OLMAYAN
ŞEHRE YOLCULUK
Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi
Emel Erden, Vizyon Dergisi, Ocak 2003
Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı
ile seyirciyi günümüzün karmaşasından alıp kasabaya; çocukluğun saf dünyasına
götüren Nuri Bilge Ceylan, yeni filmi Uzak ile İstanbul'a dönüyor. Uzak
ekibi ve Nuri Bilge Ceylan ile sinemaya, arayışlara ve İstanbul'a dönmek
üzerine konuştuk.
(Ekip ile söyleşiler N.B.Ceylan söyleşisinin altında..)
Emel Erden - Sinema öykünüz
nasıl başladı? İlk kıvılcımlar, dönüm noktalarınız nelerdi? İsterseniz
böyle başlayalım.
N.B.Ceylan - Sinemayı herkes gibi ben de,
çocukluğumdan beri çok seviyordum. Gerçi sinema eskiden daha büyülü bir
şeydi. Çünkü televizyon yoktu. Çocukluğumun geçtiği Yenice, küçük bir
kasaba olmasına rağmen, iki tane sinema vardı. Şu anda yok tabii. Dolayısıyla,
mucize, büyü gibi bir şeydi. Her film, iyi olsun, kötü olsun üzerimizde
derin izler bırakırdı. Ama tabii insanın film yapmaya karar vermesinin
bununla pek bir ilgisi olmuyor. O, çok yıllar sonra olan bir şey. Galiba
beni film yapmaya iten şey, birkaç yönetmenin otobiyografilerini okumaya
karar vermem oldu. Ama onları okumaya niye karar verdim o da ayrı bir
soru. Herhalde öyle bir niyetim de vardı daha önce.
Bir şeyden etkilenerek mi okudunuz?
Film yapmaya niyetlenmiş olmalıyım ki, okudum herhalde. Önce Polanski’nin
Roman’ını okudum. Bu kitabı çok beğendim. Bir hayatın sıfırdan, toplama
kamplarından başlayıp nasıl değiştiğini anlatıyordu. Mucizelerin insan
hayatında her zaman var olabileceğini kanıtlayan bir kitaptı. O dönemde
Ankara’da askerlik yapıyordum. Yalnızdım. Çok kitap okuyordum ve çok sinemaya
gidiyordum. Net olarak sinema yapmak üzere kendimi programladığımı hatırlıyorum.
Askerlik bitince de bu konuda son derece somut adımlar atmaya karar vermiştim.
İngiltere’ye gittim sinema okumak amacıyla. Okullar çok pahalıydı. Döndüğümde
tekrar üniversite sınavlarına girdim ve Mimar Sinan Üniversitesi’ni kazandım.
İki yıl orada eğitim gördüm. Ama gerçekten bir film yapmayı başarmam çok
daha uzun yıllar aldı.
Koza nasıl doğdu?
10 yıl kadar geçmişti, karar verdiğim andan Koza’nın başlamasına kadar.
Sinema konusunda yeteneğimizi ucuz bir şekilde test etmemizi sağlayacak
video kameraları yoktu. O yüzden, bir deneme yapmak daha zordu. Elime
biraz para geçince çok ucuza eski bir 35 mm film kamerası aldım. Ve onunla,
çekim koşulları açısından bir fotoğraf çalışmasından çok da farklı olmayacak
bir şekilde, çekmeye başladım. Benim için, en zor filmim Koza olmuştur.
Çünkü hiçbir şey bilmiyordum. Hiçbir sette çalışmamıştım. Sadece kitaplar
okumuştum.
Deneyerek mi öğrendiniz?
Bir bakıma öyle. Gerçi bir arkadaşımın, Mehmet Eryılmaz’ın bir kısa filminde
oynamıştım. 35 mm bir kısa filmdi ve oynamamın sebebi bütün aşamaları
görmekti. Yakın arkadaşımdı, bu nedenle kurgu, ses gibi bütün teknik aşamalara
rahatlıkla girip çıkıyor, istediğim soruları soruyordum. Daha sonra o
filmin çekildiği kamerayı satın aldım ve kendim deneme çekimleri yapmaya
başladım. Makinalı tüfek gibi ses çıkaran ve sesli çekim yapmaya olanak
vermeyen bir kameraydı. Elime ilk defa kamera almıştım. Bir yıl kadar
bütün boş zamanlarımda Yenice’ye gidip geldim. Kafamda çok silik bir senaryo
vardı. Bir sürü şey çektim. Sonra kurguda ortaya çıkan şeyleri toparlamaya
çalıştım. O toparlama çok zor oldu ama bana montajı ve sinemayı öğretti
diyebilirim.
Fotoğrafa olan ilginiz nasıl başladı?
Çoğu şey tesadüflerle oluyor. O da herhalde öyle oldu. Çevremde sanat
namına fazla bir şey yoktu o günlerde. Sadece bizim mahallede çok kültürlü
bir aile vardı. Bizim en üst katımızda otururlardı. O aile, bana doğum
günlerimde hep kitap hediye ederdi. Jules Verne’in kitaplarını onların
sayesinde okumuştum. Bir keresinde karanlık odayı anlatan bir kitap hediye
etmişlerdi. Orada karanlık oda bana çok eğlenceli bir oyun gibi göründü.
Belki bu yüzden.
Kaç yaşındaydınız?
On beş yaşlarında.
Fotoğraf çekmeyi sürdürüyor musunuz?
Hayır (gülümsüyor). Fotoğraf zevkimi şu anda filmlerimin afişlerini ve
lobilerini yaparken tatmin edebiliyorum biraz.
