|
|
|
|
|
|
Bir festival yazısı yazmaya hazırlanıyordum.
Daha doğrusu, bir “kadın jüri” yazısı. Ankara Uluslararası Film Festivali’ndeki
jürimiz böyle tanımlanıyordu çünkü: Kadın Jürisi. Nedense bu yıl tüm jüri
üyelerinin kadın olmasına karar vermişler. Bana ilk söylediklerinde, açıkçası,
biraz tırsmıştım. Neyse, korktuğum gibi çıkmadı. İki nokta hariç, her
konuda anlaştık, birbirimizi güzel güzel ikna ettik.
Ama sizinle ilgili olarak, hayli tartıştık, Mehmet Emin. Başkanımız Ayla
Algan, “Uzak”ı gördükten sonra (ilk defa bir Nuri Bilge Ceylan filmi izliyordu),
erkek oyuncu ödüllerinin kesinlikle sana ve Muzaffer’e (Özdemir) verilmeli
diye tutturdu. “Çağdaş sinema oyunculuğu bu işte” diyordu. Bütün fazlalıkları
atmıştınız (sizden ders almak istiyordu), oyunu bir zihin meselesi haline
getirmiştiniz, yönetmenin zihnini okuyor, yansıtıyordunuz. Sonunda işi,
oybirliğiyle verilen bir Seçiciler Kurulu Özel Ödülü’ne bağladık ama,
gene de bizi “eski usul” oyuncuları seçmekle suçladı.
Sana da anlatmıştım o akşam, genç hayatının üçüncü oyunculuk ödülünü almaya
giderken, hatırlıyor musun? Arı Sineması’na giden otobüsteydik, yanında
genç (ve yeni) eşin Emel vardı. Hani, Antalya’da En İyi Yardımcı Erkek
Oyuncu Altın Portakal’ını Oktay Kaynarca (Deliyürek) ile paylaşınca, armağan
ettiğin eşin. “Evleneli bir hafta olmuştu, bu ödül de bize düğün hediyesi
oldu” diye sevinmişsin Antalya’da. Evlenmek için “Uzak”ın çekimlerinin
bitmesini beklemiştin. “Sizin düğün hediyeleri de gittikçe artıyor” dedim,
güldünüz. Gençtiniz, mutluydunuz. Törene katılacak, sonra da Çanakkale’ye
dönecektiniz. Sen, her zamanki gibi, Nuri Bilge Ceylan’ı temsilen gelmiştin
festivale. NBC, festivallerden, ödüllerden hoşlanmazdı pek. Muzaffer ondan
da beterdi, Ankara’da olduğu halde törene gelmemişti. Sahneye çıkıp armağanları
almak sana ve kurgu ödülünü Nuri’yle paylaşan Ayhan’a (Ergürsel) düşmüştü.
Gece otelde seni sorunca Ayhan, “Çanakkale’ye döndü” dedi. Telefonla verilen
ölüm haberini alıp herkese bildirmek de, ertesi gün festivalcilerle birlikte
oteldeyken, henüz Ankara’dan ayrılmadan (otobüsleri sabah 10’da kalkacaktı)
onun payına düşmüş. Memlekete dönmüşsün, Emel’i işine bırakmışsın. Sen
de, babanın oturduğu dağ köyünün yolunu tutmuşsun. “Çanakkale'nin Yenice
İlçesi'ndeki yakınlarına bayram ziyaretine giden Toprak, yönetimindeki
otomobilin Derenti Köyü yakınında, kontrolden çıkarak şarampole devrilmesi
sonucu ağır yaralan"dı haberindeki köy olsa gerek. İşten de izin
aldın demek, Kale Grubu’nda çalışıyordun çünkü. On saat araba kullandıktan
sonra. Araban yeniymiş, öyle dediler. Plakası, senin ölümünü haber olarak
gören bütün gazete/net haberlerinde vardı. Ama (Radikal’de Olkan Özyurt’un
yazısı hariç) hiçbiri senin Ankara’dan ödül aldığından söz bile etmeye
gerek görmemişti. Oysa herkes seni bir gece önce, Pazar akşamı, TRT2’deki
14. Uluslararası Ankara Film Festivali ödül töreninde izlemişti. “Uzak”taki
doğal performansın nedeniyle, Seçiciler Kurulu Özel Ödülü’nü ve diğer
ödülleri alırken… Çok sevimliydin, sempatiktin. Antalya’da da seni sempatik
bulmuşlardı. Hatta Ankara Film Festivali çalışanları, seni “en sempatik
konuk” seçmiş.
