|
Uzaklarda
"Uzak"ı seyretmek… Nuri Bilge Ceylan’ın sabırsızlıkla beklediğim üçüncü uzun metrajlı filmi Uzak, Melbourne Uluslarası Film Festivali aracılığıyla ulaştı bizlere… Yusuf’un (Mehmet Emin Toprak) gemilerde çalışarak görmeyi düşlediği dünyanın çok uzak ülkelerinden birinde yaşarken, Uzak filmini seyretmek farklı bir duygu… İsteklere ulaşamamanın yorgunluğunda ‘uzaklara kaçma’ isteği, her zaman insanların en belirgin özelliklerinden biri oldu… Uzaklar, eskisinin cenderesinde kıstırılmış yaşamların, nefes alabileceği güzel ve sakin yeni başlanğıçların adı sanıldı hep…O yüzden biz, birazda, Yusuf’un düşlerindeki yerlerden izledik Uzak filmini. Yani hala binlerce Yusuf’un özlemlerini hayallerini süsleyen, cebinin para, hayatının renk göreceği uzakların öte yakasından. Ceylan, çevirdiği filmlerle Anadolu sinemasının yetiştirdiği en önemli sinemacılardan biri olma yolunda emin adımlarla yürüyor… Özellikle Yılmaz Güney ile evrenseli yakalayan Anadolu sinemasının, Ceylan’ın yalın, temiz, fazlalıklardan arınmış insansal sinema diliyle, çok önemli noktalara ulaşacağına inanıyorum. Çünkü O, sinemayı sinema yapan Tarkovski, Kurosawa, Wenders, Fellini, Visconti, Bergman, Bunuel, Hitchcock, Güney gibi ustaların penceresinden bakıyor hayata… Özellikle İsveçli usta sinemacı Ingmar Bergman’ın çağımızın en önemli film yönetmenlerinden biri dediği Andrey Tarkovski, Ceylan’ı en çok etkileyen sinemacılardan biri olmalı (Filmdeki Mahmut, birazda kendisidir Ceylan’ın. Mahmut, porno filmlerden fırsat bulduğu anlarda sürekli Tarkovski’nin filmlerini izler). Filmin her sahnesi, bizi içine çekip sarmalayan, bizden birşeyler taşıyan canlı fotoğraflar gibiler… Her karenin üzerinde günlerce düşünülmüşün izlerini görebiliyorsunuz… Herşey yerli yerinde… Işık yada gölge bile Ceylan’ın direktiflerine harfiyen uyan usta oyuncular gibiler. Ceylan, kamerayı nereye koyacağını, hangi karenin en iyi hangi pozisyondan alınacağını adı gibi bilen bir usta bence... Filmde oynayan amatör oyuncular gibi, evlerin içleri, eşyalar, birbirinin üzerine yığılmış apartmanlar, sokaklar, karın üzerine abandığı koca bir şehir bile kendilerine verilmiş rolleri başarıyla oynuyorlar… Ceylan, fotoğrafçılıktan gelen yeteneğini birkez daha başarıyla kullanıyor ve o kasvetli gri kar görüntüleriyle İstanbul’u muhteşemleştiriyor… Düşünüyorum acaba İstanbul İstanbul olalı böyle güzel çekildimi hiç. Yıllar önce geldiği büyük şehirde, onca uğraşın ardından yaşamın anlamsızlığına takılıp kalmıştır fotoğrafçı-yönetmen Mahmut (Muzaffer Özdemir)... Tıpkı evinde yapışkanlı tuzağa takılıp kalan küçük fare gibi.. Birgün çat kapı çıkıp evine gelen köylüsü Yusuf ise Mahmut'un tüm bitmişliğine karşın, hayalleri ve umutları olan ve onlara ulaşacağına inanan biridir... Tek bir amacı vardır Yusuf'un; büyük yük gemilerinde ne türden olursa olsun bir iş bulmak ve 'uzak'lara gitmek... O sayede hem dünyayı dolaşma hemde para kazanma şansını yakalayacağını düşler Yusuf. Değerlerini, hızla kapitalistleşen insan ilişkileri içinde henüz yitirmemiş Yusuf, Mahmut'u, paylaştıkları o kısa ilişkilerinde sürekli öfkelendirir... Mahmut'un öfkesi, tükenmişliklerine kendinlerince haklı nedenler bulmaya çalışanların gösterdikleri doğal tepkidir aslında... Bitmişliği yaşarken, sürekli kendisini inandırmaya çalıştığı 'değerlerin yokolup gittiği' teorisi Yusuf'un gelişiyle, tuzla buz olmuştur çünkü... O yüzden gerçekle yüz yüze gelmenin tahammülsüzlüğüdür, her fırsatta Yusuf'un yüzüne vurulan öfke... Az değildir Mahmut'un düştüğü durum... Tüm kendini kandırmalarına karşın insan saflıkları, temizlikleri, umutlara sahip olmaları, birşeyleri gerçekleştirmek için uğraşmaları, hala vardır yeryüzünde... Oysa o bütün bu değerlerin, uğraşların bittiğine ve anlamsızlaştığına kendini ikna etmeye çalışmıştır Yusuf'un gelişine