Bıraktınız mı?
Evet çünkü vakit kalmıyor. Ama özlemiyor değilim bazen. Çünkü yalnız çalışma
olanağına sahipsiniz. Fotoğrafçıların yalnızlığını kıskanıyorum.
Sizce bir yönetmenin aynı zamanda iyi bir fotoğrafçı olmasının
artıları var mı? Siz fotoğrafçılığınızdan hangi alanlarda beslendiniz?
Muhakkak ki var. Çerçeve konusunda bir kere bir alışkanlığınız oluşuyor.
Bir yönetmenin görüntüyü tümüyle görüntü yönetmenine bırakmasını ben anlayamıyorum.
O zaman görüntü yönetmeni değiştiği zaman, filmin tarzı da değişir. Yönetmenin
ondan ne istediğini iyi bilmesi lazım. Objektifleri bilmesi, çerçeve ahlakı
olması, kameranın yeri ve açısı, ve tabi ışık konusunda en azında sağlam
bir duygusu olması gerekir diye düşünüyorum. Sette duygusal terminoloji
ile konuşmayı zaman kaybettirici ve gereksiz buluyorum. Oyunculara karşı
bile. “Burda şöyle bir duygu istiyorum” gibi.. Daha somut olmak lazım.
Görüntü yönetmeni “Kaç objektif takayım?” ya da “kamera nerde” diye sorar.
Onlara "kamera burada" demelisiniz. Kameranın orada olacağına
karar verebilmeniz için üzerinde kaç objektif olacağını ve o objektifin
nasıl göreceğini hayal edebilmeniz lazım.
Uzak’a sonra döneceğiz ama şu anki konuyla çok ilgili bir diyalog
geçiyor filmde. Bir fotoğrafçı olan Mahmut ‘fotoğrafın bittiğini’ söylüyor.
Gerçekten siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
O benim görüşüm değildi. O sahneyi çektiğim ve o konuşma sırasında masada
oturan arkadaşım fotoğrafçı Arif Aşçı’nın uzun süredir, kafamın etini
yiyerek söylediği bir sözdü o. O günlerde Arif öyle bir duygu içindeydi
ve uğraş alanı ile ilgili küçük çaplı bir kriz yaşıyordu. Belki geçiciydi.
Nitekim geçti. Fotoğrafa karşı bir yabancılaşma hissediyordu. 'Fotoğraf
bitti' diyordu devamlı ve kulağımızı kurutmuştu. O sahnede onu da oynattığım
ve senaryoyla bağlantılı olarak karakterin de söyleyebileceği bir şey
olduğu için kullandık o sözü.
Mayıs Sıkıntısı’nın, Kasaba’yı çekerkenki gözlemlerinizden ve
yaşadıklarınızdan oluştuğunu söylemişsiniz. Pek çok şeyi deneyerek öğrendiğiniz
Koza’daki deneyimlerin Kasaba’yı çekerken nasıl etkileri oldu?
Kasaba’nın konusuyla ilgili bir etkisi olmadı ama Koza’da yaşadığım zorluklar,
Kasaba’da yapmamam gereken şeyleri öğretti. Bir kere fikrin, senaryonun
biraz daha olgunlaşması gerektiğini hissettim çekime girişmeden. Biraz
daha hazırlıklı olmak gerektiğini gördüm. Yine de çok hazırlıklı değildim.
Senaryo yarımdı. Senaryonun yarısı bitmeden başladım. Kasaba’nın yarısını
çektik ve daha sonra kalan yarısını yazdık. Koza ve Kasaba’daki bu zorluklar,
Mayıs Sıkıntısı’nda beni artık daha da bitmiş bir senaryoyla çalışma konusunda
ikna etti. İlk defa Mayıs Sıkıntısı’nda tümüyle bitmiş bir senaryoyla
çalıştım. O senaryodan uzaklaşmakta özgürdüm ama hiç değilse çaresiz kaldığımda
güvenle kendisine geri dönecek bir kaynak vardı elimde.
Mayıs Sıkıntısı’nın diğer filmlerinizden başka farkları da vardı.
Renkli ve sesli çekim gibi...
Sesli çekim, bir karakterin çıkarabileceği oyunu tamamen etkiliyor. Amatör
oyuncular için sesli çekim daha kolay. Amatörler, hem ezberliyemiyorlar,
hem sufle alamıyorlar, hem de yazılmış diyaloğu ağızlarına oturtamıyorlar.
Ama meseleyi bir kere anlarlarsa, kendi dağarcıklarından beklenmedik zenginlikler
çıkarabiliyorlar. İşte bu spontan olanı yakalamanızı sağlıyor sesli çekim.
Özellikle aynı zamanda akraba ve arkadaşlarınız olan amatör oyuncuları
kullanıyorsunuz filmlerinizde. Uzak, ilk defa profesyonel oyuncuların
da oynadığı bir film.
Evet, kapıcıyı oynayan Feridun Koç, Mahmut’un eski karısını oynayan Zuhal
Gencer, diğer kadını oynayan Nazan Kırılmış bunlar profesyonel oyunculardı.
Profesyoneller sizin sinemanıza nasıl dahil oldular?
Bir denemek istedim. Risksiz rollerdi bunlar. Başrolde cesaret edemedim
şimdilik açıkçası (gülüyor). Doğrusu profesyoneller de bazı açılardan
beni etkiledi. Özellikle çalışma disiplinleriyle. İyi tarafları da, kötü
tarafları da var.
