın. Küçük önemsiz bir toprak parçasına. Biraz daha yakınlaşıp bakarsanız burada karıncalar, böcekler ortaya çıkmaya başlar. Eğer uzun bir süre daha aynı noktaya bakmayı sürdürürsek bu küçük önemsiz görünen bölgede insanlar arası ilişkilerden pek de farklı olmayan ne mücadeleler, ne ilişkiler, savaşlar olduğu görünür. Evren her zerresiyle insanın zihnini fazlasıyla meşgul edecek ayrıntılar barındırır. Bu nedenle her zerresi bu kadar merak ve hayret duygusu yaratan mucizevi bir dünyada konu sıkıntısı çekmeyi ben pek anlamıyorum. Tersine insan üzerine eğilmek istediği konuların çokluğunun altında ezildiğini hissediyor bazen.

Ama bir sanatçıyı ayırdedici kılan özellik daha çok konuyu ele alış tarzındadır. Neietsche’nin ünlü sözünü hatırlayalım. “Olgular yoktur, yalnızca yorumlar vardır.” Van Gogh’u büyük bir sanatçı yapan konuları olamazdı herhalde. Bir konuyu ikna edici kılan, onun ruhumuzda yer etmesine neden olan unsur yorumlama biçimidir. Güncel hayatımızda nasıl bize birşey anlatılırken anlatıcının sesi, ifadesi, hızı, vurgulamayı seçtiği yerler, bakışları, bizi koyduğu pozisyon gibi faktörler etkili oluyorsa sinema için de aynı şeyler geçerli. Her anlatıcı karşısındakinde belli bir etki yaratmak amacıyla belli bir biçim yaratır. Bu biçim de kendisi üzerinde daha etkili olduğunu düşündüğü elemanlardan oluşarak biraraya gelir. Kendisine birşey anlatılırken önem verilen şeylerin fazla vurgulanmasına sinir olan biri, kendisi birşey anlatırken bundan kaçınmaya çalışır doğal olarak. Bu nedenle üslup konusuna biraz fazla kafa yorduğum söylenebilir. Ama aynı zamanda hiç kafa yormadığım da söylenebilir. Sanki herşey kendiliğinden oluyor gibi de geliyor bir yandan. Yazdığım bir sahneyi filme çekmek durumunda kaldığım zaman çok fazla seçenek çıkmıyor karşıma. Kameranın yeri, üzerindeki objektif, ya da bir planın uzunluğu gibi bir anlamda sonsuz seçenekler sunabilecek durumlar nedense tek seçenekli olarak çıkıyorlar karşıma. Fazla alternatif çeken biri değilim. Sahnenin mutlaka oradan o şekilde çekilmek zorunda olduğu konusundaki duygum nereden geliyor doğrusu bilmiyorum.

Üretim ve pazarlama meselesi, kişiliğim, yeteneklerim ya da eksikliklerimin neden olduğu sebeplerle el yordamıyla oluştu gitti. İşin içinde ilerledikçe, kendime güvenim arttıkça ve birtakım eksikliklerimi kapattıkça yavaş yavaş değişecek doğal olarak. Başlangıçta piyasadaki üretim koşulları ile kişiliğim arasında varolduğunu hissettiğim uyuşmazlık beni yeni yöntemler aramaya itti. Böylece çok küçük ekipler ile tümüyle hakim olabileceğimi hissettiğim ortamlar yaratmaya çalıştım. Düşük bütçeli filmler yaptığım için finansal kaynaklar peşinde fazla koşturmam gerekmedi. Eurimage gibi kaynaklara bugüne dek hep üşengeçlikle baktım. Bu işi para kazanmak adına yapmadığım için pazarlama konusunda da fazla ateşli biri olmadım. Reklam yapmak hep beni biraz utandırmıştır. Ama yine de yaptığım bütün filmlerden para kazandım. Ve böylelikle bir sonraki filmimi hep daha iyi koşullarda yapma şansım oldu. Doğrusu bugüne dek kendi yağımla kavrulabildiğim için şükrediyorum. Herhalde bir yerden para istemek benim için sinemanın en zor taraflarından biri olurdu. İstemenin zorluğu bir yana para yatıranın beklentilerini karşılamak gerektiği duygusu sırtımda ağır bir yük olabilirdi ve bu sorumluluk sanatsal dürtülerim üzerinde de baskı oluşturabilirdi. En azından risk alma özgürlüğüm sınırlanırdı. Ama gene de gelecekte nasıl olur bilmiyorum. Belki de devenin hörgücüyle yaşamaya alışmak zorunda olması gibi benim de böyle çalışmaya alışmam gerekebilir.

