nbc home  

 

Stüdyo İmge

KENDİMİZLE YÜZLEŞMEK ZORUNDA KALDIĞIMIZ BİR FİLM: UZAK
Soysal Demir, Stüdyo İmge, 24 Ocak 2003

Nuri Bilge Ceylan bu kez kamerasını kasabadan kente çeviriyor ve kentte yaşayan insanın sıkışmışlığını sorguluyor.

Anlatımındaki duruluk, karakterlerinin gerçekçiliği, minimal uslübu ve olağanüstü görüntüleri ile film, taraf tutmayıp göstermeyi tercih eden tavrı ile izleyenleri kendi yaşamlarıyla yüzleştiriyor.

Belki de bu yılın en iyi Türk filmi olan, Antalya Altın Portakal Ödülleri’nin galibi Uzak, ne yazık ki gösterimde çok az kalabildi. Türk sinemasının yükünü çeken, yüzünü ağartan bağımsız yapımları hem ululsal, hem de uluslararası film festivallerinde büyük başarılara imza atarken, malesef sadece birkaç sinemada gösterilme şansı buluyor, o da yalnızca iki üç haftalığına.

Bugünlerde ülkemizin sinema alanında en önemsediğim ödülleri; SİYAD Ödülleri’nin sahipleri belli olacak. Böylece sinema yazarlarımızın beğendikleri filmleri öğrenmiş olacağız. Benim tahminim birincilik konusunda iki filmin çekişeceği; İTİRAF ve UZAK. Ülkemizde bir yılda ancak 10-12 filmin çekilebildiği düşünülürse, bu tahmin edilemeyecek bir şey değil. Benim seçimim UZAK olurdu.

Elbette amaç filmleri beğeni sırasına göre dizmek, onları kantara koyup hangisinin kaç gram fazla çektiğini ölçüp biçmek değil. Yukarıda saydığım filmler sanırım sinemayla yakından ilgilenen herkesin kabul edeceği gibi bu yıl sinemamızın yüz akı filmleri.

Tekrar konumuza Uzak’a gelecek olursak; Film gösterime girmeden yazılıp çizildiği gibi Nuri Bilge Ceylan bu kez kamerasını kente çeviriyor. Kentte yaşamını sürdüren biri olarak filmin temel aldığı konuyu çok önemsediğimi söylemeliyim. Daha önce kasabada - kırsal alandaki sıkışmışlığı doğal, gerçekçi bir dille işleyen Ceylan aynı şeyi bu kez kent yaşamı için yapıyor. Filmin merkezinde yeralan iki karakter (Muzaffer Özdemir ve Mehmet Emin Toprak) olanca doğallığıyla bu sıkışmışlığı elle tutulur hale getiriyorlar.

Karakterlerden biri Ceylan’ın bir önceki filmi Mayıs Sıkıntısı’ndan da tanıdığımız Mehmet Emin Toprak bu kez şansını kentte denemek, hatta gemilerde çalışarak uzak diyarlara açılmak için İstanbul’da bir akrabasının yanına geliyor. Uzun yıllar önce kente yerleşmiş olan fotoğrafçı akrabası, eşinden boşanmış, arkadaşlarından uzaklaşmış içe kapanık bir yaşam sürüyor. Neredeyse gerçekten temas ettiği, duygularını paylaştığı hiç kimse kalmamış. Ailesi (annesi, kardeşi, yeğeni), akradaşları, iş için temas ettiği kişiler, hatta birlikte olduğu kadınlarla bile zorunluk nedeniyle ilişki kuruyor, bu ilişkileri birer yük gibi sürdürüyor. Kendince -şehir yaşamının hissedilen steril- kuralları var. İnsan ilişkini bu ölçülerle tanımlıyor. Yaşamda daha önce inandığı “değerler”e, “insanlara” olan güvenini kaybetmiş. Herhangi birinin yaşamına girmesine, kendisine, ruhuna gerçekten dokunmasına izin vermiyor. Okumuş, bilgi sahibi olmak (yarı aydın) kendi etrafına ördüğü sınırları ve kuralları yaratmanın birer aracı haline gelmiş.