İyi tarafları çalışma disiplinleri dediniz…
Kötü taraflarından bir tanesi kalıplara biraz yatkın olmaları. Dikkatli
olmanız gerekiyor. Alışkanlık denen bir zaafı var insanın. Amatörlerde
böyle bir şey yok tabii. Onların da başka zorlukları olabiliyor. Profesyonellerin
ezberleme yetenekleri inanılmaz. İnsan şaşırıyor. Hayran oluyorsunuz.
O hayranlıktan, bazen başka şeyi kaçırıyor insan. “Aaa, bravo” filan derken
oyuna bakmayı unuttuğum oldu (gülüyor). Zühal Gencer’le böyle bir şey
geçti başımızdan. Zühal’i ilk kez çektiğimiz zaman, Zühal üç-beş paragraf
okuyup, sonra hepsini tıkır tıkır söylüyordu. Ben böyle hayretler içinde
kalıyordum. Hani Noter’de daktilo yazan kadınların parmaklarına bakakalırsınız
ya. Ne yazdığı önemsiz hale gelir. Bayağı da çektik o gün. Ertesi gün
tekrarladık hepsini (gülüyor). Çünkü oyuna bakamamışım şaşkınlıktan. Eve
gidince seyrettim tekrar ve diğer konulara dikkat etmediğimi gördüm.
Bir de siyah beyaz çekmekten, renkli çekmeye yöneldiniz. Bu konudaki
duygularınız neler?
Sanki günümüzde Siyah Beyaz film, sanatsal ve elit olmanın biraz ucuz,
biraz kolay, biraz zorlama bir yolu haline geldi gibi bir duygum var.
Siyah beyazı severim aslında. Ama daha çok filmlerin zorunlu olarak siyah
beyaz çekilmek zorunda olduğu günlerden gelenleri. Siyah Beyaz çekmek
pratik açıdan da çok zor. Üstelik daha pahalı. Negatif ve baskı filmlerini
yurtdışından getirtiyorsunuz özel olarak. Laboratuvarlar tekniği unutmuş,
yapıyorlar bir şekilde ama sorunlar çıkıyor. Yapıp bitiriyorsunuz, film
satılmıyor. Televizyon kanalları film renkli değil diye almaya yanaşmıyorlar.
Renkli filme göre ayarlanmış projeksiyon makinaları filmi çizebiliyor.
Daha bir sürü şey. Ama tüm bunlara rağmen yine de bir gün renksiz bir
film yapmayı düşünüyorum.
Buradan yola çıkıp, renkli çekmenin daha fazla para getireceğini
varsayarsak, daha fazla üretebilmek anlamına geliyor mu bu?
Hayır. Gelmiyor.
Sonuçta filmlerinizin kazandığı parayı yeni filmler için yatırıyorsunuz.
Üretim derken daha fazla film yapacak mısınız diye soruyorum. Biz daha
fazla Nuri Bilge Ceylan filmi izleyebilecek miyiz?
Hayır, bu benim tamamen senaryoyu bitirmemle ilgili. Şimdiye dek film
üretme hızım, senaryo yazabilme hızıma bağlı oldu. Hiçbir şekilde para
ile ilgili olmadı. Ne yazık ki o kadar hızlı değilim senaryo konusunda.
Zeki’yi (Demirkubuz) kıskanıyorum mesela bu konuda. Onun her zaman çekmecesinde
dört beş tane yeni projesi vardır. Ben o konuda biraz yavaşım.
Sizin sinemanızı besleyen kişisel yönlerinize gelelim isterseniz.
Filmlerinizde uzun bir yolculuğa çıkmışlık duygusu var. Gerçek hayatta
da hem Batı’ya, hem Doğu’ya uzun yolculuklar yaptığınızı biliyoruz. Yolculuk
neyi ifade ediyor size?
(Uzun bir sessizlikten sonra) Bilmiyorum. Şu anda fazla bir şey ifade
etmiyor. Bir bakıma, farklılıklardan çok benzerlikler dominant olmaya
başladı. Fazla bir şey değişmiyormuş, insanlar, ağaçlar, bulutlar her
şey aynıymış gibi geliyor. Geçen zaman içinde cazibesini yitirdi benim
için. Eskiden farklıydı. Seyahat denen şey var oldukça mutsuz olmak herhalde
mümkün değil gibi bir duygum vardı. Her yaz bisikletle ya da otostopla
muhakkak gezerdim. Belki bu bir mucize beklentisi gibi bir şeydi. Kendimden,
buradaki hayatımdan memnun değildim. Gezilerde başıma bir şeyler gelmesini
umuyordum. Hayatıma yeni ve güçlü bir yön verecek, anlam katacak bir şeyle
karşılaşmak istiyordum. Daha çok kendimden memnun olmamakla ilgili bir
şeydi. Hayata yeniden başlama fırsatı, kendini sıfırlamak, yeni bir karakterle
yeni ilişkilere atılmak gibi duygulardı. Bu gezilerin çoğunu yayan, bisiklet
ya da otostopla yaptığıma göre, kendimi biraz kahraman gibi hissetmek
de istiyor olmalıyım. Demek ki normal yaşantımda kendimi silik ve yavan
hissediyordum.Ama yeni bir ülkenin yeni bir insan yaratmadığını öğrendim.
Ne zamandan beri çok fazla şey ifade etmiyor yolculuk size?