İlk ödülünün, Antalya’da gene “Uzak”la aldığın Altın Portakal olduğundan
söz ediliyordu. Oysa “Mayıs Sıkıntısı”yla alınan toplu bir ödülün de sahiplerinden
biriydin sen. Antalya Jürisi size bir Özel Ödül vermişti. Nuri Bilge’nin
“annesi Fatma Ceylan, babası Mehmet Emin Ceylan, arkadaşı Muzaffer Özdemir
ve hemşerileri Mehmet Emin Toprak ile Muhammed Zımbaoğlu”… Sana, kasabasından;
ruhunu daraltan, ne yapacağını bilemediği yerden gidemediği için orada
kalan, tek umudu olarak gördüğü “ağabey” figürüne dört elle sarılan kasaba
delikanlısı rolü düşüyordu hep. Nihal Bengisu Karaca, senin yürek acıtan
bir şakayı andıran ölümüne ilişkin ikinci doğru dürüst yazıda, onun zihninde
seninle özdeşleşmiş bir görüntüden söz ediyor: “Kasaba’yı dışarıya bağlayan
uzun ince kavisli yolun başında durup bir geleceğine bir geçmişine bakan,
gidip gitmemek arası sisli düşüncelere dalan gencin kararsız yüzü dalgalanıyor
zihnimde.” (Zaman, 3/12/02). “Nuri Bilge’nin daha iyi bir hayatın özlemi
ve korkusu arasında sıkışmış taşralı kahramanları M. Emin Toprak nezdinde
havaya karışıyor; seyrü sefer vakti geldi diyorlar...”
Onun kuzeniydin, Çanakkale’nin Yenice Beldesi’nde yaşardın. Zaten Ankara
Festivali’ndekiler haberi alınca inanamamış, TRT’ye sormuşlar. TRT soruşturduktan
sonra, böyle bir kaza olmadığını bildirmiş. Biz de bir umutla, “Acaba
yanlış mı?” diye sorduk yeniden. Yok, değilmiş. Yenice jandarma karakolu
doğrulamış. Senin kasaban, Nuri’nin filmlerinde hep kurtulmak istediğin,
onu dışarıya bağlayan yolun başında durup, bazen renkli, bazen siyah-beyaz
yüzünle, o yüzdeki kıstırılmış ifadeyle baktığın kasaba. “Nuri ağbi”nin
(kuzeniydin) filmlerinde oynardın sadece, Muzaffer gibi. ''Küçük bir yerde
yaşıyorum. Nuri ağabey çağırınca gelip filminde oynuyorum. Sonra geri
dönüyorum” demiştin Antalya’da, ödül aldıktan sonra. “Sürekli sinemayla
uğraşmayı düşünmüyorum. Denedim ama ortamlara uyum sağlayamadım.' 'Başkalarının
filmlerinde oynamayı düşünmüyordun ama Nuri film yapınca heyecanlanıyordun.
“Uzak” için, ''Diğer filmler gibi bu filmin de başarı kazanacağından umutlu
değildim” demiştin. “Arada akrabalık olduğu için daha fazla endişe duyuyorum.
Ben her seferinde battık diyorum.''
Senin ölümünün haberini bana e-mail’le veren Ruken, onca haberde (aslında
sayıları da o kadar çok değildi ya, neyse) Ankara Festivali’nin lafının
hiç geçmeyişine isyan ediyor. “Çıldırdım”, diyor, “İşin trajikliği burda
zaten, dün ödül aldı, bugün öldü.” Nuri Bilge ise, törende, 'Hem evimizin
hem de setimizin kahramanını kaybettik. Acımızı tarif edecek kelime olabileceğini
tahmin edemiyorum' demiş. Ben de edemiyorum. Evet, her ölüm trajiktir
ama senin genç, vakitsiz, tatsız bir şakayı andıran ölümün daha da trajikti
sanki. Belki de bu ölüme hiç inanamayacağım, Mehmet Emin. Çünkü senin
geriye umutsuzluk ve bezginlikle, ileriye umut ve endişeyle bakan yüzün,
Türk sinemasının en iyi filmlerinden üç tanesinin simgesi olup çıkmıştı
sanki. Hep de öyle kalacak…
|