İlişkinin diğer taraftafında ise, kendisine geldiği yeri hatırlatan, geleceğini uzaklarda aramaya karar vermiş, bulunduğu kalıbı kırmak isteyen misafiri bir kasabalı, hatta köylü olmanın tüm özelliklerini barındıran, yaşama karşı büyük bir açlık hisseden, bir kentlinin taşığı ev içi hassasiyetleri pek anlamayan, insancıl, taşıdığı toplumsal kimlikten dolayı ufku sığ, gerçekçilikten uzak genç bir adam var.

Ceylan filmde, kişilik özelliklerini özetlemeye çalıştığım bu iki karakterin ilişkisini olanca çıklaklığı ve doğallığı içinde bize gerçekçi biçimde yansıtırken; dokunmaktan, paylaşmaktan, sorumluluk almaktan, hatta hissetmekten korktuğumuz “kentli”, “steril”, “korunaklı”, “modern” yaşamlarımızı sorgulamamıza neden oluyor. O bizi yargılamıyor, yönlendirmiyor, sadece yüz yüze bırakıyor. Kentin koşuşturması, kalabalığı içinde görmezden geldiğimiz, günü kurtarmayı seçtiğimiz “kendi yaşamımıza” bakmamızı sağlıyor. Modern, etrafımızda tel örgü haline gelmiş “bilgi” dolu, içine kendimizi hapsettiğimiz okumuş-görmüş-geçirmiş konunaklı yaşamlarımızın bizi “diğerlerinden” ayırmağıdığı, üstün kılmadığı, kurtarmadığı gerçeğiyle yüz yüze bırakıyor.

Kasabadan gelmiş genç adam kadınlarla dokunmak için neredeyse vahşi bir açlık duyuyor, bunun için çaba harcıyor, ancak yapabildiği metro da yanına oturan genç kızın bacaklarına sürtünmek oluyor. Kentli kahramanımız ise, kadınlara ulaşıyor, onlarla birlikte oluyor ama ne ruhuna dokunmalarına izin veriyor, ne de kendisi ruhlarına dokunuyor, yalnız kaldığı zamanlarda porno film izliyor. Sanki tüm hisleri geride birer hatıra olarak kalmış. Belki de bu yüzden sadece eski karısıyla -gösteremese de- duygusal bir ilişki kuruyor. Çalıştığı kişilerle sadece iş amaçlı temas kuruyor, kimseye yardımcı olmuyor, kimseden yardım istemiyor. Fotoğafı bile sadece iş amaçlı çekiyor, Kasabalı kahramanız ise hesaplayamadığı, sonucunu kestiremediği bir iş arayışı ve uzak diyarlara açılma çabası içinde. Aynı vurdumduymazlıkla misafirliğini sürdürebiliyor ve aynı pervasızlıkla yardım istiyebiliyor. Ama bu bile insani bir ilişki kurma biçimi aslında, temas etme cesareti...

Ceylan’ı farklı kılan üstte de belirttiğim gibi konuyu ele alma ve kamerayı kullanma biçimi. Kamerasını kente çevirirkende, kırsal alanda görebileceğimiz sessizliği, yalnızlığı, boşluğu sunuyor olağanüstü görüntüler eşliğinde. Aslında sıkışmışlığın başta nitelik olmak üzere bir dizi farklılık gösterse de çok farklı olmadığını anlatıyor; daha doğrusu gösteriyor, yorumu size bırakıyor. Ben izlerken ve film üzerine düşünürken hep kendi yaşamımla ilgili kimi benzerlikler kurdum, bundan kaçamadım bir türlü. Sinemanın asgari gereklerini başarıyla yerine getiren, kendi uslübünu kabul ettiren bir filmi izlemek ve böyle bir yüzleşmeyle salondan ayrılmak az şey olmasa gerek.