Tümüyle gezebilecek olanağa kavuştuğum zaman anladım bunu galiba. Boğaziçi
Üniversitesi’ni bitirdikten sonra, ki o zamana kadar yalnızca yaz tatillerinde
seyahat ediyordum. Gezilen ülkelerle daha egzotik ilişkilerim vardı. Birkaç
ay gidiyordum. Tekrar okula dönüyordum. Sonra, okul bitince, önümde yapılması
gereken zorunlu bir şey kalmadı, okula geri dönmek zorunda değildim. O
zaman farklı bir gözle bakmaya başlıyor insan. İngiltere’ye gittim, garsonluk
yaptım. Hayat böyle geçmez gibi geldi. Bu defa da Doğu’ya gittim. Hindistan,
Nepal’de anlam arayışına girdim. Yaşamıma yön verebilecek önemli bir düşünceye
varmak, hayatımı ciddi, derin, anlamlı yapacak birtakım ilkeler bulmak
istiyordum. Sonra gerçekle yüzleşmeye başladım. O kafa karışıklığı içinde,
birden o zamana kadar korktuğum, kaçtığım askerlik geldi aklıma. Ve o
kadar iyi geldi ki bu düşünce. Sonuçta yapılması zorunlu bir şeydi. Düşünmekten,
karar vermekten kurtaracak bir şey olarak göründü. Büyük bir zevkle dönüp,
hemen askere gittim. İnsanın dağınık düşüncelerine yön verecek bir otoriteye
her zaman ihtiyacı var. Sorumluluk, bağımlılık, insanın önünde yapılacak
zorunlu şeyler olması hayırlı belalar gibi görünüyor şimdi. Özgürlük ağır
bir yük.
Askerlik dışında başka otoriteler de oldu mu hayatınızda?
Bunu gizli gizli hep istedim, her insan da istiyor zannediyorum. Otoriteleri
hem çok isteyen, hem de boyun eğemeyen bir insanım galiba. En çok ihtiyaç
duyulan, akıldışı olanı içinde eritebilecek bir otorite. Yani bir inanç.
Budizm’le bir bağınız var mı? İlgi duyuyor musunuz?
İlgi duydum ama fazla değil. Hiçbir şeye sonuna kadar bağlanabilecek bir
insan değilim.
Sinemaya da mı?
Sinema çok iyi geldi. Hiçbir şeyden emin olamayan bir insan olduğum için,
sanat ve dolayısıyla da sinema, hiç emin olmadığınız görüşleri ifade etme
olanağı sağlıyor yine de. Felsefede olduğu gibi, düşüncelerinizi, bir
çekiç darbesi gibi kesin ve net söylemek zorunda değilsiniz. Kararsızlıklarınızı
aynen, olduğu gibi ortaya koyabileceğiniz bir alan.
Başka nelere ilgi duydunuz?
Bir ara dağcılığa ilgi duydum. Ama bugüne kadar belki on, on beş yıl dağcılık
yaptım ama hiç zirvem yoktur benim. Tam yüz metre kalır zirveye, “ne anlamı
var” der, dönerim. Orada içimdeki şey yok olur birden. Anlamsız görünmeye
başlar. O tip bir kararlılığı ve sabrı çok uzun sürdürebilen bir yapım
yok. O inancı çok sağlam tutamıyorum. Himalayalar’da yürüdüm bir ay boyunca.
Everest’in çok güzel bir görüntü verdiği bir tepe vardır. Dağcılık becerisi
ve malzemesi olmadan çıkabileceğiniz bir yerdir. Kalapattar diye. Ben
de on beş gün yürüdüm ve oraya bir gün kala geri döndüm mesela. Böyle
bir yapım var. Bir anda anlamsız geliyor. Hayalde canlandırma aşaması
daha iyi. Hayalde iyice süsleyebiliyorsunuz çünkü, ama süreç içindeyken
yavaş yavaş değerden düşmeye başlıyor ve sonuna doğru iyice gevşiyor ve
anlamsız hale geliyor.
Fotoğrafçılığın dışında sanatın hangi dallarından nasıl beslendiniz?
Psikoloji, sosyoloji ile aranız nasıl?
Özellikle fotoğrafçıyken resim daha çok ilgimi çekiyordu. Ama beni sinemadan
daha çok etkileyen tek sanat edebiyat olmuştur. Beni en çok etkileyen
romanın üzerimdeki etkisi, en çok etkileyen filmin etkisinden çok daha
fazla oldu. Sinema sanatı, edebiyatın ulaştığı derinliğe ulaşamadı henüz.
Geleceğin sineması sizce nasıl olacak?
Aslında çok bilmiyorum. Eskiden sinemaya insanlar ağlamak için giderdi,
şimdi gülmek için gidiyor. Eskiden Bergman'ın filmleri burda bile vizyona
girerdi, şimdi olsa mümkün değil. Şimdi insanlar daha kolay ilişki kurulabilir
filmler istiyorlar herhalde. Sinemanın bize mucizevi ya da büyülü gelen
duygusu yok artık. Bir filmden çıktığımızda iliklerimize kadar değişme
arzuyla dolu bir insan olurduk. Etkisi günlerce sürerdi. Şimdi o kadar
etkilenmiyorum. O büyü yok oldu. Belki hem yaşlandığım için algılarım
keskinliğini kaybediyor, hem de görüntü bombardımanının çok fazla olması
yüzündendir bu. Gelecekte ne olacak? Sanki iyimser olmak zor gibi görünüyor.
Belki de yozlaşmanın çok fazla artması, bir tepki olarak alternatif arayışları
da beraberinden getirir. Bilmiyorum.
İyimser olmak zor derken, sizin ve sizin gibi yönetmenlerin çektiği
filmlerin daha az şansı mı olacağını kasdediyorsunuz?