kadar... Uzak, farklı kişiliklerdeki bu iki insanın yaşamlarını, karşılaştıkları büyük şehirde harmanlar bizim için. Uzak, bir uzaklıklar senfonisi… Yusuf’un düşlerindeki uzak ülkeler, Mahmut’un eski karısı Nazan’ın çekip gittiği uzak Kanada, Mahmut’un içinde bastırdığı gitme isteklerindeki uzak şehirler, senfoniyi oluşturan birkaç cografik uzaklıklar… Öte yandan Yusuf’un geldiği kasabanın, büyük şehir İstanbul’a olan coğrafik uzaklığının yanında, asıl en yaralayıcı uzaklıklar, insanların arasında yaratılanlar… Tabiiki insanın insana uzaklıklarında, cografyanın sosyolojik etkilerini gözardi etmemek kaydıyla... Tıkanıp, tükenmiş orta sınıf bir aydın olan Mahmut, herkesten uzaklara savrulmuşluğun acılarını çeker çaresizce… Köyden bin bir türlü umutla gelen Yusuf’a, içten içe sevmesine rağmen bir türlü itiraf edemediği eski karısı Nazan’a, dava ve iş arkadaşlarına, yattığı kadınlara, annesine, kız kardeşine hep uzaktır Mahmut… İnsanın insandan uzaklaşmasının kahredici yokluğu, Mahmut’un kimliğinde müthiş bir acıyla canımıza batar Uzak’ta… Deforme olan aydın kişiliklerinin, tepeden bakan kibirliliklerin, yaralı parmağa ilaç olmama bencilliklerinin içinde yitip giden Mahmut’un yaşamdan uzaklaşmasının trajedisidir Uzak… Mahmut, bugünün dünyasında hepimizin yanlızlaşan, karalaşan yanıdır birazda… Her gün yokolup gitmesine göz yumduğumuz değerlerimizin, erdemlerimizin törpülenmişliğinde üstümüze abanan yanlızlığımızın resmidir… Gri kasvetli görüntüsüyle çizilmiş İstanbul ise, filmde bir şehirden çok, değerleri altüst edilip kıstırılmış yaşamlarımızın sığındığı kocaman karanlık odaları tasvir eder… Birbirimizden uzaklaştıkça ve insanlığımızı yitirdikçe rengini, neşesini, tadını yitiren ve siyah-beyazlaşan odalarımız… Peki sinemanın insanı anlayıp çözümlemede yürüyeceği çok uzun yolu olduğuna inanlar, böyle karanlık dünyalar çizerekmi hareketlendirecekler insanları? İnsan, boğazına kadar içine çekildiği, ekonomik krizlerin, yoksullukların, işsizliklerin ortasında hep umutsuzmu kalacak? Bütün usta yönetmenler gibi Ceylan’ın da buna yanıtı ‘Hayır’ olur… Tüm o kıstırılmışlıkların, tükenmişliklerin, sahteliklerin, yitip gitmelerin ortasında hayatı, güzel gözleriyle anlamdırmaya çalışan Yusuf’u, insanlığın pırıl pırıl parıldayan umutu olarak çakar filminin içinde… Ellerini, ayaklarını saran kar donmuşluklarını hiçe sayıp şehrin her mekanına batıp çıkan Yusuf, insanlık köyünün kavalcısı gibidir ve ısrarla bizi hayata bağlamaya çabalar… Onu takip edecek herkes, umutlarına, düşlerine sinmiş yeni hayatlara ulaşacaktır eninde sonunda… Onurdan bahsedip, bitmişliğinin tüm acısıyla kendisine hakaret ederek saldıran Mahmut’a, o yüzden yaşadığı en umutsuz koşullarda bile en onurlu yanıtı verebilir Yusuf… Bir sabah geldiği gibi veda etmeden çıkıp gider… Üstelik gidişiyle, Mahmut’a, Mahmut’un bir türlü yapamadığı kendisiyle hesaplaşması fırsatınıda verir… Ceylan, art arda gelen görüntülerle, tek kelimesiz bu hesaplaşmayı en yalın ve başarılı şekilde anlatır bizlere… Uzak, tam anlamıyla Anadolu sinemasının bir yüzakı… Zaten çoktan Anadolu sinemasını dünya sinemasıyla buluşturan önemli mihenk taşlarından biri oldu bile… Uzak’ın uzaklarda içime doluşturduğu
onur ve gururu hüzünlendirense, sinema tarihinin en içten ve en alçakgönüllü
yıldızını, gencecik yaşta yitirmiş olmamız… Oynadığı üç filmde gösterdiği
olağanüstü başarılara rağmen, kasabasında kurduğu küçük dünyanın tadını
hiç birşeye değişmeyen Mehmet Emin Toprak aramızda yok artık… İçinde kopan
tüm fırtınaları genç yüzünün çizgilerine yükleyebilen kasabanın James
Dean’ı, sevimli yüzüyle önümdeki dev ekrana her gelişinde, içim biraz
daha acıdı… Sinema yaşamını, Kasaba ile başlatıp Uzak ile bitiren Toprak'ın,
kasabasına artık bizdende çok uzaklarda olmasının hüznüyse, yüreğime öylece
takılıp kaldı…
|