|
ÇABUK BİR
ÖLÜM Dün, İş Atı günümüzdeydik, çıkıdık çıkıdık bürokrasinin engebeli topraklarında dolandık durduk ey okur! (Maniktik de, ayıptır söylemesi.) Bu manik depresifimsiliğin cilvesi her çıkışın bir inişi oluyor. Olur olmasına da, biraz fazla süratli oluyor: Baş döndürüyor filan felan. Sonra işte sabah sabah milli gazetemiz Hürriyet'in yedinci sayfasında altlara gizlenmiş bir haber bizi darmaduman etti: Oymuş. Mehmet Emin Toprak -yirmi sekizinde daha- acele etmiş. Çok acele etmiş. 35 HRU plakalı otomobiliyle Çanakkale'nin Yenice'sine giderken. Sabahmış. Erkenmiş. Bayram tatiline gidiyormuş. Çok hızlı sürüyormuş. Ne acelen vardı be çocuk? Ne acelen vardı? Yirmi sekizinde çektin gittin. Erken gittin. Ne erken, ne ani; hani öyle misafirlikte 'zengin kalkışı' denir. Birden kalkar misafirler ayağa. Hazırlamadan ev sahiplerini. 'Bize müsaade' deyip, dedikleri gibi, apar topar kalkar giderler. Fotoğraf Altın Portakal ödül töreninde çekilmiş. Güzel yüzüyle nasıl da güzel gülümsüyor Mehmet Emin Toprak. Ödül aldığı filmi, 'Uzak' filmini vizyonda bile izleyemeden. Ama nasıl aceleci, nasıl umulmadık, çekip gitmiş işte. İnsanın içi sızlıyor. İnsanın çocuğu olursa, hakikaten benim ruhuma tüm korku, tüm cesaretsizlikler ana olmamdan sonra girmiştir ey okur; insanın çocuğu olursa 'Ya benimki olsaydı' hastalığına yakalanıyor. Ölüm orucunda ölen o kız, ya benim kızım olsaydı. Trafik kazasında ölen oğlan, ya benim oğlum olsaydı. Bu 'ya benimki olsaydı' hastalığı yüzünden kalbin yumuşuyor ey okur. Gözlerin her nevi bu tarz düşünceyle, dolu doluveriyor. İçimin kaydığını hissediyorum, göçtüğünü. Kızımın yirmi sekizinde arabasıyla beni ziyarete gelirken -Mehmet Emin Toprak'ın anasına/babasına/ yakınlarına gökyüzlerinin tamamından sabırlar yolluyorum. Beni okurlar/okumazlar hiç mühim değil. Ben sabah o habere tosladığımdan beri, yakınlarına sabırlar yolluyorum içimden. Siz de yollayın. Faydası var böyle hissetmelerin. Daha geçen haftacıktı. 'İrreversible' filminden önce izledim 'Uzak' filminin fragmanlarını. 'Fragmanın bu kadar hasını yapan adamın filmine, koşarım abi.' Konuşuyoruz böyle kendi kendimize. Tek başına gitmişiz sinemaya, kendi kendimize iç sesleniyoruz. Hoş, ondan bir hafta önce de Bay F'yle 'Dokuz'a gitmiştik. İlk kez orda gördüm 'Uzak'ın fragmanını. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Nuri Bilge Ceylan minimalizmiyle insanı ööyle orta yerinden vuruyor. O kar sahnesi. Kar yağarken üstüne Mehmet Emin'in, dönüp öyle yüzünüze bakma sahnesi. Ne acelen vardı be çocuk: Sen daha ne Nuri Bilge filmlerinde oynardın. Ne acayip iyi oynardın. Ne oyuncu olmayan, öyle en doğalından, en gıcıksızından öyle sular seller gibi insanı yormayan, utandırmayan, sinir etmeyeninden bir oyuncuydun. 'Mayıs Sıkıntısı', Türkiye'de son beş yılda, on yılda, on beş yılda yapılmış en iyi filmdir. Gerisi film değil, zulümdür. Bu arada bunca beğenip de 'Dokuz' üstüne yazıyı denkleştirememiş olmam da, benim ayıbımdır. Bir oyunculuk filmi ki 'Dokuz', bu kadar olur! Sinemalarda bir hafta dayanabildi: helal olsun. O Sinema Günleri'ni vs. salkım saçak dolduran yapmacık angutlar kalkıp bir zahmet '9'u görmeye gitselerdi, herhalde vizyona girmesiyle çıkması bir olmazdı. O Sinema Günleri/Caz Günleri/Haşır Huşurt Günleri insanları var ya; onların derdi sinema değil, caz değil. Onların derdi: SOSYALLEŞME. Sosyalleşme olsun, canlarını yesin. Doğru zamanda doğru sosyal okazyonlarda boy göstersinler, gerisi hava civa. Zira onlar bizatihi birer hava ve de civa. Birer ZELİG. Ali Poyrazoğlu yıllarca, yüz yıllarca, yırtış yırtış o uluslararası felaket tiyatro oyunlarında amma fena harcanmış! Dünya çapında bir oyuncu var işte karşımızda. Bir Ümit Ünal filmiyle insan bunu görüyor. Ali Poyrazoğlu nasıl kıtır kıtır yemiş bitirmiş kendini tiyatro sahnelemelerinde, bunu! Çabucak kalkıp misafirlikten kaçan o aceleci çocuğa yandı içimiz işte. Allah -varsa oralarda- rahmet eylesin. Nice nice hem de. Çok çok rahmet eylesin.
|