Hayır. Digital teknolojinin getirdiği kolaylıklar yeni arayışları ve kişisel
sinema üretimini arttıracaktır. Ama bu tarz filmlerin gösterim şansı bulması,
dağıtım ağına girmesi zorlaşacak. Sanat sinemasının geleceği daha çok
DVD'ye kayacak gibi görünüyor. Ev sineması teknik açıdan sinema salonlarını
aratmayacak düzeyde kaliteli hale gelecektir. Ama insanlar sinemaya daha
çok sosyalleşmek için gittiklerinden, sinemada film seyretme alışkanlığı
sürebilir.
Çağdaş yönetmenlerden kimleri
beğenirsiniz?
İran'dan Abbas Kiarostami, Kazakistan'dan Drejan Omirbaev ve Tayvan'dan
Tsai Ming Liang'i severim.
Sinemaya başlamak için geç kaldığınızı düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Algılarım keskinliğini epey yitirdi, onu hissediyorum. Koza'yı
çekmeye 36 yaşımda başlamışım. Muhakkak ki, 25 yaşında başlasaydım çok
daha iyi olurdu. Daha çok enerjim olurdu. Gençken gözünüz daha kara oluyor.
Gözü kara bir cesarete o kadar ihtiyaç var ki film yapmak için.
Kasaba sizin çocukluğunuzun geçtiği yeri, Mayıs Sıkıntısı babanızı
anlatıyorsa, sizce Uzak sizin öykünüz mü?
Her filmde olduğu gibi benden şeyler var ama tümüyle değil. Otobiyografik
öğeler olan bir film. Arkadaşlarımın hayatlarından da yararlandım. Ama
yine de bunun en otobiyografik filmim olduğu söylenebilir.
Filmde Mahmut, idealleri ile gerçek hayat arasındaki farkın büyümesinden
bahsediyor. Bu sadece sizin mi yoksa bütün fotoğrafçı çevrenizin mi düşüncesi?
Özellikle entelektüel camiada çok yaygın bir durum bu. Büyük kentlerde
yaşayan ve özellikle benim yaşlarımda olan bireylerin önemli bir şeyleri
kaybettiği duygusu ve kaygısı var. Yaşamdaki o kahramanlık boyutu sanki
biraz yitirildi. Artık çoğumuzun yüce amaçları, uğruna ölmeye değecek
birşeyimiz kalmadı. Mahmut karakteriyle Nietzsche’nin deyişiyle “acınacak
rahatlıkları” dışında hayattan hiçbir beklentisi kalmamış insanlardan
birini anlatmaya çalıştım biraz. Bunu modern toplumsal hayatın bir sorunu
olarak ele almaya da pek cesaret edemedim. Çünkü bu durum her çağda belli
tür insanların kaderi olmuş gibi de görünüyor. Gençlikte idealler daha
güçlü oluyor. Daha sonra hayatın gerçekleri, yorgunluk, gerçeklerle yüzleşme,
inançların zayıflaması, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak gibi faktörler
bu mesafeyi büyütüyor. Filmde olduğu gibi, hayatının bir döneminde tekrar
yalnız kalanlar belki bu melankoliyi daha derinden hissediyor olabilirler.
Siz yalnız kalanlardan mısınız?
Şöyle söyleyeyim: İyi bildiğim duygular bunlar.
Neden Mahmut Smart araba kullanıyor?
Benim kendi arabam Smart şimdi. Araba aramakla uğraşmayalım diye onu kullandık
biraz. Arabasının Smart olması, evinin yakınına park edebilme şansını
araba seçiminde öncelikleri arasına almış olmasını göstermesi nedeniyle,
karakterin pragmatik ve üşengeç niteliklerini vurgulayacağından çelişkili
de olmazdı. Senaryoda Smart'la ilgili bir kaç komik şey vardı. Daha sonra
onları çıkardık montajdan.. Çok ilgi çeken bir araba. Özellikle Anadolu'da
inanılmaz ilgi çekiyor. Genellikle biz çekim ekibi olarak bir kasabaya
gittiğimizde, çok ilgiden rahatsız oluruz. İnsanlar film çekimine bakarlar,
toplanırlar. Rahat çekim yapamazsınız. Bir yere gittik. Smart'ı park ettik
ve çekim yapmaya başladık. Herkes arabanın başına toplandı, biz rahat
rahat çekim yaptık (gülüyor). Bunu görünce Smart'ın bayağı işe yarayacağı
ortaya çıktı. Belki de bundan sonra Smart’ı çekim malzemeleri listesine
eklemek lazım.
Peki siz neden Smart kullanıyorsunuz?
Görünüşü çirkin bence ve üstelik ilgi çekmesi beni rahatsız ediyor. Ama
Cihangir'de yaşıyorum ve Smart park sorununu tümüyle çözüyor.
Anladığım kadarıyla senaryoda karsız bir İstanbul vardı. Sonra
bir lütuftur ki, İstanbul geçen yıl, tam filmin çekildiği zamanlarda,
kara uyandı. Nasıl bir duyguydu karlı bir İstanbul sabahına uyanmak?