Filmlerim getirisinin çoğunu yurtdışından kazanıyor. Ama yurtdışında da filmin pazarlanması konusunda mecbur kalınan ilişkiler çok sevimli sayılmaz. Son derece pragmatik ve soğuk bir sistem oluşmuş. Bu durum giderek beni de acımasız, duygusuz ve tavizsiz hale getirmeye başladı gitti. Ama oyunun kurallarını öğrendikçe yine de belki daha pragmatik ama aynı zamanda daha huzurlu ve öfkesiz olmaya başladığımı da hissediyorum. Yurtdışında filmleri dünyaya pazarlayan ve satan şirketler ile ilişkileri çok sevmedim. Filmi alana kadar, imzalar atılana kadar müthiş bir sıcaklık ve ilgi, hemen sonrasında uzaklık ve soğukluk. İnsan hiç olmazsa bu duygusunu birazcık gizlemeye gayret eder diye düşünüp şaşırıyorsunuz. Bu nedenle yeni filmimin yurtdışı pazarlamasını internetin de yardımıyla kendimiz yapmak istiyoruz bu kez. Bu nedenle www.nbcfilm.com diye bir web sitesi hazırladık filmleri tanıtan.

Yurtdışında bu tarz filmlerin, hele Türkiye’den geliyorsa, pazarlanması kolay değil. Cannes, Berlin, Venedik gibi festivallerde görücüye çıkma şansını yakalayamazsanız işiniz daha da zorlaşıyor. Binlerce film yapılıyor her yıl. Türkiye’den çıkan bir film olarak farkedilmek ancak yukarıdaki gibi önemli festivallerden birinin resmi programına seçilebilmekle mümkün. Profesyonel dünyada festivaller yine de sanatsal kriterlerin hala gözetildiği ender vahalardan biri. Doğrusu benim bu konudaki şansım bugüne kadar fena değildi. Ayrıca, zamanla anlıyorsunuz ki, dünyada da, burda olduğu gibi bu işin profesyonellerinde, yani alıcılar, satıcılar, dağıtımcılar, sinema sahipleri, festivalciler, vs. gibi insanlarda sinema konusunda sağlam kriterler yok. Ödünç alınan kriterlerle hareket ediyorlar. Öyle olduğu zaman doğal olarak filmin satışında filmin niteliklerinden çok üzerindeki etiketler önem kazanmaya başlıyor. İyi bir festivale seçilmiş olmak ya da iyi bir ödül gibi etiketler işte bu noktada önem kazanıyor. Yani Berlin’de yarışmada iseniz iyi satıyorsunuz film nasıl olursa olsun gibi.

Yurtiçinde filmlerim fazla iş yapmıyor. Belli bir pazarlama stratejisi bu sayıyı biraz yukarı çeker belki. Ama değer mi? Bugüne dek gala bile yapmadım. Belki zor şartlarda film yapıyorum, ama en büyük lüksüm, sevmediğim ortamlarda bulunmama özgürlüğüm. Seyirci sayısı yüzde elli artacak diye sevmediğim, içimden gelmeyen şeyler yapmak ya da işaretler göndermek onurumu zedeliyor. Son yıllarda sinema sanatı seyirci sayısına fazla endekslendi. Zannetmiyorum ki, filminin pazarlanma stratejisini fazlasıyla önemseyen bir yönetmen, bilerek ya da farkına varmadan filminin içine de seyirci sayısını arttırmaya yönelik işaretler ya da kodlar koymasın.