Aslında İstanbul'da, karda bir şeyler çekme düşüncesi hep hoş duygular
vermiştir bana. Fotoğrafçılık zamanlarımda da aynı şeyi hissederdim. İstanbul’da
böyle kar çok seyrek yağar. O yüzden heyecanlandık tabii. Ama o kadar
da çabuk geçiyor ki, kısa sürede her şey çamur haline dönüşüyor. Çok süratli
olmanız lazım ama karda çok süratli de hareket edemiyorsunuz. Çok fazla
değerlendirilemiyor. Biz ekibin ufak olmasının avantajıyla yine de çok
süratliydik. Bir sürü şey çektik. Çok güzel şeyler vardı. Ama montajda
acımasız olmak zorundaydık. Filmin karda İstanbul belgeseline dönüşmesini
engellemek için bütün gereksiz olanları montajda attık.
Senaryoda sürekli değişiklikler yaptığınızı biliyoruz. Karı görünce,
yeni eklemeler yapmışsınız senaryoya.
Kar yağmasa da zaten sürekli değişiklikler yapan biriyim. Düşünme süreci
bitmiyor, çekim yapılırken birden bir şey geliyor aklınıza, birisi planda
olmayan bir laf söylüyor. Hoşunuza gidiyor. "Bunu şuraya koyabilirim",
diye düşünüyorsunuz. Yalnızca o laf bazen yeni bir sahnenin ilave edilmesini
gerektirebiliyor. Çekim sürekli bir karşılıklı etkileşim içinde gidiyor.
Hep böyle olmuştur benim için.
Uzak'ın senaryosundaki belirgin değişiklikler nelerdi?
Attığımız şey çok oldu. Senaryoda olupta hiç çekmediklerimiz de vardı.
Mahmut'un ilişkilerini daha çok göstermeyi planlamıştık. Ailesiyle, kardeşiyle,
yeğeni ile. Üst katta cinayet işleniyordu. Cesedi Mahmut ve Yusuf buluyordu.
Küçük yeğeninin doğum günü sahneleri vardı. Bütün bunları çektik ama montajda
daha sade, daha minimal olsun isteğiyle bu hale getirdik.
Sonradan giren çok belirgin bir şey var mı?
Evet, havaalanı sahnesi son anda girdi. Daha sonuna karar verememiştim.
Normalde kasabadan gelen çocuk evden çıktıktan sonra onu uzun süre izliyordum.
Yusuf yılbaşı günü evden ayrılıyor, millet etrafta yılbaşı eğlencesi derdindeyken
Yusuf kalacak bir yer derdindeydi. Sonra İstanbul'dan ayrılıp bir yerlere
gidiyordu. Mahmut'un hayatında bir takım eksiklikler vardı, sonu bir yere
bağlanmıyordu, onları düşünmeye devam ediyordum. Havaalanı sahnesi sonradan
girdi. Filmin sanat yönetmenliğini de yapan Ebru'dan çıkan bir fikirdi.
Mahmut'un evindeki fotoğrafları siz mi çekmiştiniz?
Hayır, kendi fotoğraflarım olsun istemedim. Ablam Emine Ceylan'ın fotoğraflarıydı
hemen hepsi.
Fareler ve İnsanlar romanı ile nasıl bir bağlantı var?
Ben kitabını okumadım, filmini seyrettim ama onu da hatırlamıyorum. Bir
bağlantı var mı bilmiyorum. Filmdeki fare sahnesi yaşadığım bir olaydan
geliyor. Bir fare yakalamıştım ve onunla göz göze gelmiştim. Ben yaklaşınca
susup öylece bakıyor, uzaklaşınca bağırmaya başlıyordu. Ne yapacağımı
bilememiştim. Bu tip şeylere karşı kentli insanla kasabalıların yaklaşımı
çok farklı oluyor. Kentliler bütün pis işlerini kapıcılara falan yaptırdıkları
için fare yakalanınca aklına kapıcıyı çağırmaktan başka birşey gelmiyor.
Pek kendileri bulaşmıyorlar.
Çekim sırasında karşılaştığınız kolaylıklar ve zorluklar neydi?
Şehre gelmek, İstanbul’da olmak size nasıl artılar getirdi, neleri zorlaştırdı?
Film çekmenin klasik zorlukları dışında ekstra bir şey olmadı. Tıkır tıkır
gitti her şey. Tabi her film çekiminde olduğu gibi az uyuduk, çok yorulduk
iki ay boyunca. Şehirde çekmenin farkı belki, etraftan geçenlerin bakmamasını
sağlamak biraz daha zor oluyor. Onun dışında daha bile kolaydı. Herkes
burada yaşıyordu, evinde kalıyordu.
Neden İstanbul’a döndünüz?
Daha yakın geçmişime ait, daha yakın dönemde yaşadığım duygulardan iyice
kopmadan onlara eğilme isteğinden.
Bundan sonra nasıl bir film yapacaksınız?
Şu anda hiçbir net fikir yok aklımda. Bir proje bitiyor, onun vizyonu
sona erdikten sonra yavaş yavaş düşünmeye başlıyorum ben. Çok ham olarak
kafamda bir şeyler var tabi ama somut olarak tam ne yapacağımı bilmiyorum.
Birbirinden çok farklı düşünceler. Kendimi bırakmış durumdayım. Üzerime
yağan fikirlerin altında, uyuşuk bir şekilde durma dönemindeyim şu anda.
Zamanla bunlardan bir tanesi daha öne çıkıyor ve kendisini dayatıyor.
Ben de yavaş yavaş ona doğru yöneliyorum. Zamana bırakıyorum.
Bir yerlere gidecek misiniz? Yoksa İstanbul’da mı kalacaksınız?
İstanbul’da kalırım herhalde.
Günün birinde İstanbul’u
terk etmeyi düşündünüz mü hiç? Sinemasal açıdan sormuyorum.
Muhakkak ki, zaman zaman koruyucu bir duygu olarak, bende de, İstanbul’u
terk edip, daha sakin bir hayat sürme hayali var. Ama gerçekçi düşünürsem
eğer, böyle bir şey herhalde olmayacak. Ben zannediyorum ki kent hayatını
seviyorum. Kalabalıklar içinde dolaşmak, yalnız olmak, kalabalığa karışmak…
Kültür hayatına fazla katılan biri de olmadığım halde böyle bu. Herhalde
hayatım burada geçip gidecektir.
...........................................................................................................................
Zuhal Gencer Erkaya
/ Oyuncu
Uzak filmi için
görüşmeye gidene kadar Nuri Bilge Ceylan’ı tanımıyordum. Filmlerini seyretmekten
keyif aldığım ve kendisiyle çalışmayı düşlediğim bir yönetmendi. Bunun
gerçek olacağını pek tahmin etmiyordum. Çünkü, doğal ortamlarda, oralarda
yaşayan insanlarla çekiyordu filmlerini. Bir gün telefonum çaldı ve yeni
çekeceği film için benimle görüşmek istediğini söylediler. Hem çok şaşırdım,
hem de çok sevindim.
Görüşmeye gittiğimde bütün oynadığım filmlerden, filmlerdeki performanslarımdan
bahsetti. İşte ondaki ilk farklılık buydu. Filminde oynatmak istediği
oyuncuyu tanıyordu. Bütün bunlara rağmen bir deneme filmi çekmek istedi.
Bunu kabul edip edemeyeceğimi sordu. Bana hikayeyi anlattı ve erkek oyuncu
olarak karşımda o oynadı. Doğaçlama oynadık. Çok hoş bir çekim oldu. İstediği
sadece doğallıktı.
Hemen ertesi gün benimle çalışmak istediğini söyleyen telefon geldi. Bu
kadar çabuk aranacağımı beklemiyordum. Çünkü, birçok oyuncu ile deneme
çekimleri yapmış, istediği gibi erkek ve kadın oyuncular bulamadığından
yakınmıştı. Çekimler çok keyifliydi. İlk defa bir film setine, beş kişilik
set ekibi ile gittim. İkinci farklılık da buydu. Işıkçı, sesçi, kostümcü,
asistanı ve kamera asistanı. Makyaj ve saçların yapılmasını istemiyordu.
Oyuncusuyla diyaloğu çok iyi. Oyuncusunu rahatlatan bir tarzı var. Ne
istediğini ve niçin istediğini çok iyi anlatabiliyor. Başarılı olduğumu
seyredenlerin tepkisinden anlıyorum. Ankara Film Festivali’nde aldığım
‘En İyi Yardımcı Kadın’ ödülü de, bunun bir kanıtı diye düşünüyorum.
...........................................................................................................................
Muzaffer
Özdemir / Oyuncu
Nuri Bilge Ceylan sineması benim
için seyri zor bir sinema. Hayatın içinden, sıradanmış gibi görülen küçük
hikayeler ve ayrıntılar sonuçta varoluşumuzdaki o eksik ve trajik hali
ortaya koyar. Titiz bir çalışmanın ürünü olan görüntüler de, söze gerek
bırakmayan insanlık halleri, dış sesler, sessizlik, ışık, rüyalar, hepsi
de; ekonomik ve sade bir dili oluştururlar. Sonuçta zevkli bir sinemadır
bu, ama bana gene de katlanılmaz gelir. Çocukluğumda öğrendiğim yanlış
düşüncelerden biri de sevilmek ve kendimi beğendirmek için verilen ya
da alınan görevi eksiksiz ve en iyi şekilde yapma zorunluluğumdu. Bu yüzden
kendi sahnelerimin çoğunda ateş basar ve yüzümü kaparım. Seyretmek zor
gelir.
Türk sineması için dert olmayan oyuncu tespiti ve tedariki, Nuri Bilge
Ceylan’ın en önemli problemidir. Nuri Bilge Ceylan, durum ve şartları
kabullenir. Olanaklar alanını en iyi şekilde kullanmaya çalışır. Oyuncular
düşüncesine yaklaşamıyorsa, o oyuncuya yaklaşır. Hikaye ya da sahne oyuncuya
uyar. Metrelerce film harcayıp istediği olmadığında ise bunu tevekkülle
karşılar. Nasıl olsa bir çözüm bulunur.
Nuri Bilge Ceylan’ın şimdi Toprak’sız kalan küçük ekibi, tanıştıktan kısa
bir süre sonra bir arkadaş grubuna dönüşür. Bunun avantajlarını değerlendirir,
dezavantajlarına katlanır. Sinemanın analizi bana düşmez ama titiz, çalışkan
ve görüntü estetiği konusunda çok usta olduğunu söylemem gerekir
..........................................................................................................................
Ebru
Ceylan / Sanat Yönetmeni ve Oyuncu
Nuri Bilge Ceylan sineması kişisel
bir sinemadır. Şiirsel bir sinema dili kullanır. O, kendi filmlerinin
üretimindeki tek yaratıcıdır. Ekipte, sanat yönetmeni de dahil olmak üzere,
O’nun dışında kalan herkes bir uygulayıcı olmaktan öteye geçemezler. Çünkü
ne istediğinin aslında aşağı yukarı farkındadır. Dışarıdan gelecek görüşlere
her zaman açıktır. Ama fikrini aldığı insanların sayısı çok da fazla değildir.
İşim sanat yönetmenliği değil. Bu konuda herhangi bir eğitimim ya da birikimim
yok. Somut olarak ben, filmde oyuncuların içinde olması gereken kostümleri
ve mekanları tasarladım, düzenledim. Bunun da çok zor olduğunu söyleyemem
çünkü film günümüzde geçen çağdaş bir öykü. Doğal ortamlarda çekim yaptık.
Uzak’ın, sinema dili açısından Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı’ndan hiçbir farkı
yok. Temelde ilgilendiği meseleler, sinema anlatım dili, atmosfer hep
aynı. Nuri Bilge Ceylan’ın iç dünyası çok gelişmiştir. Bu da sinemasını
derin kılar. Bu derinlik, çok sıradan, gündelik ve basit insanlık durumlarını
anlatsa da aşkın, bir estetik duygu ve atmosferi hissettirir. Kendi dünyasından
yola çıkar ve ona sadık kalarak genel bir insanlık durumuna ulaşmayı hedefler.
Çok spesifiktir ve bu yüzden de filmleri çok evrenseldir. Nuri Bilge Ceylan
sinemasını etkileyici kılan şey, bence atmosfer yaratmaktaki başarısıdır.
Ki bence, sinemanın en zor ve en önemli yanı da atmosfer yaratmaktır.
Ondan öğrendiğim en önemli şey, büyük kitleler tarafından onaylanmasa
bile yapmak istediğim ya da yaptığım şeye sadık kalıp, ona inanmaya devam
etmek oldu. Bir film yaparken de, hayatta herhangi bir şeye başlarken
de, insanın kendinden yola çıkmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Nuri
Bilge Ceylan sineması da bunun iyi bir kanıtı.
............................................................................................................................
Feridun
Koç / Yön.Asistanı, Oyuncu,
Yapım Sorumlusu
Nuri Bilge Ceylan’la, Zeki Demirkubuz
ile Yazgı’yı çekerken tanıştık. Sete gelmişti. Yeni filmi için İstanbul’da
set tecrübesi olan bir ekiple çalışmak istiyordu. Birlikte çalışmayı teklif
etti, ben de kabul ettim. Daha önceki filmlerini biliyordum. Mayıs Sıkıntısı’nı
çok sevmiştim. Hem oyunculuk yönetimi, hem de film tarzı olarak ilginçti.
O’nun insanı, insan psikolojisini ve insani durumları anlatan bir sinema
tarzı var. Çok minimal. Alışık olmadığım yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan..
Çalışma tarzı çok farklı. Yanında çalışanlara geçen dinginliği ve rahatlığı
beni şaşırttı. Setlerde, alıştığımız bir terör vardır. Kalabalık, insanlar,
bağıranlar… Onun setinde hiç öyle değildi. Herkes sessiz, kendi işini
yapıyordu. Ne yapacağını bilen bir ekibi vardı. Kısa zamana sıkıştırmak
yerine rahat rahat çekim yaptı. Bu yüzden sette, senaryoyla ve oyuncuyla
ilgilenebilecek daha çok vakit bulabiliyordu. Çok prova yapıyordu. Bir
yönetmen yardımcısı sette oyunculara, kostümlere, mekana dikkat edip çekim
öncesi her şeyi hazırlar. Uzak’da ise çok az kişi olduğumuz için hep beraber
oturup bunları konuşuyorduk. Zaten çekimlerin başlamasından birkaç gün
sonra oyuncular, nerede ne giyeceğini öğrendi.
Uzak’ın diğer Nuri Bilge Ceylan filmlerinden tek farkı kahramanımız bu
defa İstanbul’a geldi. Onun dışında tarzı, oyunculuk anlayışı, kamerada
bir değişiklik olmadı. O’nu en çok kameraya, görüntüye ve ışığa hakimliği
konusunda başarılı buluyorum. Yaptığı çerçeveler çok güzeldir. Oyuncuları
diyaloglara bile bağlı kalmayacak şekilde serbest bırakır. Çok özgün ve
kendine has senaryoları var. Daha çok kendine ait bir dünyası olan senaryolar
bunlar.
............................................................................................................................
Ayhan
Ergürsel / Kurgu
Kendine has bir sineması var Nuri
Bilge Ceylan’ın. Yaptığı ağır ve durgun filmler oldukça farklı. Fotoğrafçılık
öne çıkar O’nun filmlerinde. Oyunculuk açısından samimidir.
Nuri Bilge Ceylan’ın farklı bir gözlem yeteneği var bence. Filmi çekerken,
üzerine hangi sesi koyabilirim, nasıl montajlayabilirim diye düşünür.
Fazlasıyla çeker ki, montaj sırasında rahatlıkla bağlayabilelim. Sesler
konusunda duyulmayan sesleri koymayı tercih eder.
Kurgu açısından O’nun filmleri diğer filmlerden ayrılıyor. Planları uzun
çalışmayı seviyor. Ahlaki olarak kesmenin yanlış olduğunu düşündüğü için
gerekmedikçe kesmiyor. “Sabırlı ol, filmin karesine girme, filmin iskeletini
kuralım ondan sonra keselim,” der bana. Çalışmalarda karşısındaki insanın
düşüncelerine değer veriyor. Montaj aşamasında çok dikkatlidir ve işine
çok hakimdir.
Uzak diğer filmlerin devamı gibi bence, bütünün bir parçası.
Nuri Bilge Ceylan bence özellikle kamera, kurgu, senaryo ve yönetmenlik
alanlarında başarılı. Yanında oturduğunuzda kendinizi rahat hissedersiniz.
Doğru bir insandır. Kendine has bir üslubu var. Az ve öz konuşur.
............................................................................................................................
|